Genel

Deli kurt roman özeti

deli kurt kitap kapağı

Bu yazıda; Nihal Atsız, Deli Kurt özet gibi konularda bilgiler yer almaktadır.

“Deli Kurt” Kitabı Özeti Kısa

KİTABIN ADI                : DELİ KURT
YAZARI                          : HÜSEYİN NİHAT ATSIZ
YAYINEVİ                    : BAYSAN YAYINLARI
BASIM TARİHİ            : 1990
SAYFA SAYISI            : 271 SAYFA
DİLİ                                 : TÜRKÇE
İSBN                                : 975-7716-01-Y
KİTABIN FİYATI       : 3.5 TL.

deli kurt roman ozeti 6238fd73749ad

1400’lü yıllarda Yıldırım Beyazıt’tan sonra şehzadeler kavgası diye anılan olayların bir kesitini dile getirmeye çalışmış, acımasız ama olması gereken gibi görünen olayların yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Hikâye kahramanı Deli Kurt lakaplı Murat Bey; Yıldırım Beyazıt’ın oğlu İsa Bey’in oğludur. Kavgada yenik düşen İsa Bey oğlunun yaşayabilmesi için çakır adında çok güvendiği adamına eşi ve varisine sahip çıkmasını ister.  Çünkü İsa Bey taht kavgasından dolayı öleceğini yada öldürüleceğini bilmektedir. Deli Kurt şehzade olduğundan habersiz büyür ve Osmanlı Ordusunda saygın bir sipahi olur. Annesini küçük yaşta kaybedip Satı Kadın denen Türkmen bir analık tarafından büyütülür. Üç kız çocuğu sahibi olur. Bu arada Satı Kadının yaşadığı Türkmen köyünde özellikle gözleri yada tam manasıyla büyülü olan köy halkı tarafından peri kızı diye anılan Gökşen adında gözlerinin saçtığı yeşil ışıktan kimsenin bakamadığı, bakmaya kalkanların duydukları aşırı heyecandan öldükleri peri kızına aşık olur. Deli Kurt kendini artık Gökşen kıza adamıştır. Sonucu ne olursa olsun gözlerine bakacak ona aşkını ilan edecektir. Ve de bunu başarır. Her savaşın sonunun iple çekmiş Gökşen kızın bulunduğu Türkmen köyüne atını dörtnala koşturup varmak istemiştir. 1443 yılında Osmanlı Padişahı II. Murat zamanında Macarlar’la savaşa girilmiş ve Osmanlı Ordusu; İzledi Geçidi denilen yerde büyük kayıp vermiştir. Deli Kurt katıldığı her savaştan başarı ile çıkar. 1444 yılında Varna Savaşında amcaoğlu II. Murat’a çok yakın bir yerde savaşmıştır.

İzledi Geçidinde verilen büyük kayıplar arasında İsa Bey’in adalı Çakır ve Deli Kurt’un bütün yakın arkadaşları şehit düşmüştür. Savaş sonrası evine varan Deli Kurt kendi ev halkını alarak Satı Kadın’ın köyüne yerleşmeye karar verir. Çadırlar kurulup yerleşildikten sonra Çakır Bey’in torbalarında ne olduğunu merak eden Deli Kurt torbaları açar. İçinden İsa Bey’den Çakır’a yazılı mektupları okur. Deli Kurt kendisinin Osmanlı Şehzadelerinden olduğunu öğrenir. Ama açığa vuramaz. Çünkü hayatı tehlikeye girer. Gebe olan eşi erkek çocuk doğurur. Adı İsa konur. Deli Kurt oğlunun olduğuna sevinemez. Köyün imamından selden dolayı, doğuşuna sevinemediği oğlunun, aşkından ölmeyi göze aldığı Gökşen’in nur yüzlü eşi Melek Hatun’un kısaca tüm ailenin sulara kapılarak öldüğünü öğrenir. Bunlardan sonra yaşamasının bir anlamının olmadığına kara verip, atına atladığı gibi nereye gideceğini bilmeden yollara düşer. Atın nal sesleri ve hıçkırıklarla dolu bir bilinmezliğe doğru…

DELİ KURT {özet} – Uzun detaylı özeti

ESRARLI KADIN

Üstü örtülü bir kağnı, gecenin karanlığı içinde ağır ağır ilerliyordu. Genç ve gürbüz bir atlı, kağnının önünden, ardından, yanından giderek öküzleri idare ediyor, arada sırada kırbacını sırtlarında şaklatıyordu.

Kuşkulu bir hali vardı. İkide bir arkasına bakınarak gözlerini zifiri karanlığa dikmesi bir şeyden çekindiğini gösteriyordu.

Yol bir karış çamurdu ve durmadan sulu kar yağıyordu.

Kalın kepeneğine sarılmış olan atlı,bu ağır gidişten huylanıyordu. At üstünde her zaman hızlı gitmeye alışmış, diz boyu karda bile, çabuk yürümenin yolunu bulmuş bir insan olarak böyle yavaş gidişten bunaldığı belliydi. Geriden gelecek birilerinden çekindiği anlaşılıyordu. Kepeneğine sarınmasında kendisini korumaktan çok,aralıksız yağan sulusepken altında yay kirişinin gevşememesine çalışan bir mânâ vardı. Sadağını ve yayını, kepenek altında dikkatle tutuyordu.

Bir aralık, geriden sesler işitir gibi oldu. Kağnı tekerleklerinin gıcırtısı iyi dinlemeye engel olmasın diye arabayı durdurdu. Gerileri dinledi. Ses yoktu. Geniş bir soluk aldı. Aynı zamanda kağnının içinden bir kadın sesi duyuldu.

– Çakır Ağa !

Atlı büyük bir saygı ile karşılık verdi :

– Buyur sultanım !

– Neden durduk ?

Çakır bir saniye düşündü. Tehlike ihtimâlinden bahsetmek istemediği anlaşılıyordu. Gür sesiyle :

– Atımın üzengi kayışını düzelttim sultanım, diye cevap verdi. Arada bir susma oldu. Sonra içerden tekrar kadın sesi geldi :

– Daha çok gidecek miyiz ?

Çakır, gözlerini gökyüzünde dolaştırarak şunları söyledi :

– Gecenin yarısını geçtik. Gün doğmadan varırız sultanım !

Kağnıdaki kadının,çok düzgün bir konuşması ve ahenkli bir sesi vardı. Çakır, birkaç saniye bekledi. Böyle bir kış gününde bu yörelerde eşkiya dolaşmazdı. Onun daha büyük bir tehlikeden endişe ettiği anlaşılıyordu. Bu sonsuz yollarda,gecenin bu vaktinde, kağnıdaki kadınla tek başına giden atlının, karşısına çıkacak veya ardından yetişecek olanlar kaç kişi olursa olsun, onlarla bir ölüm dirim çarpışmasına girmekten çekinmeyeceği belliydi. Kendisini değil kağnıdaki kadını düşünüyordu.

Arabanın dört ucundaki ikişer arşınlık direklerin yanları ve tepesi kalın keçelerle sımsıkı kapatılmıştı. Kağnının döşemesine kalın şilteler konmuş, üzerine halılar yerleştirilmişti. Kadın, sırtında ve yanlarında yastıklar olduğu halde bu soğuk gece de meçhulden gelip, meçhule doğru gidiyordu. Omuzlarında ve dizlerinde de yün örtüler vardı. Bu şekilde üç kişinin sıkışık olarak oturabileceği kağnı odasının kalanını bir iki sandıkla bir iki yiyecek torbası dolduruyordu.

Zaman ilerledikçe rüzgar artıyordu. Biraz önceki sulusepken şimdi kuşbaşı kar olmuştu. Çakır, ömründe ilk defa bir kağnı yürütüyor, öküz yediyordu. Hayvanlar yavaşladıkça, yahut ona, yavaşladılar gibi geldikçe kamçısını indiriyor, hattâ bazan atının üstünden onları tekmeliyordu. Fakat, öküzler bildiklerinden şaşmıyor, ezeli ve ebedi ağırlıklarıyla battal battal yol almakta devam ediyordu.

Çakır’ın gözleri, bir aralık ileride hafif bir ışık görür gibi oldu. O zaman kepeneğinin altındaki yayına el attı. Sadağından bir ok çekerek gözlerini ışığa dikti.

Işık kaybolmuştu.

Sonra tekrar, fakat bu sefer başka bir noktadan gözüktü. Işık tekrar yok oldu. Üçüncü seferinde bir değil, birçok ışık birden peyda oldu. Bir ikisi parlarken ötekiler sönüyor, bazan hepsi birden parlıyor,sonra birlikte kayboluyor,tekrar yanıyorlardı.

Çakır, gülümsedi. Anlamıştı, karşıda ışık falan yoktu. Uykusuzluktan gözüne ışıklar gözüküyordu. Uykusuz ve yorgun savaş günlerinde de birkaç defa böyle olduğunu hatırladı.

Şimdi de yorgun ve uykusuzdu. Bir gün önce hiç uyumamıştı. Bu ikinci gece de sabaha yaklaşıyordu. Bütün ovayı kar bürümüştü. Sonsuz bir beyazın içinden gidiyorlardı. Yol iz kaybolmuştu ama yolu şaşırmalarına imkân yoktu. Karış karış bildiği bu yerlerde yolu kendisi şaşırsa bile at şaşırmazdı. Bu düşünceyle can yoldaşı olan sevgili atının ıslak yelesini okşadı.

Havada henüz bir ağarma olmadığı halde Çakır, sabahın yaklaştığını anladı. Biraz önce, yanından geçtikleri bir tümsekle üstündeki üç ağaç da köy’e varmak üzere olduklarını bildiriyordu. Uyumuş olabilirdi. Yahut kendi seslenmesinden heyecanlanabilirdi.

Çakır, şimdi öküzlerin daha yavaş yürümelerine müsaade ediyordu. Çünkü yavaş hareket edilirse tekerlekler gıcırdamıyordu. Çakır’ın köy’e gürültüsüzce varmak istediği anlaşılıyordu. Herhalde üç bin, bilemedin dört bin adım sonra, varmak istedikleri yere erişeceklerdi.

Sona yaklaşmakta olanların sabırsızlığı Çakır’ın da yüreğini sarmaya başlamıştı. İçinden bine kadar saymaya karar verdi… Saydı.

Bir bin daha… Fakat bu sefer beş yüze gelmeden sayıyı şaşırdı. Göğe ve ufuklara baktı. Belli belirsiz bir ağartı başlamıştı. Birden canlandı ve gülümsedi. Çevik bir hareketle atından atladı. Arabanın önüne geçti. Bir eliyle öküzlerin boynuzlarından tuttu. Şimdi onları daha ağır yürütüyor, hiç ses çıkarmamasına çalışıyordu. At, kendi kendine ve uysal adımlarla sahibini takib ediyordu. Bu sırada, kağnıdaki kadın, yavaşça seslendi :

– Geldik mi Çakır Ağa ?

Çakır gözleri bir köy evine çevrilmiş olduğu halde cevap verdi :

– Geldik sultanım !

Bu ‘sultanım’ kelimesi gayet yavaş söylenmişti. En yakın evden bile elli adım uzaktaydı. Asıl köy daha biraz ilerde başlıyordu. Kırk evlik bir köydü.

Çakır, kağnıyı kapıya kadar yaklaştırarak durdurdu. Çevresine şöyle bir baktıktan sonra kapıyı tıkırdattı. Bekledi.

Bütün köyde, derin bir sessizlik vardı. Sabırsızlıkla yeniden ve daha kuvvetle vurdu, dinledi. İçerde bir kıpırdama vardı. Bir daha vurdu. Yürüyen birinin ayak sesleri yaklaştı ve bir kadın sesi duyuldu.

– Kim o ?

Çakır, ağzını kapıya yaklaştırarak cevap verdi :

– Aç, ana benim…

– Çakır ! Sen misin ?

Kapı açıldı ve orta yaşlı bir kadın, hayretle genç adama baktıktan sonra kağnıyı görerek sordu :

– Konuk mu var Çakır ? Bu zamanda niye geldin ?

Çakır, elini dudaklarına götürerek, sus işareti verdikten sonra yavaşça :

Işığı yakıp yardıma gel….,dedi

Kadın, eve girerken kendisi de kağnıya yaklaşarak arkadaki keçe perdeyi araladı. Çakır, elinin uzatmıştı :

– Sandığa basarsanız sultanım… dedi.

Sandığı bir merdiven gibi kullanan kadın ağır ve ihtiyatlı hareketlerle, Çakır’ın elinden tutmuş olduğu halde indi. Üç dört adımda kapıdan girdi. Yaktığı mumu tutarak ortalığı aydınlatan ev sahibinin kılavuzluğu ile yürüyüp sedire oturdu. Gülümseyen bir yüzle ‘Hoş geldin konuk’ diyen ev sahibine ‘Hoş bulduk bacım’ cevabını verdikten sonra kimsenin duymayacağı kadar yavaş bir sesle ‘Allah’a hamdolsun’ diye söylendi.

Çakır, bu sırada büyük bir çabuklukla iş görüyordu. Sonra öküzlerle atını ahıra çekti.

Bu evde Satı Kadın, iki yaşındaki oğlu ile birlikte oturuyordu. Çakır’ın süt anası olan ve onun tarafından sahici bir ana kadar sevilen Satı Kadın komşu Türkmen oymağından bu köye otuz yıl önce gelin gelmişti. Şimdi kırk beş yaşında,sağlam,dinç ve iyi yürekli bir kadındı. Büyük oğlu Niğbolu savaşında,kocası da Ankara Savaşında şehit olmuşlardı. İki kızını evlendirip gurbete göndermiş, bu evde iki yaşındaki küçük oğlu Evren’le yalnız kalmıştı. Kocası ve büyük oğlu azap olarak orduya gitmişler,azap olarak ölmüşlerdi. Ama sipahilik başkaydı. Bu bakımdan süt oğlu Çakır’a bayılırdı.

Satı Kadın, bunları düşünürken Çakır’ın sesini duydu :

– Ana ! Yiyeceğimiz vardı ama iki gündür sıcak bir yemeğe hasret kaldık. Bize bir tarhana çorbası yapar mısın ?

Çakır bu sıcak yemeği kendisi için değil,konuk için istiyordu. O itiraz etmesin diye böyle konuşuyordu.

Kadın zaten ocağı yakmaya hazırlanıyordu. Satı Kadın’ın gözleri açılmıştı.

– Ne diyorsun Çakır ?, diye mırıldandı.

Çakır yine yavaşça bir şeyler söyledikten sonra ‘Ana ‘ Bana Kuran üzerine and ver’ dedi ve koynundan bir Kuran çıkardı. Süt ana, onu alıp öperek başına koydu. Evin en uzak köşesine, konuğun gözünden tamamıyla saklı bir yerine gittiler. Kadın, Kuran’a el basarak yemin etti.

Çakır, yeniden birşeyler söyledi ve ‘İşte bunun için kalamam. Çorbayı dahi içemeyeceğim. Çakır, saygılı bir durum almıştı :

– Sultanım, dedi. ‘Bana izin ver. Her şeyin gizli kalması için hemen gitmem lazım. Anamın ağzı sıkıdır. Güvenilecek kadındır. Kuran’a el basarak da and verdi. Her emrini yerine getirecektir. Ben ilk fırsatta yine geleceğim. Allaha ısmarladık.

Bunları söyleyerek ilerledi. ‘Sultanım’ diye söz ettiği kadının eteğini öptü ve ‘Bir emrin var mı ?’ diye sordu.

Mumun titrek ışığında yüzü solgun görünen ve asil bir çehre taşıyan bu güzel ve çok genç kadın, yanındaki deri torbanın içinden küçük bir kese çıkararak uzattı .

– Bunu al Çakır Ağa ! Lazım olur dedi. Allah yardımcın olsun. Üzerimizdeki büyük hakkını helal et.

Bu sözler o kadar büyük bir vakar ve hüzün içinde söylenmişti ki, Satı Kadın’ın gözleri yaşardı. Çakır da üzgündü. Uzatılan keseyi alarak onun arzusunu yerine getirdi. ‘Helal olsun’ dedi. Tekrar eteğini öptükten sonra hızla evden çıktı.

Çakır evden çıkarken yalnız küçük bir yiyecek torbası almıştı. Çabuk adımlarla ahıra yürüdü. Deminden beri biraz samanla oyalanmış olan atına bir avuç arpa verdikten sonra dışarı çekti. Gün ağarıyor, lapa lapa kar yağıyordu. Bir sıçrayışla atına atladı. Geldiği yola yöneldi, uzaklaştı. Biraz sonra sonsuz ovada kayboldu.
BALA  HATUN

Çakır’ın, gizlice süt anasının evine getidiği genç kadın,bir tehlikeyi önlemek için böyle saklanıyordu. Amasya Beği Şad geldi Paşa’nın küçük yeğeni olan Bala Hatun,Yıldırım Bayazıd’ın oğullarından İsa Beğ’in haremiydi. Sel gibi kahraman kanının aktığı,Türk’ün Türk’ü kırdığı o korkunç Ankara Savaşından sonra Yıldırım Bayazıd tutsak düşüp kendi canına kıyınca,oğulları Osmanoğullarının göreneğine uyarak beğlik davasına kalkmışlar,birbirlerine karşı gelmişlerdi. İsa Beğ böyle düşünüyordu. Ancak şu var ki,kendisini tanımamışlardı. Çaresiz vuruşacaklardı.

İsa Çelebi de öyle yapmış,vuruşmuştu. Fakat talih kendisine hiç yar olmuyordu. Sipahisi pek az olduğu gibi,babasının en değerli devlet adamlarından hayatta olanlar da kardeşlerinin yanında kalmışlardı. Bir iki çarpışmanın yenilmeyle bitmesi,hemen tek başına denilecek şekilde dağdan dağa kaçışlar,İsa Beğ’de bir kaygı yaratmıştı. Talihin kendisine güler yüz göstermeyeceğini bir önsezi ile anlıyordu. Bir Osmanoğlu olarak bundan hiçte çekinmiyordu. Onu düşündüren şey başkaydı. Büyük bir aşkla sevdiği Bala Hatun üç dört ay sonra dünyaya bir çocuk getirecekti. Bu çocuk erkek olur ve ve kendisi de davayı kaybederse kardeşleri bu çocuğu sağ bırakmazlardı. Bu değişmez,merhametsiz bir kanundu.

İsa Beğ,işte bu doğmamış çocuğu ve onun öldürülmesiyle sevgili evdeşi Bala Hatun’un duyacağı korkunç kederi düşünüyordu. Onu saklamalı,emniyete almalıydı. Bala Hatun’u öyle birisine emanet etmeliydi ki,hem ağzı sıkı,hem gözü pek olmalı,üstelikte dikkati kendi üzerine çekmeyecek durumda bulunmalıydı. Kendi adamları arasında bu kıratta ancak Çakır vardı. Henüz çok gençti ama sadakatin ve fedakarlığın örneği bir yiğitti,fakat tanınmış değildi. Karası Sancağında tımarlı bir sipahiydi. Ankara Savaşındaki binlerce bilinmedik kahramandan birisi de oydu. Havadaki mevhum noktaları bile vuran keskin nişancı Çağataylılara karşı kalkanı ile kendisini koruduğu gibi savaşın harman edildiği kanlı bir yerinde de bir defa kılıcıyla İsa Beğ’i kurtarmıştı. Yıldırım Bayazıd’ın oğlu Mehmed Beğ’le yapılan o talihsiz vuruşmada Çakır olmasaydı belki de İsa Beğ şimdi yaşamayacaktı.

Onun , bir tahta köprü başında durarak Mehmet Çelebi askerleriyle tek başına bir vuruşması vardı ki,destanlara geçse yeriydi. İsa Beğ yaralı,yorgun atı ile Çakır’ın kazandırdığı zaman sayesinde uzaklaşıp kurtulabilmiş,Çakır da,kendisini suya atarak akıntının yardımıyla selamete ulaşmıştı. Çakır,güvenilir bir adamdı.

Çarpışmaların durulduğu,Mehmed Beğ ordusunun çekildiği günlerin birinde İsa Beğ,Çakır’ın yanına çağırmış,mahzun bir yüzle şöyle demişti :

– Çakır ! Şimdilik tehlikeden uzak gibi görünüyoruz. Sonum iyi olmayacak. Kendimi değil,hatunumu düşünüyorum. Yüklüdür. Birkaç ay sonra bir çocuğumuz doğacak. Osmanlı’nın töresini biliyorsun. Benim başıma bir şey gelir,sonra da bu çocuk erkek doğarsa onu yaşatmazlar. O zaman Bala Hatun perişan olur. Bunu önlemek lazım. Bu da Bala Hatun’un hiç kimsenin bilmediği bir yere saklanmasıyla olur. Benim böyle bir yerim yok. Osmanoğlu olduğum için nereye gitsem tanınırım. Acaba sen onu emniyetli bir yere saklayamaz mısın ? Senin tımarının bulunduğu köyde bir ev sağlayamaz mıyız ?

Çakır,biraz düşünmüş,sonra :

– Bu bakımdan benim köyüm o kadar emniyetli sayılmaz beğ,demişti. Fakat süt anamın köyü oldukça sapadır. Evi köyün kıyısında,kendisi de Türkmendir. Biraz sıkıştı mı,aşirete sığınırlar. Hem de süt anam ağzı sıkı kadındır. Bala Hatun’u oraya götürelim.

İsa Beğ,biraz düşünmüş,sonra bu teklifi kabul etmişti. İkisi başbaşa verip Bala Hatun’u nasıl kaçırıp saklayacaklarını tasarlamışlardı. Bu işi ikisinden başka kimse bilmeyecekti. İsa Beğ,dikkati başka yere çekmek için bir askeri yürüyüş gösterisi yapacak,kendi buyruğundaki yerlere bu şekilde fermanlar,buyrultular gönderecekti.

Mevsim güzdü. Fakat güç,müç bu iş yapılacaktı.

Çakır, eşkin altına atladığı zaman,yanında İsa Beğ’in verdiği keskin ve benzersiz kılıç,koynunda da bir fermanla bir mektup vardı. Ferman yine aldatmaca idi. Çakır’ın sözde ulak vazifesi gördüğüne halkı inandırmak için yazılmış bulunuyordu. Mektup ise Bala Hatun’a idi. Birkaç satırla durum anlatılıyor ve Çakır’ın kendisini selamete ulaştıracağı söyleniyordu. Evet,yalnız birkaç satır….En tehlikeli maceraya atılırken,ölüme giderken veya veda ederken bile birkaç satır… Osmanoğulları çok konuşmasını sevmedikleri gibi,uzun yazmaktan da hoşlanmazlardı. Üçüncü bir köyde İsa beğ içinmiş gibi kağnıya un,bulgur,elma doldurdu. Dördüncü bir köye giderken un torbalarını bir dereye attı ve köyden bir kaç temiz şilte ve yastık alarak kağnıya yerleştirdi. Köylerden akşam olurken yola çıkıyor,gece karanlığında yol değiştirerek gayesine doğru ilerliyordu.

Bala Hatun’un oturduğu köye varmadan bir gün önce,tam öğle vakti bir orman kıyısında üç dervişe rastladı…. Acayip suratlı,acayip kılıklı adamlardı. İkisinde de saç sakal birbirine karışmıştı. Hele bir tanesi iri yarı ve korkunç bir şeydi. Kalın sopasını kaldırarak :

– Dur,Sipahi diye bağırdı.

Çakır,durdu. Aynı zamanda :

– Ben Sipahi değilim,diye cevap verdi.

İri derviş,ormanda uğuldayan bir sesle:

– Sipahisin,dedi. Saklama ! Bozlak Baba’dan sır saklanmaz.

Çakır,bir belaya çatmak üzere olduğunu anlamıştı. Çevresine bakındı. Kağnıya bir zarar gelmesinden korkuyordu. Ne istiyorsun ?

Derviş,sopasını kaldırarak kağnıya uzattı :

– Kağnıda ne var ?

– Azık !

– Mektubu ver !…

Damdan düşercesine söylenen bu söz Çakır’ı bir hoplattı :

– Bre aptal ! Sen aklını mı kaçırdın ? Sana azık var diyorum,mektup istiyorsun. Yoksa azıkla değil de kağıt yemekle mi doyuyorsun ?

Derviş bu sözleri işitmemiş gibiydi. Çakır’ı iyice korkutan şu sözleri bağırarak söyledi :

– Koynundaki mektubu ver !

İş sarpa sarmıştı. Yoksa Çakır’ın koynundaki gizli mektubu nereden bilecekti ? Çakır, atın üzerinde dizlerinin titrediğini hissetti. Bala Hatun’u içine yerleştirip süt anasının köyüne götüreceği kağnı olmasa hemen mahmuz vurup dört nala kaçardı. Fakat şu kağnı o kadar mühimdi ki,onu bırakmaktansa ölüme razıydı. Bu düşünceyle kendisini toparlayarak bağırdı :

– Yıkıl önümden , uğru kılıklı herif !

Derviş yine oralı değildi. Sopasını tehditkar bir şekilde sallayarak yeniden gürledi :

– İsa Beğ’in çaşıtı sipahi…Koynundaki mektubu ver !…

Bu sözler üzerine Çakır’ın beyninde bir şimşek çaktı. Mehmed Beğ,bütün Osmanlı ülkesine,ta Edirne’ye kadar her çeşitten insanlar yollayarak propagandaya giriştiği gibi,demek ki İsa Beğ ülkesinin göbeğine kadar da adam sokmuştu. Bu düşünce Bozlak Baba’nın keramatinden doğan korkuyu Çakır’ın yüreğinden sildi. Aynı zamanda derviş,atın gemini tutarak cümlesini tekrarladı :

– Mektubu ver !

Öteki iki derviş üç dört adım geride taş gibi hareketsiz duruyorlardı. Çakır,kafası iyice kızmış olduğu halde bir hamlede atından atlayarak dervişin kolunu tuttu :

– Atımı bırak,diye bağırdı.

Derviş çok uzun boylu ve iri yarı idi. O zaman derviş,elini Çakır’ın göğsüne dayayarak şiddetli itti ve Çakır bir kaç adım geriye gittikten sonra sırt üstü yere düştü. Zebella kılıklı dervişin zebani gibi de kuvvetli olduğu anlaşılıyordu.

Artık ok yaydan çıkmıştı. Top gibi zıplayarak ayağa kalkan Çakır,çevik bir hareketle kepeneğini sırtından attı. Yıldırım hızıyla kılıcını sıyırdı. Kaplan gibi ileri atılarak kılıcını savurdu. Bu tam bir sipahi vuruşuydu. O kadar ustaca ve öyle hızla vurmuştu ki,derviş yere bir kütük gibi düştükten sonradır ki,başı gövdesinden ayrılarak yuvarlandı,bir kaç adım ötede kaldı.

O zaman umulmadık bir şey oldu. Derviş abasının altından da başka bir sipahi çıkmıştı. O da şimşek hızıyla kılıcını çekti ve :

– Davran bre İsa Beğ çerisi ! diye haykırarak Çakır’ın üzerine atıldı. Kılıçlar havada bir çarpıştı. Ayrıldı,yine çarpıştı.

Artık işin gizli kapaklı tarafı kalmamıştı. Vuruşan iki sipahi de bunu bildiklerini haykırışlarıyla belli ediyorlardı. Çakır,kılıç savururken ‘Al ! İsa Beğ aşkına…’diye bağırıyor,karşısındaki hamle yaparken ‘Al ! Mehmed Beğ aşkına ! diye karşılık veriyordu. Öyle bir gayret ve istekle kılıç savuruyor,öyle bir inatla çarpışıyorlardı ki,gören bir meydan savaşının sonucu bu iki kişinin dövüşüne bağlı sanırdı.

Vuruş uzadıkça iki sipahi övünmeye ve birbirini kızdırmaya da başladılar. Çakır havada döndürdüğü kılıcını düşmanına indirirken :

– ‘Bana Barakoğlu Çakır derler ! ‘ diye haykırdı. Beriki onun hamlesini çeldikten sonra kendisi saldırdı ve :

– Bana da Çapanoğlu Çakır derler ! diye bağırdı.

Demek ki vuruşanlar adaştı.

Barakoğlu Çakır yeniden bir vuruş yaptı ve :

– Senin gibi adaş olmaz olsun ! diye gürledi.

Öteki hemen karşılık verdi :

– Beğenmediysen adını değiştir !

Fakat ad değiştirmeye lüzum kalmadı. Boynu ile omuzu arasına kılıç yiyen Çaparoğlu,önce dimdik durdu. Sonra yüzünü hafifçe göğe kaldırdı. Ddaha sonra,kılıcını sımsıkı kavramış olduğu halde devrildi.

Çakır,düşen adaşına bakmaya vakit bulamadan acı bir at kişnemesiyle gözlerini atına çevirdi. Gördüğü manzara şuydu. Öteki derviş,Çakır’ın atına binmişti. Usta bir binici sürüşü ile oradan uzaklaşmaya çalışıyor fakat sadık at gitmek istemeyerek şahlanıyor ve kişniyordu. Canı yanan at,beş on adım koşuyor sonra durarak yeniden dönüyor,kişniyor,direniyordu.

Çakır çok düşünmedi. Kılıcını atarak bir kaç adım koştu. Sadağından çektiği oku yayına yerleştirip gezledi,atın nal sesi ve kişnemeleri arasında bir ok vınlayışı duyuldu. Arkasından okla delinmiş dervişin kaskatı yere yuvarlandığı görüldü.

Sadık hayvan koşarak sahibinin yanına geldi. Çakır yorgun,soluyordu. Bir dakika atına dayanarak geniş geniş nefes aldı. Silahlarını topladı. Üstünü aradı. Cepkeninin içindeki boynuna bağlı deri torbada dürülmüş bir kağıt buldu.    Bu Mehmed Beğ’in bir buyrultusu idi. Kağıdın verildiği Çakır’ın kendi adamı olduğunu,istediklerinin yapılmasını bildiriyordu. Üstünde tuğrası,altında imzası vardı. ‘Çakır’ adının buyrultuda yazılı olması Çakır’ı sevindirdi. Öteki Çakır için verilen kağıt kendi işine yarayabilirdi. Bunu koynuna yerleştirdi.

İki dervişle sipahi’nin ölülerine baktıktan sonra ‘İsa Beğ uğruna…’diye mırıldandı. Küçük bir tımarı vardı. Tımarın geliri kendisinden başka iki cebeli’nin de savaşa hazır bulundurulmasını sağlayacak kadardı.

Tımar sahibi olalı ancak iki yıl olmuştu. Babası şehit düştüğü zaman kendisi küçük olduğu için tımar amcasına kalmış,amcası ölünce de kendisine geçmişti. Babasıyla amcası Osmanoğullarının,dedeleri de Karasıoğullarının ordusunda hizmet etmişlerdi. Barakoğlu ailesi çok eski,küçük bir beğ ailesiydi. Selçuk padişahları zamanından beri sipahi oldukları söylenirdi.

Anası kendisini doğururken öldüğü için onu Satı Kadın emzirmiş,gür sütüyle Çakır’ı gürbüz bir çocuk olarak yetiştirmişti. Çakır’ı öz oğlu gibi bağrına basmış,Çakır da onu öz ana gibi sevip saymıştı.

Çakır, baba ve amcasından sipahi terbiyesi,süt anasından Türkmen terbiyesi alarak tam bir yiğit gibi yetişmişti. Çelik – çomak oynayarak başlayan hayat,daha sonra güreş,binicilik ve ciritle devam etmiş,bunun arkasından da okla nişancılık ve değnekle kılıç idmanları gelmişti. Hocadan okuyup yazma ve Kur’an dersleri almış,kış gecelerinde kahramanlık ve Battal Gazi hikayeleri dinlemişti.

On iki yaşındayken kışın korkunç oyunlar oynarlardı. Oyunun esası rakibinin elini kaynar suya batırmak,kendi eli batarsa bağırmamaktı.

Kaç defa arkadaşlarının elini kaynar suya daldırmış,kaç defa kendi eli daldırılmıştı. Orada hazır yoğurt durur,eli kaynar suya batıp haşlananların yanıklarına hemen yoğurt sürülürdü. Gık demezlerdi. Haşlanan el ilk gecesi sabaha kadar yanardı da yılmazlardı. Bir defa içlerinden biri eli haşlandığı zaman acıdan bağırdığı için darılmışlar,erkekliğe sığdıramadıkları bu hareketten ötürü aylarca yüzüne bakmamışlardı.

Bir kere de güçlü bir arkadaşıyla kapışırken ikisinin birden eli kazana dalmıştı. Ama bu korkunç oyunlarla acıya dayanmayı,çevik davranmayı öğreniyorlar,iradelerini keskinleştiriyorlardı.  Rum oğlanları gibi yalnız yiyip içip eğlenecek değillerdi ya…

Amcası tımarlı sipahi iken Çakır’a Türk usulü silme tokat atmasını öğretmişti. Hasmının yüzüne şiddetle indikten sonra onu silerek ayrılan bu tokat yaman şeydi. Ağaç gövdelerine tokat atarak idman yaparken onun yamanlığını pek anlamamış,fakat bir gün, yakınındaki Rum köyünden üç çocukla kavga ederken nasıl nesne olduğunu görmüştü. Doğrusu kaçan Rum’a yetişmeye imkan  yoktu. Bu onlara Tanrı vergisiydi.

Çakır’ın silme tokat hakkındaki düşüncesi daha sonra başka bir sipahi çocuğu ile dövüşürken olgunlaşmıştı. Bu sefer tokadı yiyen kendisiydi.

Önce birbirlerine bir iki tokat ve yumruk savurmuşlar,fakat tam konduramamışlardı. Çok geçmeden silme tokat Çakır’ın yüzünde patlamış,gözünün kamaşması geçtiği zaman kendisini yerde bulmuştu. Her halde bu tokat tam tarifine uygun atılmış olacak ki,yalnız kendisini devirmekle kalmamış,dudağının ucunu da şişirip kanatmıştı.

İşte Çakır,böyle büyüdü.

On beş,on altı yaşlarında iken başından geçen bir olay,daha doğrusu atlattığı bir tehlike onu İsa Beğ’le tanıştırmıştı :

Çakır bir gün ormana bal almaya gitmişti. Değneğini,bal kabını,yüz örtüsünü ve arıları kaçıracak tütsüyü alarak ormana dalan Çakır,yarık ağacın biraz uzağında uzun zaman bekleyip arıların uzaklaştığını gördükten sonra yüzünü örterek usulca ağaca yaklaşmış,tütsüyü yakarak son arıları da kaçırmış ve çiçek kokulu balı bıçağıyla çabuk çabuk keserek uzaklaşmıştı. Arılar küme halinde gelip ballarını azalmış görürlerse yanındakilere saldırıyorlardı. Çakır bunu bildiği için süratli adımlar atıyordu.

Birden bire karşısında beş kişinin dikildiğini gördü. Fakat tepeden tırnağa pusatlı idiler. İçlerinden biri sıska,uzun boylu ve çok esmer olanı iğrenç bir sırıtma ve çirkin bir sesle sordu :

– O kazanda ne var delikanlı ?

Çakır,bıçağı yanında oldukça kimseden korkmazdı. Meydan okurcasına cevap verdi :

– Sana ne ! Kim oluyorsun da soruyorsun ? Uğru kulaklı herif büsbütün sırıttı :

– Bu ne kabadayılık böyle beğzade ! Cellat Mıstık’ı tanımadın mı ?

Cellat Mıstık diyince Çakır,işi anladı. Pervasızca sordu:

– Yoksa sen Çingene Mıstık mısın ?

Öteki kahkaha attı :

– Nasıl da bildin ! Bunu bildiğin gibi elindeki kazanı,kemerindeki akçayı isteyeceğimi de elbet bilirsin.

– Ben elin pis çingenesine kazan mazan vermem !

Mıstık alaya başladı :

– Vay beğzadem… Sen de mi çingeneyi hor görüyorsun ? Çingene adam değil mi ?

Sonra birden suratı değişti. Korkunç bir hal aldı. Yanındakilerden birine çingene edasıyla buyurdu :

– Ulan İbo ! Şu deli Türk’ün elinden kazanı alıp dersini ver de dünyanın kaç bucak olduğunu anlasın !

İbo, bir elini bıçağına atarak Çakır’a doğru yürüdü. Fakat umulmadık bir şey oldu.

Deli Türk’ün silme tokadı yıldırım hızıyla İbo’nun suratına indi ve tokadın şaklayışı koca ormanda bir kaç kere yankılandı. Çakır bu işi yaparken,değneğine geçirerek omuzuna vurduğu kazanı sopadan kaydırıp yere atmış ve sopasını sol eliyle kavramıştı.

Çingene uğrusu yerde baygın yatıyordu. Bir anlık şaşırma ve susmadan sonra Cellat Mıstık’ın bed sesi havada çınladı :

– Gebertin !

Bu söz üzerine en yakındaki çingenenin,saldırmasını havada parlatarak atıldığı görüldü.

Çakır,sol elindeki değneğini sağına geçirdi. Bu vuruş dağda,bayırda saldıran kurt ve ayılardan korunmak için yapılan vuruştu. En azgın aç kurt bile bu vuruşu başına yiyince ölürdü. Tabiidir ki , çingene eşkıyası kurt kadar dayanıklı değildi. Çakır’ın yedi yaşından beri değnekle vuruş talimi yaptığından da habersizdi. Deminki silme tokadı yiyen İbo, belki bir kaç dakika sonra kendine gelebildi. Ama ikinci çingene o anda cehennemi boylamıştı.

Cellat Mıstık,üst üste iki adamının bu toy oğlan tarafından yere serildiğini görünce durumun ciddiliğini anladı ve çılgına döndü. Pala ve saldırmalarını çekmişlerdi.

Çakır’ın değneği şaşmaz inişlerle hedefini buluyordu. Fakat deminki kadar tesirli değildi. Çingeneler o sopanın tılsımlı olduğunu anlamışlardı. Pala ile değneği düşürmeye çalışıyorlar,fakat başaramıyorlardı.

Çakır, fırıldak gibi dönüyor,üç Çingene tarafından sarılmamaya uğraşıyordu. Bir iki vuruş yapmış,hatta birisinin palasını bile düşürmüştü ama herif bu hengamede onu yerden tekrar almaya muvaffak olmuştu.

Yorulmaya başlamıştı. Teke tek gelseler iş kolaydı ama çevrilmemek için bir ona, bir ötekine koşarak vuruş yapmak,kuşatılır gibi olunca beş on adım seğirterek kendisini emniyete almak az yorucu değildi.

Geniş geniş soluyordu. Üstelik Cellat Mıstık’ın palası,yanağında bir yara açmış,ılık kan boynundan içeri sızmaya başlamıştı.

Bir aralık yine koşarak eşkıyalardan uzaklaştıktan sonra geriye döndü ve Mıstık’ın ötekilerden biraz açılmış olduğunu gördü. Öldürücü bir vuruşla herifi çökertirse yamakları ya kaçar ya yenilirdi. Değneği atadan gördüğü biçimde döndürerek savurdu. Hızından havada ıslık sesi,ardından bir çatırdı işitildi. Yazık !… Değnek,pala ile çarpışarak kırılmış,Çakır’ın elinde üç karışlık güdük bir parça kalmıştı. Aynı zamanda bıçağına el atmış fakat daha çekmeden Çingene’nin palası omuzuna inmişti.

Çakır,bir adım geri fırlayarak bıçağını sıyırdı ve omuzundaki yaranın acısıyla gözleri şimşeklenerek karşısındakilere baktı. Yirmi kadar atlı vardı…Bir kaçı yere inerek üç çingeneyi yakalamıştı. Geniş bir soluk aldı. Acısını unuttu. Kurtulmuştu.

Çingenelerin tutulması için buyruk veren adam,çok genç,yakışıklı birisi,her halde bir beğdi. Giyimi ve pusatları alımlı idi. Atından inmiş olanlardan biri,yaralarını görmek için Çakır’a yaklaşırken yavaşça :

– Bu gördüğün bey,padişahımız Yıldırım Bayazıd’ın oğlu İsa Beğ’dir demişti.

İsa Beğ, çok hafif,belli belirsiz gülümseyerek sordu :

– Nasıl yiğitçe dövüştüğünü gördüm . Sipahi oğluyum,beğ !

İsa Beğ,başıyla Çingeneleri işaret etti :

– Ya bunlarla davan nedir ?

– Bunlarla davam yok. Bunlar Çingene uğrusudur. Başları da işte şu Cellat Mıstık….

– Bunlar seni soymak mı istediler ?

– Evet beğ !

– Şu yerdekileri sen mi hakladın ?

– Evet beğ !

İsa Beğ Mıstık’a döndü. Kaşları çatılmıştı :

– Bre melûn ! Çingeneliğine bakmayıpta Türk Sipahisinin oğlunu soymaya mı kalkarsın ?

Mıstık’ta cevap verecek hal kalmamıştı. Tımarın boşalıncaya kadar benim adamlarım arasına girmek ister misin ?

Çakır,bir dizini yere vurarak,elini bağrına bastı :

– Canımı kurtardın Beğ ! Senin kullarından olmayı cana minnet bilirim,diye cevap verdi.

İşte Çakır, İsa Beğ’le böyle tanıştı ve onun maiyetine böyle girdi. Doğrusu yediği ekmeyi hak edecek kadar fedakarlık gösterdi. Amcası ölüp tımar kendisine kaldığı zaman gene İsa Beğ’in yanından ayrılmadı. Onun yalnız kulu değil,en yakın arkadaşı da oldu.

Çakır denenmiş,sınanmış kişiydi. Tam bir Türk’tü. Belki zamanında hiç bir yasa,töre tanımaz fakat inanarak bağlandığı İsa Beğ’in bir buyruğunu en büyük yasa sayarak bu uğurda ölebilirdi. Kendisine gösterilen güven onu şımartmıyordu. Aradaki sınırı hiç bir zaman aşmıyordu. Karşı karşıya şarap içip dünyayı dumanlı gördükleri günler de olmuş,fakat o zamanlarda bile ne İsa Beğ onun gönlünü kırmış ne de Çakır, İsa Beğ’de en küçük bir hoşnutsuzluk uyandırmıştı. Şehzade terbiyesi ile sipahi terbiyesi hiç aksamadan bağdaşıp gidiyordu.

Bu yakınlık Ankara Savaşında en yüksek noktasına varmıştı. Çakır, İsa Beğ sayesinde hayatta olduğunu unutmuyor,gerekirse onu kurtarmak için ölümü göze almaya hazır ve hevesli bulunuyordu. İsa Beğ ise bu kadar sadık ve candan bir arkadaşı kaybetmenin ölümden beter olduğunu düşünerek kendisinden çok onu koruyordu.

O benzeri görülmemiş savaşta ayrı ayrı kaç kere ölümün veya tutsaklığın eşiğine kadar gelmişler,fakat sıyrılmanın yolunu bulmuşlardı.

İşte Çakır,bu Çakır’dı ve şimdi kardeşleriyle taht davasına kalkan İsa Beğ’in güvendiği adam olduğunu gösteriyordu. Öyle dünya kavgalarına girdi,başından öyle işler geçti ki,nasıl olupta yaşadığına kendisi bile şaşıyordu.

İsa Beğ öldükten sonra işler sarpa sardı. Birkaç yol ölüm tehlikesi geçirdi. İşte o zaman öteki Çakır’ın üstünde bulduğu buyrultu, Mehmed Beğ’in buyrultusu ile canını kurtardı. Demek ki Allah böyle takdir etmişti. Kardeşlerin en küçüğü olan Mehmed Beğ,Osmanlı ülkesine beğ olmuş,öteki kardeşler bu dünyadan el etek çekmişlerdi.

Artık memlekette iç kavgası kalmamış,düzen kurulmuş,kendisi de Osmanlı Padişahı Mehmed Beğ’in sipahileri arasına girmişti.

Bütün bu kargaşalıklar,vuruşmalar,tehlikeler arasında da Bilecikli bir kızı sevmiş,onunla evlenmiş,iki kız çocuğu olmuştu. Bu on yılda ancak iki defa süt anasına para ve haber yollayabilmiş,fakat kendisi ondan haber alamamıştı. Ara sıra içine bir ürperti geliyordu. Bu ürpertiyi doğuran sebep Satı Kadın’ın ölmüş olması ihtimaliydi. O zaman Bala Hatun ne yapardı ?

Süt anası öyle çabuk ölecek insanlardan değildi ama her insana gelen kazalardan biri ona da gelmiş olamaz mıydı ?

Çakır, beynine yerleşmek isteyen kötü düşünceleri geride bırakmak için atını mahmuzladı. Elli beşine gelmişti. Fakat hâlâ dinç ve yakışıklıydı. Yüzü hâlâ kırışmamıştı. Boru değil, Türkmen kızıydı.

Evinin önüne gelen atlıyı şöyle bir süzdü. Kaşlarının çatıklığı,bakışlarının sertliği geçti. Gülümseyerek :

– Çakır, sen misin ? diye bağırdı.

Çakır,atından atlamıştı.

– Benim ya !… Az kalsın oğlunu tanımayacaktın…

Sarıldılar. Süt anasının elini öptü. Kadın hasretle süt oğluna bakıyordu.

– Tanımam ya. Şimdi koca adam olmuşsun…

– Sadece koca adam değil,baba da oldum. Yakında torunların el öpmeye gelir.

Satı Kadın’ın sevinçten gözleri yaşarmıştı :

– Hey Allahım hey ! Kaç torunum var ?

– İki torunun var. Ayşe ile Fatma. Ama oğlum olmadı.

– Allah ömür versin. O da olur.

Sustular. On yıllık hasret bu üç beş sözle dinmiş olamazdı. Ama ikisi de başka bir konunun akıllarına gelmesiyle sözü burada,sanki sözleşmiş gibi kestiler ve önlerine baktılar.

İlk konuşan, Satı Kadın oldu :

– Atını ahıra çekte içeri gel.

Bunu söyleyerek eve girdi.

Çakır, hüzünlendiğinin farkındaydı. Bu düşünceyle elini mümkün olduğu kadar ağır tutarak atını bağladı. Takımlarını çıkararak önüne biraz saman koydu. Yavaş adımlarla yürüyerek kapıya geldi. Bir iki saniye durduktan sonra içeri girdi. Satı Kadın ayakta kendisini bekliyordu. Bu deminki gülümseyen,tatlı bakan kadın değildi. Tuhaf bir hali vardı.

Çakır,çevresine bakınarak yavaş sesle sordu :

– Hatun nerde ?

– Hatun yok !

Bu cevap pek acı bir sesle verilmişti. Çakır’ın gözleri açıldı :

-Gitti mi ?

– Hayır !

– Ne oldu ?

Satı Kadın başını yana,bu eve ilk geldiği gün Bala Hatun’un oturduğu sedire çevirdi. Mırıldandı :

– Allah rahmet eylesin…

Bir tımar sipahinin iki gün aç veya uykusuz kalmadan yorulması görülmüş,işitilmiş değildi. Fakat işte Çakır şimdi ne aç veya susuz ne de uykusuz olduğu halde yorgunluk duyuyordu. Bitkin adımlarla yürüyerek sedirin öteki ucuna oturdu. Beride sanki Bala Hatun varmış gibi saygılı bir duruşla yerleşerek süt anasının yüzüne baktı :

– Hatun ne zaman öldü ?

– İsa beğ’in haberini aldıktan beş altı ay sonra…

– Çocuk ne oldu ?

Satı Kadın,evin açık kapısından,birşey arıyormuş gibi kırlara baka baka cevap verdi :

– Çocuğu doğdu. Dört ay sonra İsa Beğ’in ölümünü öğrendi. Birden sütü kesildi,kendisi de durgunlaştı. Bizim aşiretten bir süt ana buldum. İki ay burada kalarak çocuğu emzirdi. Hatun’un gözü artık çocuğunu da görmüyor,yalnız gözlerini yere dikerek düşünüyor,arada sırada ağlıyordu. O kadar yalvardığım halde yiyip içmiyordu. Günden güne soluyordu. Bir akşam oğluyla beraber yatmak istedi. Yeniden kendine geliyor diye sevinmiştim. Çünkü çocuğu büsbütün bana bırakmıştı. Onunla konuştu. Ertesi sabah kalktığım zaman Bala Hatun’u ölmüş buldum. Muradcık Hatun’un uzatmış olduğu koluna başını yaslamış,öylece yanında yatıyor,anasının yanaklarını ve saçlarını okşayarak ‘Ana,ana’ diye sesleniyordu. Gözleri yaşlıydı. Hatun’un da gözleri yaşlıydı. Belli ki ana oğul ağlaşıyorlardı. Murad, o zaman bir yaşındaydı. Kucağıma aldığım zaman yüzünü anasına döndürmüş,eliyle onu göstererek hazin hazin ağlamıştı. Daha çok bana alışmıştı ama bunun sahici ana olduğu,bir daha buluşmamak üzere ayrılacağı galiba küçük yüreğine doğmuştu. Hatunu gömdük. Mezarı kaybolmasın diye başına bir tahta diktim. O günden beri yaz kış demez,her cuma,başında bir Fatiha okurum.

Satı Kadın sustu.  Ağlıyordu. Çakır da bir çocuk gibi ağlamamak için kendisini güç tutuyordu. Birden sordu :

– Murad nerde ?

– Evren’le davar gütmeye gittiler. Gün batmadan gelirler.

Kara haber Çakır’a Evren’i unutturmuştu.

– Büyüdüler mi ?

– Evren on ikisinde, Murad onunda. Yalnız Allahın günü güreşip yara bere içinde kalırlar.

Süt anası,Çakır’a erik pestili ezmişti. Testide soğutulmuş su ile yapılan şerbet cana can katardı. Çakır,kaseyi sonuna kadar içtikten sonra ‘Eline sağlık ana’ dedi ve zamansız bir şey isteyen çocuklardaki yüz safiyeti ile :

– Bana Hatun’un mezarını gösterir misin ? diye sordu.

Mezara giderlerken yoldaki tanıdıklar kendisini selamlıyorlar. Çakır,verilen selamları alıyor fakat çoğunu tanımıyordu. Birden Satı Kadın ‘İşte burası’ dedi.

Bir toprak yığınının önünde idiler. Başında kırık dökük bir tahta parçası vardı. Demek ki Yıldırım Bayazıd oğlu İsa Beğ’in evdeşi,Şadgeldi Paşa’nın yeğeni olan Bala Hatun,o asil ve güzel kadın şu gösterişsiz yığının altında yatıyordu. Bütün mezarlık ziyaretçileri gibi Çakır da filozoflaştı. Dünyanın,hayatın boşluğunu ve mânâsızlığını düşündü. İsa Beğ’i hatırladı ve içlendi.

Ellerini açarak bir Fatiha okudu.
Gönlü azıcık serinlemiş olarak kabirlikten ayrıldı. Eve döndüler.

Satı Kadın,süt oğlunun çok beğendiği börekten yapmak için hamur tahtasının üstünde yufka açıyordu. Çakır,anasının ustalıkla ve ivedilikle yaptığı bu işe bir vakit baktıktan sonra :

– Ana,bu ne sürat böyle ? Hamuru da nasıl inceltiveriyorsun ? Ben kırk gün uğraşsam bu işi yapamam,dedi.

Satı Kadın tebessümdü :

– Ben de kırk sene uğraşsam senin gibi kılıç savuramam.
İki gürbüz oğlan kıpırdamadan duruyorlar,bir kendisine bir Satı Kadın’a bakıyorlardı.

Satı Kadın ciddileşmişti. Oğluna seslendi :

– Evren ! Yabani gibi ne duruyorsun ? İşte senin Çakır ağan….Elini öpsene….

Evren azıcık korkak adımlarla ilerledi. El öptü. Kadın bu sefer Murad’a baktı. – ‘Çılgın Kurt ! Hadi sen de Çakır amcanın elini öp oğlum…! Çocuk dikkatsizce ilerledi. Çakır’ın elini öptükten sonra onu yakından bir süzdü :

– Sen Sipahi misin ? diye sordu.

– Sipahiyim ya !

– Ben de Sipahi olacağım !

Bu sözler o kadar büyük bir ciddiyetle ve o kadar sevimli bir eda ile söylenmişti ki Çakır tebessümdü ; Onu bağrına basarak alnından öptü :

– Olursun Allahın izniyle…

O zaman yakından Murad’ın çehresine baktı.
Aynı gözler,aynı burun,hatta aynı duruş… İçi yine sızladı. Yamalı,yırtık pırtık giyimler içinde,alnındaki,çehresindeki,ellerindeki çizik ve sıyrıklar arasında bunun bir beğ oğlu,bir Osmanoğlu olduğu belirliydi. Şu kadar ki, bu reeli daha doğrusu bu vahim reeli süt anasıyla kendisinden başka kimse bilmiyordu. Bilemeyecekti de… Hatta Murad’ın kendisi de kim olduğunu öğren. Demin Satı Kadın yufka açarken onu nasuıl bir telkinle geliştirdiğini anlatmıştı.
Osman’ı da Çakır’ın dayızadesi diye tanıyordu. Anasının ismini Ayşe diye bellemişti. Bazı zamana kabrine gidiyordu.

Çakır’ın üstüne başına,bıçağına,duvara asılmış olan kılıç,sadak ve yayına bakarak sordu :

– Amca ! Kaç yaşında sipahi olurum ?

– Biçimine kazançsa on sekizinde olabilirsin.

Murad bu şekline gelmenin ne demek olduğunu kavrayamamıştı. Zekasında kısa bir hesap yaptıktan sonra :

– Sekiz senede Sipahi olacağım,dedi.

Evren’e bakarak ilave etti :

– Sen de zulüm olursun !

Evren , bundan sev :

– Neden zulüm oluyor muşum ?

-Ata binmesini öğren…

– Nasıl bilmiyorum ?

– Elbette bilmiyorsun.
Delifişek bir konuşması vardı ki, Çakır’ın pek güzeline gidiyordu. Satı Kadın söze karıştı :

– Güreşte hırslarını yenemeyince yarışıyorlar da… Evren bir iki yol attan düştü ama Çılgın Kurt düşmedi. Daha şimdiden akılda binici…

Hakikatinde ikisi de akılda binici idi. İkisinde de Türkmen kanı vardı. Komşu yayladaki Türkmen obasının çocuklarıyla dostluk ederken ata binmesini bilmişler,atı beğenmişlerdi.

Murad’a ‘Çılgın Kurt’ denilmesinin nedeni at sevgisindeki fazlalığı idi.
Dört nala giderken yerden çomak kapmasını tam Türkmen çocuklarından iyi başarırdı. Hiçbir şeyden korkmazdı. Tek başına olduğu zaman dahi on şahsa saldırmaktan çekinmezdi. Beş yaşındayken başlayan delifişekliği on yaşında son kerteye erişmişti. Doğrusu ‘Çılgın Kurt’ lakabı kendisine pek yakışıyordu.

HAYÂLETLER

Çakır,akşam yemeğini efkârlı bir neşe içinde yedi. Yetişmiş,yarın birer mert olacak iki çocuğu baktıkça keyifleniyordu.
Köyde iyi bir hoca olduğunu bilmişti. Evren’le Murad’ı karşısına sürükleyerek :

– ‘Iyi bir sipahi olmak için okuyup yazmak koşuldur,dedi. Yarın sizi hocaya götüreceğim. Okumasını bileceksiniz. Bundan başka Müslümanlığın koşullarını da iyice bellersiniz. Her gün gider,dersinizi alır,sonra oyuna çıkarsınız.’

Okuyup yazmak Sipahiliğin koşullarından olunca Çılgın Kurt buna itiraz etmezdi. Nitekim Çakır’ın önerisini can ve gönülden kabul edivermişti.
Bununla beraber itiraz da etmedi. İtiraz etmek elinde olsa da etmezdi. Zira Çılgın Kurt okumayı kabul etmişti. Ondan geri kalamazdı.

Çocuklar yattığı,büyüklerin de uyuma zamanı geldiği sırada Çakır :

– Ana,dedi. Çoktandır böyle hoş yemekler yememiştim. Kavurma ve bulgur haşlamasından başka bir şey baktığımız yoktu. Bu gece sanki beğ sofrasında ziyafette idim. Bunun sevincini bitirmek için de azıcık dışarıda gezeceğim. Şu parlak ay ışığının altında dünya güzelliklerini bakayım diyorum.
Yeniden öyle yaptı :

– Canın nasıl isterse öyle yap Çakır,dedi. Yatağını hazırlarım. İstediğin zaman kazanç uyursun.

Dışarıda ne hoş bir ışık,ne serinletici bir yel vardı. Karşıki tepeler,çam ormanı peri masallarındaki memleketler kadar göz akdikeni idi. Çakır tam bu hoş manzaralara bakarak yürüyor,fakat sanırım baktığı hoşlukları bak.

Bir yaşam kasrıgası içinde ömür geçirenler,bir gölgelikte dinlenmek için süreyi tespit edemeyenler,risklerle dost olanlar böyle geçici bir huzura kavuşunca kendi gönülleriyle hesaplaşırlar,geçmişi anımsarlar.
Mazide kalan insanlar yanılgılarından ve kabahatlerinden sıyrılmıştır. O,bir dosta daha sadakatli,bir sevgiliye daha çekici,bir anaysa daha şefkatli olur. Hatta böyle dakikalarda insan,düşmanını dahi affetmeye hazırdır.

Çakır,şimdi öz anasını,kendisini doğururken can veren bayanı düşünüyordu. Acaba nasıldı ? Çehreyi nasıldı ? Ne cinsli konuşuyordu ? Birden içinde bu hiç bak ananın sesini duymak için dayanılmaz bir istek,silinmez bir hasret duydu.
Çocukluğunda,gençliğinde bu anayı hiç düşünme de böyle olgunlaştıktan,bunca hengameler baktıktan,iki çocuk babası olduktan sonra onu hatırla ve içlen…Bu,çok enteresan şeydi.

Çakır bu gece hep ölüleri düşünüyordu. Şimdi de usunda babasıyla amcası vardı. Neden hep ölüleri düşünüyordu da dirileri usuna getiremiyordu ? Herhalde ölüler güçle kendilerini andırdırıyor,belki de böyle gecelerde ruhları oralarda uçuşarak dünyada kalanları bakıyordu.

Birden kendisini kabirliğin önünde buldu ve sanki saatlerce gezmeden kasıt buraya gelmekmiş gibi hiç teredüüt etmeyerek gündüz ziyaret etmiş olduğu Bala Hatun’un kabrine doğru yürüdü.

Ayak ucunda durmuştu.
Oradan basit basit ayrılmaya maksatlı olmayan bir insan haliyle çöküp bağdaş kurdu ve gözlerini şişkin toprağa dikti. Belki Bala Hatun’un kemikleri dahi kalmamıştı. Yaşayan birisiyle konuşur gibi :

– Bu kadar geç kaldığım için bağışla sultanım. Unutmuş değildim ama gelemedim işte…dedi

Elini koynuna götürerek her zaman göğsünde taşıdığı Kuran’ını çıkardı. Bala Hatun’un ruhu için okuyacaktı. Birden kabrin baş ucunda,kendisinden üç adım ilerde bir hayâlet baktı : Bu Bala Hatun’du.
Çakır,içinden bir coşku dalgasının,güzel ve tatlı bir ürperişin geçtiğini hissetti. Hayâletler ivedi kaybolurlarmış diye duymuştu. Fakat kaybolmuyor,git gide daha hoşlaşıyordu. Çakır, hayâletin dudaklarında bir hareket baktı ve çok yavaş bir sesin ‘Hakkını helal et Çakır Ağa’ dediğini duydu. Tıpkı on sene evvelki ayrılışta olduğu gibi…

Yüksek sesle konuşursa hayâlet belki kaybolur diye çekinerek o da çok hafif bir sesle ‘Helal olsun sultanım’ dedi.

Hayâlet konuşmada devam ediyordu.
Büyük hakkını helal et !

Çakır büyülenmişti. Hiçbir fobi dinle,ilahi bir zevk içinde hayâlete bakarak o ne isterse yapıyordu :

– Helal olsun sultanım !

Birden bire Çakır’ın gözleri kamaşır gibi oldu. Yaz gününde güneşe bakmış insanlar gibi bir an çevresini bak. Sonra gözlerini Bala Hatun’a çevirdiği zaman onu ve onun yanında yeni peyda olan ikinci bir hayâlet daha baktı. Bu İsa Beğ’di. O asil,kahraman ve yakışıklı çehreyi ile Çakır’a tebessümüyordu :

– Artık riskten uzağız.
Çakır,hiçbir zaman ozanın kopuzunda böyle bir uyum dinlememişti :

– Hakkını helal et.

Çakır, hayâletlerin isteğini yapıyor fakat kendisi onlara bir şey sormaya cesaret edemiyordu. Bala Hatun tekrar fısıldadı :

– Murad sana itimat…

Bala Hatun’un gözleri altında ay ışığının yansıttığı inciler parlıyordu. Demek ki hayâlet ağlıyordu. Ölü de olsa,hayâlette olsa anaydı. Yetim oğlu için ağlayacaktı. Işıklı gözlerle Çakır’a baktı :

– Murad’ı yetiştir.

İsa Beğ yineledi :

– Murad’ı yetiştir !

Çakır üçüncü bir ses daha duydu :

– Beni de an oğlum !

İsa Beğ’in yanında bu yeni hayâlet Çakır’ın anasıydı.
çehresinde de tül vardı.

Çakır heyecanlandı :

– Anacığım ! Sen misin ?

Bu hayâlet daha yavaş konuşuyordu :

– Benim oğlum. Beni unutma…

Koca sipahi hasret ve coşkudan titremeye başlamıştı. İşte anasının sesini duymuştu. Fakat neden çehreyi örtülüydü ? Kendisini dünyaya getirirken can verdiği için şehit mevkisine erişen bu kadının yüzünü baksa olmaz mıydı ? Otuz senede ilk kez o da hayâletini baktığı anasının yüzünü öğrenmek hakkı değil miydi ? Bu düşünceyle cesaretlendi :

– Anam ! Çehresini göster.

Hayâlet duy gibi davrandı.

– Anam ! Çehresini göster !

Anasının hayâleti başını hafifçe salladı.
Üç hayâlet birden kendisine azıcık yaklaştılar. Bala Hatun fısıldadı :

– Olmaz ! İinsanlar her şeyi öğren.

İsa Beğ devam etti :

– Olmaz. İnsanlar ancak gördüklerini öğrenecek , bildiklerini bakacaktır.

Anası bitirdi :

– Olmaz. İnsanlar her zaman bir şeye hasret kalacaktır.

İki yeni fısıltı daha dinlendi :

– Olmaz. İnsanlar öğrenemeyecektir.

Bunları açıklayanlar,İsa Beğ’in ardında peyda olan iki hayâletti ve bu hayâletler Çakır’ın babasıyla amcasıydı.

Bu sefer hepsi birden seslendiler :

– Bizi unutma !…

– Bizi an !…

Anası tek başını açıkladı :

– Vefat o kadar efor değildir.
O zaman beş hayâlet birden yinelediler :

– İnsan anıldıkça yaşıyor demektir.

– Anıldıkça yaşıyor demektir…

– ‘Yaşıyor demektir….’

Birden bire hayâletler kayboldu. O zaman büyük bir teesürle başını öne eğen Çakır,Kuran’ın açılmış olduğunu baktı ve apaçık sipahi gözleri ay ışığında Yasin’e dokundu. Okumaya başladı. Etrafında ruhların gezdiğini hissediyordu. İçi büyük duygularla doluydu.

Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi.
Çehresine sürdüğü elleri ıslanmıştı. Kan ve vefat göre göre vicdanı katılaşmış olan bu Türk sipahisi, bu gözyaşı nedir öğren Osmanlı askeri,tam Kuarn okuduğu vakitçe ağlamıştı.

Şimdi içinde bir rahatlık dinliyordu. Kuran okuyunca açılmış,efkârlarını atmıştı. Kalktı. Ağır adımlarla kabirlikten çıkarak eve doğru yürüdü. Girdiği zaman süt anası kalkmış ve o günün hazırlıklarına başlamıştı. Çakır’ı bakınca sadece ‘Geldin mi ? ‘ dedi.
Kavrayışlı bayandı. Çakır ‘Azıcık dinleneyim ana ‘ dedi. ‘Sen beni kaldırırsın’

Azıcık sonra tam ömründeki uykuların en rahatını uyuyordu.
DİL  SÜRÇMESİ

Süt anasının köyünde geçen günler Çakır için dolu günlerdi. Son dönemlerde keyif,ümit,yeis, her şey vardı. Fakat en önemliyi Evren ve Murad’la uğraşmasıydı.

Köyün hocasıyla konuşup ertesi gün derse başlatmıştı. Her gün sabah namazından sonra bir ölçü ders yapacaklardı.
Kırda ok atmaya başlamışlardı. Çocuklarda askerliğe yaman bir yetenek vardı. İlk oklarını,Rum askerlerinden aşağı kalmayan bir ustalıkla atmışlardı. İki üç senede apaçık nişancı olacakları belirliydi.

Onlara kara kucak güreşinin bazı oyunlarını da öğretmişti. Sonra sıra silme tokata gelmişti. Değnek bir yerinizi incitmesini zati öğreniyorlardı.

‘Çılgın Kurt’ demeye Çakır da alışmıştı. Mizaçları ve acarlıkları dolayısıyla değişiğine de Çılgın Evren demek yerinde olurdu ama millet nedense yalnız Murad’a çılgınlığı yakıştırmıştı.

Tımarın kazancı dolayısıyla savaşlara iki tane cebeli askerle birlikte gitmeye zoraki olan Çakır,daha şimdiden bu iki çocuğu gözüne kestirmişti.

Azıcık gelişseler cebeli 0larak bunları alacaktı.
Böyle çılgın gözlere çeride her zaman yer bulunuyordu.

Çakır için Çılgın Kurt’un ayrı bir mânâsı daha vardı : O İsa Beğ’in ve Bala Hatun’un kendisine itimat ettiği bir yetimdi. Hayâletler boşuna konuşmuyordu.

Bazı zamana komşu Türkmen obasına gidiyorlardı. Evren ve Murad obanın tam çocuklarını dosttular. Kendi köylerinde birbirlerinin aman vermez rakibi oldukları halde obaya gidince Türkmen çocuklarına karşı birleşiyorlardı. O ne iddialı güreşlerdi ! Güreşlerin heyecanına Çakır da kendisini kaptırıverdi.
Osmanoğlu diyince akla yalnız padişah ailesi kazançtı. Çakır böyle haykırınca Murad bir saniye güreşi keserek hayretle kendisine bakmış,sonra yine başlamıştı.

Çakır, bu dil sürçmesinden dolayı kendi kendisine darılmıştı. Yanlışını düzenlemek için azıcık sonra ‘Yaşa bre Osmanın oğlu… Baban sağ olup seni sağ olup seni baksaydı alnından öperdi’ diye bir ağız yapmış ‘Osmanoğlu’ile ‘Osmanın oğlu’nu birbirine karıştırarak deminki sözü unutturmak istemişti.
Bunu kendisine Satı Kadın ezberletmişti. Şimdi hoca da İhlas suresini öğretmişti. Murad,Çakır’a gelerek ihlas’tan kendisini sınav etmesini istemiş. Çakır’ın da himmetiyle iyice bellemişti. Bu arzunun nedenini Çakır iki gün sonra kavradı. Kabirlik yakınından geçerken gözleri ister istemez Bala Hatun’un kabrine ilişti ve bariz gözleriyle bir kaç çehre adımlık mesafeden Murad’ın orada olduğunu baktı. Elleri açıktı. Birden içi sızladı ve hayâletleri anımsadı.
Yeni giyimleriyle çocuklar bir hayli değişmişlerdi. Bellerine taktıkları kemerle birer Sipahi adayı olmuşlardı. Hele Çılgın Kurt o kadar başkalaşmış,vakarlı vaziyeti ile öyle olmuştu ki, Satı Kadın göze gel diye  omuzuna mavi boncuk dikmeğe mecburi kalmıştı.

Bu vaziyeti ile Çakır onu büsbütün başka bakıyordu. Nerdeyse kendisini de bir şehzadenin silah öğretmeni,lalası sanacaktı. Çılgın Kurt’un okumaya Evren’den çok fazla tutkulu olması da gözden kaçacak gibi değildi.
Silah alıştırmayı yaparken,yahut güreşip yarışırken gösterdiği haşarılıktan yapıt kalmıyordu. Bu çehreden Çakır bir gün kendisine ‘Aferin Murad’ demişti. ‘Çerilikte Çılgın Kurt olduğun gibi okumakta da molla çelebisin’. Böyle gidersen ileride iyi bir adam olursun.

Bir gün hep birlikte Türkmen obasına gittiler. O gün Evren ve Murad’la obadaki rakip çocuklar arasında iddialı müsabakalar olacaktı. Obanın yalnız çocukları değil,büyüklerinden bir çoğu da seyre gelmişti.
İlk anlarda başa geçen Çılgın Kurt gitgide arayı açarak birinci oldu. Türkmenler ikinci ve üçüncü olmuşlar,Evren sonuncu kalmıştı. Murad’ın kırk senelik sipahi gibi at sürüşü, hareketlerinin yanılgısız oluşu Çakır’ın çok güzeline gitmişti. Türkmen çocuklarıyla Evren de iyiydiler ama Çılgın Kurt’ta bir başkalık vardı ki,herhalde Allah vergisi olacaktı.

Ok atma daha coşkulu ve çekişmeli idi. Murad,dört çocuğun yaşça en miniği olduğu için kendisinden fazla bir zafer beklenemezdi.
Bir şey daha Çakır’ın dikkatini çekti. Çılgın Kurt da tıpkı babası  İsa Beğ gibi ok atıyordu. Birlikte çok savaşlara girip çıktıkları,yan yana çok ok attıkları için Çakır,İsa Beğ’in nasıl yay gerdiğini öğrenirdi. Sol kolunu gergin tutarak yayı anlar,sağ eliyle kirişi yakalayıp nişan aldıktan sonra sol sol kolunu usulca bükerek yayı yaklaştırır,öylece ok salardı. Murad da öyle yapıyordu. Çakır yeniden geçmişi anımsadı. Vaziyet ergonomik olsa gözleri dalıp dumanlanacaktı dahi.

Güreşlere gelince çok çetin geçti.
Fakat Murad yenildi. Rakibi kendisinden iki yaş büyük,bir baş boyu uzun,gürbüz ve kaya gibi sağlam bir Türkmen çocuğu idi. Görünüşlerine göre de kimse bu güreşte Çılgın Kurt’tan bir kazanma bekleyemezdi. Böyle olduğu halde onun öyle bir güreşmesi vardı ki ; tam Türkmenlerin beğenisini toplamıştı.

Çakır’ın ise yine içi parçalanmıştı. Zira İsa Beğ’in ümitsiz çarpışmalarını anımsamıştı. Onun uğraşları da böyle üstün güçlere karşı insan eforu üstünde bir emekle yapılmıştı.

Çılgın Kurt dövüşte yenilmeyi kabul etmezdi.
Onun kuralları ve hakemi vardı. Hakem ‘Yenildin !’ dedikten sonra mesela kapanıyordu. Murad asla oyunbozan değildi. Hele büyüklere,büyüklerin sözlerine karşı pek hürmetliydi. Çakır,kendisine yenildiğini açıklayınca çok üzülmüş fakat yeisini belirli etmemişti.

Bununla beraber o günün kahramanı kendisiydi. Üç müsabakanın ikisini kazanarak dört çocuk arasında birinciliği elde etmişti. Çakır’ın ortaya koyduğu mükâfatı Murad almıştı. Bu mükâfat, Bursa işi hoş bir bıçaktı.

Bıçak, Çılgın Kurt’un beline takıldıktan sonra Türkmen obasının beği Çakır’a ve iki öğrencisine bir ziyafet verdi.Çakır’ı ağırlamak için hiç bir şey esirgememişti. Çadırı da zengin ve süslüydü. Çakır,İsa beğ’de bile böyle bir çadır görmemişti. Yerlere döşenmiş çadır duvarlarına asılmış o Türkmen halılarının güzelliği dille anlatılır gibi değildi. Çadır direklerinin çengellerine de türlü silahlar asılmıştı. Beğ,bunlardan birini göstererek :

– Bu kılıç,şehit Murad Beğ tarafından babama verilmişti. Babam da Kosova’da şehit düştü,dedi. Bu bahis açılırsa Deli Kurt’un kim olduğu ortaya çıkar da başlıca felaket gelir diye bir kaygısı vardı. Türkmen beğinin sözlerine karşı bu sebeple bir şey dememişti. Fakat beğ söylemekte devam ediyordu :

– Ben de ağamla birlikte,merhum Yıldırım Bayazıd Beğ buyruğunda Niğbolu Savaşına katıldım. Ağam da orada şehit düştü. Oğlu olmadığı için bu obanın başına geçmek sırası bana geldi.

Çakır sıkılıyor,fakat ev sahibi bir beğ olduğu için,ona ‘Bu bahsi konuşma’ diyemiyordu.

Biraz sonra beğ, Yıldırım Bayazıd’ın oğullarını anlatmaya başlayarak daha çatallı bir konuyu girdi. Fakat Çakır’ın aklına gelen,başına gelmekte de gecikmedi. Türkmen beği birden bire :

– Senin bu Deli Kurt’u görünce de çocukluğunda bir defa gördüğüm merhum İsa Beğ’i hatırladım. Ne kadar benziyor,diye sanki onun başına bir mangal ateş döktü. Şakaklarının zonkladığını duydu. Sofranın bir ucunda Evren ve Türkmen beğinin küçük oğluyla birlikte oturan Murad’a baktı. Murad’ın bakışlarında değişiklik yoktu. Yalnız,gözlerini dikmiş olduğu halde beği dinliyordu. Ola ki Deli Kurt da İsa Beğ’in benzeridir diye cevap verdi ve sözü değiştirmek için hemen ilave etti :

– Deli Kurt sipahi olmaya karar verdi. Bugün aldığı sonuçla da olabileceğini gösterdi değil mi ? Ne dersin beğ ?

Beğ onu zaten beğenmişti. Takdirini esirgemedi. Yüzlerce yıldan beri can harcamış bir ailenin mensubu olmanın alışkanlığı ile cevap verdi :

– Olur elbette…İnşallah benim oğullarımla birlikte nice savaşlara girip ya gazi,ya şehit olurlar.

Türkmen Beği,çadırında konuk olan bu on yaşındaki öksüze Türklükteki en büyük,en üstün iki rütbeden birini temenni ediyordu.

Çakır, köyden ayrılmadan bir gün önce hocayı görerek Murad için konuşmuş,bir yıllık ders parasını peşin ödemişti. Ders vermekte olduğu altı çocuktan en çok Murad’ı beğeniyordu. Evren ve diğerleri şöyle böyle idi. Birinden ise hiç ümidi yoktu.

Ondan sonra Evren’le Murad” karşısına alarak onlarla konuştu. Öğütler verdi. İki babasız çocuğa sağ kaldıkça kendisinin babalık edeceğini biliyordu. Beş on yıl daha geçipte birer cebeli olsalar ötesi kolaydı ama iş o beş on yılı geçirebilmekte idi. Çakır’ın beş on yıllara güveni yoktu. Beş on yıllarda neler olabildiğini denemişti. Çeriden duyduğunu kendi ordusuna ulaştırırsa Osmanlıya zarar gelir.

– Yalnızken bizi kim duyar ?

– Yalnızken kimse duymaz ama yalnızken de az konuşmaya alışanın ağzı sıkı olur. Kalabalıkta boş boğazlık etmez.

– Çaşıt nasıl olur ?

Çaşıt Rum’dan olur,Firenk’ten olur,Çıfıt’tan olur ama sen onu tanıyamazsın. Çünkü o Türk kılığına girer.

Bu konuşmalar Çakır’la Evren arasında yapılıyor, Murad ancak dinliyordu. Çakır yine boş bulundu ve :

– Hayır şehzadem,diye cevap verdi.

Murad’ın gözleri Çakır’a dikilmiş ve Çakır devirdiği çamdan,başına çam devrilmişçesine müteesir olmuştu. Deli Murad her zamanki terbiyeli tavrı ile sordu :

– Bana niye öyle diyorsun amca ?

Çakır,kendini toplamıştı. Cevap verdi :

, Şaka yaptım Deli Kurt ! Küçükler büyüklere yapmaz ama büyükler küçüklere ara sıra şaka yapar. Bir kere de alay beği bana takılmış, Çakır Han diye hitap etmişti.

Mesele kapanmıştı ama çok canı sıkılmıştı. Kendisine ne oluyordu ? Hiç böyle yapmazdı. Geçende de dili sürçmüş,Deli Kurt’a ‘Osmanoğlu’ diye bağırmıştı. Her ne ise artık bu köyden ayrılması pek hayırlı olacaktı. Yoksa bu gafletleri devam ederse günün birinde düzeltilmesi imkansız bir pot kıracak,işleri berbad edecekti.

Ertesi sabah, süt anası Satı Kadın’ın elini öperek kucaklaştı.

Sonra küçüklerle vedalaştı :

– Gelecek gelişimde sizi birer yavuz yiğit olarak göreceğim. Kadınla çocuklara son defa bakarak tok bir sesle son sözlerini söyledi :

– Hoşça kalın !

Atını yorgaya kaldırdı. Arkasına bakmadı.

Uzaklaşır ve gözlerde küçülürken Satı Kadın nemli gözleriyle bir bakraç suyu onun ardından toprağa boşaltıyordu.
İLK  SAVAŞ

Günler ayları,aylar yılları kovaladı.

Aradan altı yıl geçti. Dile kolay…Evren’le Murad birer yiğit olup çıktılar. Evren on sekiz,Murad altı yaşında idi. Gözü pekliğe,korkmazlığa gelince dünyada eşleri azdı.

Evren ve Murad,hayatlarının en tatlı ve kutlu günlerini yaşıyordu. Tımarı büyüdüğü için dört cebeli yetiştirmeye mecbur olan Çakır,yeni iki cebeli olarak Evren’le Murad’ı almış,böylelikle onlar da dilediklerine umduklarından daha çabuk ermişlerdi.

Artık altmışını gemiş olan Satı Kadın,oğlu ile oğlu yerine Deli Kurt kendisinden ayrılınca bu evde tek başına yaşamak istememiş,kapısını kapayarak Türkmen obasına,asıl çıktığı yere dönmüştü. Bu köy,doğdukları köye o kadar uzak değildi,ancak iki günlük yoldu. Fakat Padişah Mehmet Beğ,herkes yerli yerinde dursun,buyruk gelince hemen hazır olsun diye emir verdiğinden bütün sipahiler ve cebeliler tımarlarının başında idiler.

Memlekette bir huzursuzluk vardı. Ağızdan ağıza  birtakım sözler dolaşıyordu. Yakında keramet sahibi bir evliyanın çıkarak devleti ele alacağı,bütün insanları birleştirerek herkesi mala,nimete boğacağı söyleniyordu. Hatta bazan daha ileri gidiliyor,yeni bir Peygamber geleceğinden bahsolunuyordu.

Aydın taraflarında birtakım dervişler ayaklanmışlardı. Çakır ve cebelileri bu orduda idiler.

Deli Kurt bu kadar çok askeri bir arada görmekten hoşlanmış,Çakır’a kaç kişi olduğunu sormuştu. Çakır kayıtsız bir tavırla :

– ‘Yirmi bin kişi vardır’ diyince durmuş,birşey diyememişti.

Deli Kurt,o zamana kadar büyük sayılarla hiç uğraşmamıştı. Bildiği en büyük rakam ‘bin’di. Şimdi kendisine yirmi binden bahsedilince,ömründe evinden çıkmayıpta sonra bir dağın doruğundan ufuklara bakan insanın hayretini hissetmişti. O gün Şehzade Murad Beğ’le Bayazıd Paşa,düzgün saflar halinde toplanıp kendilerini selamlayan orduyu teftiş etmişler,sonra sancak beğleriyle bir savaş meclisi kurarak ertesi günkü yürüyüşü kararlaştırmışlardı.

Geceleyin yatmadan önce Evren,Deli Kurt’a sokuldu :

– Deli Kurt,dedi. Bugün önümüzden geçerken Murad Beğ’e iyi baktın mı ? O da on altı yaşında imiş hem adaşın,hem yaşıtın.

Deli Kurt cevap verdi :

– Gördüm,çok akıllı kişiye benziyordu. Konya’yı kuşatırken sağanaklardan ıslanıp üşütmüştü. Ciğerleri su toplamış diyorlardı. Daha bu geçmeden Edirne’de attan düşüp kemiklerini incitti. Çelebi Sultan Mehmed,yaşlı değildir ama gövdesinde o kadar çok yara yeri vardır ki,kalbura döndüğünü söylüyorlar. Onun için gelemedi,amma şehzadenin yanına da Bayazıd Paşa’yı koştu…’

Çakır,adeti üzerine padişahtan,Osmanlı hanedanından çok konuşmazdı. Sözü değiştirmek için kendisinden bahsetmeye başladı :

– Konya’yı kuşattığımız zaman öyle bir yağmur yağdı ki,azığımız mahvolduğu gibi atlarımızın çoğunu da sel götürdü. İyi yüzücü olmasaydım,ben de boğulup gidecektim. Bulanık sel suyu hiçte bizim derelerin suyuna benzemiyor. Hele göl veya denize hiç…   Üç dört gün yiyeceksiz kaldık. Başka zamanda olsaydı,açlıktan epey zahmet çekerdim amma,bu sefer hiç yiyesim gelmedi. Selin içinde çabalarken yarım okka çamur yutmuşum. Üç gün içim bulandı ki,yemek dedikleri zaman fena oluyordum. Yarım okka çamuru ancak üç günde sindirebildim. Size öğüdüm olsun. Aç kalıpta yiyecek bulmamız ihtimali olmazsa bir avuç çamur yiyin. Doğrusu yenir,yutulur zıkkım değil,ama bir gayret gösterip kursağa gönderdiniz mi üç gün acıkmazsınız.

Çakır bir ara durdu. Sanki gözleriyle görebilirmiş gibi Konya yönüne döndü. Kendisini büyük bir ciddiyetle dinleyen genç cebelilere aynı ciddiyetle şu sözleri tamamladı :

– Yalnız,yiyeceğiniz çamurun temiz olmasına dikkat edin. Ben,atların olduğu yerde suya kapıldığımdan yuttuğum çamur gübreli cinsindendi.

Ertesi sabah erkenden ordu güneye doğru ilerlemeye başladı. Deli Murad ikinci koldaydı ve bu kol Manisa’ya doğru yürüyordu. Bütün eri,Torlak Kemal adında birisinin buyruğundaki dervişlerle çarpışılacağını öğrenmişti. Torlak Kemal’in Yahudi dönmesi olduğunu,verdikleri ilk molada işittikleri zaman Evren’le Deli Kurt inanamamışlardı.

Deli Kurt hiç derviş görmemişti ama duyduklarından,dervişlerin iyi adamlar,Müslüman adamlar olduğu hakkında bir kanaat edinmişti. Çakır’a :

– Bu dervişler bir Çıfıtın ardından nasıl giderler,diye sordu.

Çakır’ın ise dervişler hakkındaki düşüncesi hiçte müspet değildi. Şeyhleri ne derse onu yaparlar,devlete padişaha karşı gelirler. Torlak Kemal’e uyan kalabalığın içinde Müslümanlar bulunduğu gibi Gâvurlar,Çıfıtlar da var. Onlarda din,diyanet,soy sop arama. Aralarında öz bir adalar olduğu gibi kalleş kişiler de vardır. Sözün kısası ; Akıl,sır erer kimseler değildir.

Mola çok kısa sürdü. Öğleyin Manisa’ya yaklaşmışlardı. Bir buyrukla yürüyüş kola durdu. İkinci buyrukla saf haline girdi. Dervişler gözükmüştü.

Osmanlı ordusunda büyük bir sessizlik vardı. Ara sıra atlar baş sallamasa,eşinip kişnemese gören bunu bir heykeller ordusu sanabildi.

Dervişlerden ise büyük bir gürültü geliyor,havaya toz kaldırarak ve bağrışıp çağrışarak yaklaşıyorlardı.

Deli Kurt,atının üstünde dimdik duruyor, dervişlerin bir ağzından tekrarladıkları sözün ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Dervişler biraz daha yaklaşınca ne dedikleri anlar gibi oldu : ‘La ilahe illallah’diye bağırıyorlar,bunun arkasından birşey daha söylüyorlardı. Deli Kurt dikkat kesildi.

Dervişler biraz daha yanaştılar. O zaman bu ikinci sözün ne olduğu anlaşıldı. Herifler ‘Baba Resullullah’ diye haykırıyorlardı. Bu ne biçim müslümanlıktı? Bu ‘Baba’ kimdi? Deli Kurt o zaman Çakır’a hak verdi. Bunlar Müslüman falan değil,birtakım delibozuk serserilerdi. Zaten öyle olmasa bir Yahudi dönmesinin arkasından giderler miydi?

Birden Osmanlı ordusunun ortasından keskin bir boru sesi işitildi. Bunu sağ ve sol kanatlardan çalınan borular takib etti. Ok atımı içine girmişler hatta içlerinden bazıları ok çekmeye bile başlamışlardı. Bir iki ok Osmanlı saflarına kadar düşmüş,bir ikisi birkaç askerin zırhına ve kalkanına değmiş,bir ok da kırçıl ve posbıyıklı bir sipahinin sol koluna hafifçe saplanmıştı. Fakat kır saçlı sipahi aldırmamış yalnız oku kolundan çekerek yere fırlatmıştı.

Dervişler düzgün bir yürüyüş,düzenli bir buyruk verme ve davranma yoktu. Gelişi güzel ilerliyorlardı.

Biraz sonra tesirli mesafeye girdiler. Hepsi birden yaylarına davranıp ok çekmeye başladılar. Bu oklar,dervişlerin oklarına benzemiyordu. Onları sapır sapır dökmeye yarıyordu. İlk ok yaylımında bir çoğu yere serilince dervişler bağrışmayı arttırdılar. Bu arada yanındaki sipahinin atı bir okla vurulunca Deli Kurt karşıya sert bir bakış fırlattı ve onların arasında da ok atan,sipahiye benzeyen bazı kimseler bulunduğunu gördü.

Osmanlı ordusunda üçüncü boru öttü ve bütün atlılar,bölükbaşılar önde olduğu halde ileriye atıldı.

Deli Kurt da,daha önce kaç kere talimini,idmanını yaptıkları gibi,dört nala at sürerken düşmana bir ok saldıktan sonra yayını sadağa takıp kılıcına davrandı ve iki,üç yüz adımlık arayı yıldırım hızıyla geçerek dervişlere daldı.

Kimi atlı,kimi yaya olan ve daha ilk yürüyüşlerinde karışmış bulunan dervişler Osmanlı ordusuyla göğüs göğüse gelince bir anda karma karışık oldular.

Deli Kurt,ilk karşılaştığı dervişin büyük bir hınçla ve ‘Baba Resulullah !’ diye bağırarak kendisine savurduğu topuzu kılıcı ile çelip düşürdükten sonra sert bir dürtüşle onu göğsünün ortasından yaralayıp atından aşağı yuvarladı,aynı zamanda başka bir derviş tarafından yaralanan kendi atının çökmesiyle soluğu toprakta aldı.

Dervişler büyük bir hırs ve inatla vuruşuyorlar,bir yandan da ‘Baba Resullullah !’ diye bağırarak ortalığı gürültüye boğuyorlardı. Bu,göğüs göğüse bir savaş değil,bir kırışmaca idi.

Deli Kurt yere düştükten sonra hızından bir şey kaybetmedi. Aksine,daha saldırgan oldu. Kılıcını ecel kamçısı gibi savurmaya başladı. Ortalığın karma karışık olduğu bir anda öyle bir vuruş yaptı ki,kılıcı bir dervişin boynuna indikten sonra bir karış aşağıya kadar işledi. Adamın gövdesi içinden çıkmayarak onunla birlikte yere düştü ve kendi elinden kurtuldu. Kılıcını çekip çıkarmayı denemeye fırsat kalmadan da yeni bir düşmanın hücumuna uğradı.

Bu,çıyan suratlı,hain bakışlı,çirkin birisiydi. Bununla beraber diğerleri gibi atılganlık göstermiyordu,yalnız iki adım uzaktan bıçağını sallayarak hücum eder gibi yapıyor,fakat Murad’ın döğüşe hazır durumu karşısında bir adım ilerleyemeyerek habire bağırıyordu.

Deli Kurt,hiç tereddüt etmedi. Aradaki iki adımı hızla aştı. Sol kolunu kalkan gibi kullanarak savrulan bıçağı geri itti ve sağ eliyle ünlü silme tokatı yüzüne indirdi.

Çıyan suratlı herif,silah gürültüleri ve savaş haykırışları arasında bile işitilen tokatla yıkılırken Murad,sol kolunda bir acı ve ıslaklık duydu;yaralanmıştı. Yakasından yakalayarak kaldırdığı herife ikinci tokatını indirmek üzere iken yanı başında gür bir sesin:

– Vurma bre yiğit !,diye bağırdığını işitti. Bu bölükbaşı Karaca idi. Kendisine:

– Onu diri yakala ! Kafirlerin başı bu heriftir,diye haber veriyordu.

Deli Kurt çevresine bir göz attı. Dervişler yenilmiş,savaş bitmişti. Tokatla sersemlemiş olan dervişbaşının ellerini bağladı. Kolundan kan sızdığı halde bekledi.

Yanına ilk yaklaşan Çakır oldu:

– Yaşa bre Deli Kurt ! Bu torlağı sen mi tuttun ?diye sordu.

– Evet ağam !

Çakır’ın gözleri Murad’ın koluna takıldı:

– Yaralı mısın ?

– Evet.

Çakır,ciddileşti.  Kendisinde o çeşit iki yara vardı,ama aldırmıyordu. Gömleğinin kolunu sıvadı. Birisinden biraz su bularak çevresini ıslatıp yarayı sildi. Sonra yaranın yukarısından kolunu sıkıca bağladı.

Bu iş yeni bitmişti ki,bir sancak beği,ardındaki askerlerle birlikte sökün etti:

– Bre Torlak dedikleri bu mudur ?

Çakır cevap verdi:

– Evet !

Sancak beği yanındakilere buyurdu:

– Ötekilerin yanına sürün !

Sonra gözlerini Çakır’ın ve Deli Kurt’un üzerinde gezdirerek sordu :

– Onu hanginiz tuttunuz ?

Bir an sessizlik oldu. Sancak beği,kendisine gösterilen genci şöyle bir süzdükten sonra:

– Ardıma gel,dedi. Şehzade Murad Bey ile Bayazıd Paşa seni görecekler !

Bunu söyleyerek şehzadenin olduğu yere doğru yürümeye başladı. Deli Kurt üç adım geriden sancak beğini takip ediyor ve yüzünde hiçbir telaş veya heyecan izi görünmüyordu.

Telaşlanıp heyecanlanan,yüreği aşırı şekilde çarpmaya başlayan başkasıydı. Osmanlı hanedanınından herhangi bir kimsenin Deli Kurt’u görmesinden hoşlanmayan Çakır yine huylanmıştı. Böyle çapraşık duygular arasında bocalaması Murad dönünceye kadar sürdü. Deli Kurt saklanmak isteyen bir sevinçle gelince içinde bir ferahlık duydu ve hemen sordu:

– Ne oldu ?

– Şehzade ile Bayazıd Paşa’nın huzuruna çıktım.

– Sonra ?

– Sonra, Murat Beğ,Torlağı nasıl tuttuğumu sordu.

– Sonra ?

– Adımı,babamı,nereli olduğumu sordu.

– Sen ne dedin ?

– Ne diyeceğim? Hepsini söyledim.

– Neyin hepsini söyledin?

Çakır’ın bu son sorusunda bir azarlama edası vardı. Başka bir dileğin var mı? dedi.

Çakır geniş bir soluk aldı:

– Sonra ?

– Ben de tımarım,ağam Çakır’ın tımarına yakın olsun,dedim.

Çakır döndü. Yüreği hala vuruyordu. Olur iş değildi ama Şehzade Murad Beğ,Deli Kurt’un yüzüne baktıktan sonra,’Sen İsa Beğ’in oğlu değil misin?’ diyiverecek gibi gelmişti…
TIMARLI SİPAHİ MURAD

1422’nin ortalarındaydı. Osmanlı Padişahı Mehmet Beğ,inme inerek ölmüş,büyük oğlu Murad Beğ,ikinci Murad adıyla Osmanlı Beği olmuş,aşağı yukarı yirmi yıl önce,o büyük Ankara Savaşında Aksak Temür Beğ’e tutsak düşerek Semerkand’a kadar götürülen Mustafa Beğ,yani İkinci Murad’ın amcası ortaya çıkarak padişahlık davasına kalkmış,arada yine epey çarpışmalar olmuştu.

Mustafa Beğ’in ortadan kalkmasını sağlayan savaşlarda Deli Kurt da bulunmuş,Mustafa Beğ’in ölümünden sonra kendisine tımar verilerek sipahi yapılmıştı. Bu küçük bir tımardı ve cebelisi yoktu.

Deli Kurt’un hayatında artık yeni bir çağ başlıyordu. Çünkü o,sipahi olduktan biraz sonra evlenmiş,hocasının kızı Meleği alarak kendi tımarının bulunduğu köye getirmişti. Bu Melek,adı gibi melek huylu bir kızdı ve hoca kızı olduğu için de okuyup yazması vardı.

Deli Kurt,şimdi 19 yaşındaydı. Yavuzluğu bütün çevrede ün salmıştı. Güçlü bir pehlivandı da… Düğünlerde bir iki yol karakucak güreşi yapmış,tuttuğu bütün güreşleri kazanmıştı. Yoksullara,öksüzlere,dullara elinden geldiği kadar yardım ederdi.

Bir gün Çakır çıkageldi:

– Deli Kurt,dedi. ‘Murad Beğ’in sipahilere bir aylık izni çıktı. Bu bir ayda tımarlarımızdan ayrılıp istediğimiz yere gidebiliriz. İster misin Türkmen obasına gidip süt anamın hatırını soralım ? Koca ninenin gönlü hoş olurdu.

Deli Kurt bu işe dünden hazırdı. Çabuk bir hazırlık yaptıktan sonra Evren’i de yanlarına alıp yola koyuldular. Üçüncü günün akşamı obaya varmışlardı.

Türkmenler,gelenleri tanımışlardı. Fakat Satı Kadın varken başka yere gidilebilir miydi? O, şimdi altmış dört yaşında idi. Böyle olduğu halde diriliğinden,gücünden bir şey kaybetmemiş,yalnız yüzü biraz kırışmıştı. Gözlerinden birer damla yaş akarak süt oğlunu,oğlunu ve oğulluğunu bağrına bastı.’Artık kocadım,yüreğim yufkalaştı’diyordu. Çakır şakaya başladı:

– Ne kocaman ana ? Erkek olsaydın evvel Allah hala nice gençlerle güreşip yenerdin. Beni tanıyorsun: Sütoğlum Çakır…Bu da oğlum Evren…Şimdi sana şu aramızdaki baba yiğiti tanıtayım.

Ne demek istiyor  diye,öteki üçü birden Çakır’a baktılar. Satı Kadın’ın gözleri sevinçle açıldı:

– Demek sipahi oldun ha !.. Tanrının işine bak. Bir karışlık kapı eşiğini aşamadığın günler daha dün gibi gözümün önünde. Ömürler ne tez geçiyor. Ne diyeyim? Uğurlu kademli olsun oğlum. Darısı Evren’in başına..

Çakır,müjde verdi:

– Alay beği söyledi. Yakında o da olacak !

Evren gülümsedi :

– Gerçek mi diyorsun ağam ?

Çakır kızmadı ama sesi dikleşti:

– Elbette gerçek ! Sipahi yalan söyler mi ?

Ertesi gün iki sipahi ile bir cebeli bütün bildik çadırları dolaştılar. Çakır bunu söylediği zaman Türkmen’in biri güldü:

– Çatlamak bizim oba için değil,Çakır Ağa,dedi. Şurada bir pınar var ki,bir kuzu yiyip üstüne suyundan içsen çok geçmeden ikinci kuzuyu yersin.

Pınara gittiler. Eğilip içtiler. Buz gibi,tatlı bir suydu. Türkmen doğru söylemişti. Biraz sonra adeta acıktılar. O zaman Türkmen,bu pınarın masalını anlattı:

Vaktiyle,çok eski bir zamanda,bu obanın olduğu yerde bir Yürük çadırı varmış. Bir gün ak sakallı,yorgun,perişan bir yolcu gelerek bir gece kendisini konuk etmelerini dilemiş. Etmişler. Bir kase sütleri varmış,ona içirmişler,bir dilim ekmekleri varmış,ona yedirmişler. İki kişinin güç sığdığı çadırda onu yatırarak kendileri açıkta gecelemişler. Ertesi gün yaşlı konuk ayrılırken,onu tepenin eteğine kadar geçirip uğurlamışlar. O zaman bu gördüğün çam ormanı yokmuş. Toprak çorakmış. Bu pınar da yokmuş,her yer kurakmış. Yalnız tepenin eteğinde bodur bir yemişsiz ağaç varmış. ‘Sizin bir derdiniz var,nedir?’diye sormuş. Söylemişler. Yemişsiz ağacı göstererek ‘Şu elmayı koparın’ demiş. Şaşırmışlar. Hangi elmayı der gibi ağaca bakınca bir de ne görsünler? Yemişsiz,bodur ağacın bir dalında,ip iri,al yanaklı bir elma sallanmıyor mu ? Koparmışlar. O adam,elmayı ikiye bölmüş. Yarısını Yürüğe,yarısını karısına yedirmiş. ‘Çocuğunuz olur’diyip sır olmuş. Meğer o adam Hızır’mış. Gel zaman git zaman bir kızları olmuş. Gökçen bir yaşından beş yaşına,beş yaşından on yaşına,on yaşından on beş yaşına gelmiş. Dünya güzeli bir kız olmuş. Görenlerin aklı şaşar,güzelliğini işitenler görmek için yüce dağlar aşarmış. Kendisini çobanlar itemiş,razı olmamış,ağalar istemiş razı olmamış şehzade birinde avlanan bir şehzade bir geyiğin ardından koşa koşa oraya gelmiş. Yürük,kendi çadırı önünde düşen yaralı geyiği şehzadeye verirken Gökçen gözükmüş. Genç şehzade o anda vurulmuş. Otağını kurup günlerce orada kalmış. Padişah,oğlunu aratıp buldurmuş. Kaldırıp getirmiş. Meğer, Yürük kızına vurulan şehzade,nur topu gibi bir sultanla daha yeni evli imiş. Günler geçmiş,aylar geçmiş. Şehzade dayanamaıp Gökçen’in yanına gelmiş. Evlenelim demiş. Yürük kızının da onda gözü varmış ama iyi yürekli olduğundan,sultan üzülmesin diye kabul etmemiş. Gözü dünyayı görmeyen,kara sevdaya tutulan şehzade direndikçe direnmiş. Gökçen kız bakmış ki,iş sarpa sarıyor ‘Benim şartım vardır’ demiş. Kız demiş ki:’Şu ovada seninle at yarıştırırız. Geçersen beni alırsın. Geçemezsen kısmetine razı olursun’ Şehzade hemen razı olmuş. Bir kızı nasıl olsa geçerim diye düşünmüş. Oysa ki,kız yaman binici imiş. Bir atı varmış ki şehzade kimse kimse onu geçemezmiş. Ovanın başına gelmişler. Şehzade küheylanına,Gökçen kız da yağız atına binmiş. Yarışmışlar. Kız,şehzadeyi bir at boyu geçerek yarışı kazanmış. Şehzade şaşırmış. ‘Nasıl olur ? Beni gafil avladın. Yine yarışmışlar. Bu sefer kız,şehzadeyi iki at boyu geçmiş. Şehzade deliye dönmüş. ‘Hak oyunu üçtür. Bir daha yarışalım’demiş. Üçüncü yarışta üç at boyu geçmiş. Şehzade gık diyememiş. Perişan bir halde ağlaya ağlaya gitmiş. O gidince kız da yaslanmış. Kederinden dağlara düşmüş. Kimseyle konuşmaz,geceleyin çadırına gelir gündüz kurtla kuşla söyleşirmiş. Bir gün Hızır yine gelmiş. Bodur ağacın altında Gökçen’le konuşmuş. ‘Ağla da dertlerin erisin’demiş. Hızır bodur ağacı göstererek ‘Şu narı kopar’ demiş. Koparmış. Narı ikiye bölmüş. Yarısını kıza yedirmiş.’Ağla ‘ Göz yaşın her şeyi eritecek’diye söylemiş. ‘Bu yarısını da şehzadeye yedirecegim. Dertleriniz bitecek,kavuşacaksınız’ diye müjdelemiş ama narın yarısını şehzadeye yedirememiş. Çünkü Hızır,şehzadeye vardığı zaman şehzade ölmüşmüş. Gökçen kız yarım narı yedikten sonra göz pınarları açılmış. Öyle ağlamış ki,bu çorak tepenin taşları erimiş,her yer yeşerip şu gördüğün orman olmuş. O gece şu pınarın olduğu yerde sabaha kadar ağlayıp kendisi de sır olmuş. Bu her şeyi eriten pınar onun göz yaşlarından kaynamış. O günden bugüne çok zaman geçmiş. Güz olupta aşiret buradan kışlığa indiği zaman sevdalılar bu pınarın başına gelirler. Sabaha kadar dua edip dileklerinin olması için yalvarırlar.

Deli Kurt böyle bir masalı ilk defa işitiyordu. Can kulağı ile dinlemiş,adeta ezberlemişti. Masal bittiği zaman,içinde bir boşluk duymuş,rüyadan uyanır gibi olmuştu.

Türkmen,Gökçen kızın masalını anlatırken dinleyen halka epey büyümüştü. Öyle olduğu halde ne zaman anlatılsa yeniden,büyük bir zevkle dinlerlerdi. O, artık obanın masalı olmuştu.

Türkmen susup da Çakır gözlerini çevrede gezdirince bakışları birisinin üzerinde kaldı. Dikkatle baktıktan sonra:

– Sen dokuz yıl önce bizim Deli Kurt’u güreşte yenen küçük pehlivan değil misin ? diye sordu.

Şimdi büyütüp serpilmiş,tığ gibi bir levent olmuş olan o zamanki çocuk gülümsedi:

– Nasıl da tanıdın Çakır Ağa ?

– Yüzün hiç değişmemiş de ondan tanıdım. Oradakiler hemen düzlükte halkayı çeviriverdiler. Murad,börkün ve kemerini da attı. Ortaya gelip durdu.

Türkmen yine ordan uzundu,ama Deli Kurt  geniş omuzları ve kuvvetli kollarıyla daha sağlam görünüyordu. Çakır’ın hakemliğinde güreş başladı. Deli Kurt o zamandan beri çok oyunlar öğrenmişti. Demir bilekli olmasa bile bu oyunlarla güreşi kazanabilirdi. Fakat Türkmen de boş değildi. Pars gibi çevik ve çelik gibi kuvvetliydi. Kavuşmuş oldukları halde itişiyor ve oyun kolluyorlardı. Türkmen de şimşek gibi yüzü koyun dönerek toparlandı ve üzerine çullanan Deli Kurt’un elini yakaladı. Çekiştiler. Ayağa kalktılar.

Bu sefer Türkmen,uzun boyundan faydalanarak Murad’ın kafasını kaptı,çelme ile savurarak yıktı. Deli Kurt yan üstü yerdeydi ve bu durum gayet tehlikeliydi. Çakır dudaklarını ısırdı. Fakat korktuğu olmadı. Deli Kurt o yaman kuvvetini kullanarak ötekinin kolundan kurtuldu,kalktı.

Yeniden kavuştular. Çok sert elenselerle,tırpanlarla birbirlerini hırpaladılarsa sa bastıramadılar.

Ayrıldılar. Türkmen ancak dönebildi,fakat kendisine takılan boyunduruğu kesemedi. Yerde hareketsiz bir kuvvet çarpışması oluyordu. İkisi de bütün güçlerini harcıyorlar,bir çevirmek,öteki boyunduruktan kurtulmak için uğraşıyordu. Öyle bir didişme idi ki,gören kemikleri kırılacak sanırdı.

Deli Kurt yavaş yavaş Türkmen’i çeviriyordu. Çoğalan seyirciler merakla,fakat en ufak gürültü çıkarmadan güreşe bakıyorlardı. Türkmen silkindi sert bir hareket yaptı ve kimsenin bilmediği,anlayamadığı bir oyunla Deli Kurt’u üzerinden atarak kalktı. Murad,boyunduruğu çabucak çözmeseydi kolu kırılacaktı.

Ayakta yeniden kapıştılar. Deli Kurt,bir çelmeyle Türkmen’i düşürdüyse de üzerine varmadı. Deminki oyuna düşmekten çekiniyordu. Türkmen bunu anlamıştı. Bu sefer o hücuma geçti. Fakat söktüremedi.

İş uzuyordu ve heyecanlı bir durum alıyordu. Deli Kurt,şimşek gibi bir çelmeyle Türkmen’i bir daha düşürdü. Yine üstüne varmadı. Bir şey tasarladığını Çakır anlamış,hatta ne yapmak istediğini sezer gibi olmuştu. Fakat atılmayacağını sanarak yavaş davranan Türkmen’i gafil bastırdı. Bir anda sırtını yere getirdi.

Çakır el çıprtı. Güreş bitmiş,Deli Kurt kazanmıştı. Türkmen ayağa kalktı:

– Çok usta olmuşsun Deli Kurt ! Hakkıyla kazandın,dedi. Öpüştüler.

Birkaç gün sonra tımarlarına dönüyorlardı. Çakır’ın ve Evren’in keyifleri yerinde idi. Yalnız Deli Kurt biraz düşünceli görünüyordu. Çakır,takılmadan yapamadı:

– Tuna boyunda orduların mı bozuldu Deli Kurt? Kişi evinde döner,çoluğuna çocuğuna kavuşmak üzere yol alırken böyle kara kara mı düşünür? Bize bir baksana !… Güreş kazanmadık ama içimizde tasanın damlası yok. Ona ne olmuştu? Ne olduğunu bilmiyor,kaderin kendisine bir tuzak kazırladığını bilmiyor,yalnız bu Türkmen obasından ayrıldığı için tuhaf bir sıkıntı duyuyordu.

GİZLİ YOLCULUK

Tımarlarına dönmüşlerdi ama daha on beş günlük izinleri vardı. Murad ve Evren için bu bir mesele değildi. Çakır ise başka türlü düşünüyordu. Otuz dokuz yaşındaydı ve ara sıra eline fırsat geçtiği zaman şöyle bir hoşça vakit geçirip felekten gün çalmasını bilirdi. Adı da ‘Piç İlyas’tı.

Piç İlyas bir dönme idi. Asıl adı İlya idi de Müslüman olduktan sonra İlyas’a çevrilmişti. Fakat Rum mu, Venedikli mi, Bulgar mı, Sırp mı,ne olduğu belli değildi. Çakır’ın yanaşması idi. Otuz beş yaşlarında olduğu halde saçlarının yarısı ağarmıştı. Birçok diller bilir,Türkçeyide oldukça düzgün konuşurdu. Çok yalancı olduğu muhakkatı. Çakır,bir kaç defa onun kim olduğunu anlamak için sorguya çekip soyunu sopunu sormuş,İlyas her seferinde başka türlü anlatmıştı. Yoksa sen piç misin?

İlyas ayağa kalkıp ellerini açarak:

– Hay atana rahmet Çakır Ağa ! Nasıl da bildin ? diye cevap vermiş,böylece da adı ‘Piç İlyas’ olarak kalmıştı.

Piç İlyas sözde Müslümandı. Namaz kıldığını gören yoktu. Ramazanlarda oruç tutuyor gözükür,fakat gizlice yerdi. Zaten açlığa bir saat bile dayanamayacak kadar obur ve pis boğazdı. Yalancılığına diyecek yoktu. Ar,haya,namus denilen şeylerden nasip almamıştı. Çakır’dan korktuğu için hırsızlık etmez,hayasızlık yapmazdı,ama bunları her an yapmaya hazırdı. Dört nala giderek Deli Kurt’a ulaş. Hiç durmadan yine dört nala buraya birlikte gelin,demişti.

Dediği yapıldı. Çakır’ınkine komşu tımarın sipahisi olan Deli Kurt,akşama doğru Evren’le birlikte geldi,selamlaştılar.

Çakır,onları kuytu bir köşeye götürdükten sonra çok ciddi bir sesle,ikisini de şaşırtan şu sözleri söyledi:

– Bu gece Piç İlyasla birlikte yola çıkıyorum. Gizlice İstanbul’a gideceğim. Sen Evren ! Yakında sipahi olacağın için tımar başında bulunmaya şimdiden alış diye seni vekil bırakıyorum. Evren bir ara gidip evine haber ulaştırı,tımarın işleri varsa görür. İstanbul’da iki üç gün kalacağız. En çok on beş gün sonra buradayız. Şunu da bilin ki,bu iş sırdır.

Sustu. Bakıştılar… Birşey anlamamışlar,fakat buyruk Çakır’dan geldiği için kabul etmişlerdi…

Gece olurken üç atlı Marmara’ya doğru at sürüyordu. Piç İlyas çok hızlı gidemediği için Çakır’la Deli Kurt da ona uymaya mecbur oluyor,hiç konuşmadan ilerliyorlardı.

Edincik yolu üzerindeydiler. Piç İilyas ise atının iki yanına iki şişkin torba asmıştı ve hemen hemen aralıksız,elini bunlardan birine daldırarak bir şeyler çıkarıyor,tıkınıyordu.

Çakır farkına varmıştı:

– Sen şu boğazını biraz dinlendirsen olmaz mı? diye sordu.

Piç İlyas,son lokmasını yutarak cevap verdi:

– Doğru söylüyorsun ağam amma…

– Evet,sonra ?

– Benim at biraz yoruldu da,yükü azalsın diye torbaları hafifletmeye uğraşıyorum.

Çakır,hem gülümsedi hem de kızdı. Denize yaklaştık.

Atlarından indiler. Biraz yürüyerek bacaklarının uyuşukluğunu giderdiler. Piç İlyas’ın böyle şeylere aldırdığı yoktu. O zaten anasından uyuşuk olarak doğmuştu. Şimdi de torbaların birinden ince bir bakır güğüm çıkarmış,bu güğümden bir tasa doldurup içiyordu.

Çakır:

– O nedir ? diye sordu.

– Pekmez,ağam !

– İyi…Bize de yarımşar tas ver !

Çakır,bunu öyleyerek yancığından bir tas çıkarıp İlyas’a uzattı. Dili dolaşarak cevap verdi:

– İsa peygamber hakkı için pekmez ağam !

Çakır,büsbütün öfkelendi:

– Bre Piç ! Sen Müslüman değil misin ? Neden bizim peygamberimiz üzerine yemin etmiyorsun da İsa Peygamber üzerine and veriyorsun ?

İlyas’ın gözü büsbütün şaşılaştı:

– Aman ağam !… Müslümanlığımdan şüphen mi var ? Yalnız şunun için bizim peygamber üzerine yemin edemedim…

– Bre bunda ne var ki ? Pekmezdir diyen sen değil misin ?

İlyas kekeledi:

– Pekmezliğine pekmez ama… Biraz fazla mayalanmış…

– Şuna şarap desene !…

Piç İlyas ellerini havaya kaldırdı :

– Hay atana rahmet ağam ! Nasıl da bildin !

Çakır’ın öfkesi yatışmıştı :

– Şarapla pekmezi ayıramayacak kadar alık mısın ?

– Yok ağam ! Yeryüzünde Eflatundan sonra en akıllı adam benim ama telaşla pekmez yerine şarap alıvermişim. Hem ikisinin da aslı üzüm olduktan sonra.. Zarar etmez.

Çakır,şarap içmeyen adam değildi. Piç İlyas’ın yalan dolanla iş görmesine içerlemişti. Meçhuller çözüldükten sonra da içerlemesi devam edecek değildi. Şarabın kalanını bir dikişte bitirdikten sonra tasını uzattı :

– Doldur,dedi. Onu da içtikten sonra bir daha doldurttu. Deli Kurt’a uzatarak ‘Güzel şarapmış,sen de iç , diye tamamladı.

Çakır’ı böyle aceleyle İstanbul’a sürükleyen sebep mühimdi. O zaman İstanbul’a yerleşmiş bir kaç yüz Türk vardı. Bunların kimi ticaret için kimi Osmanlı devletinden kaçarak buraya gelmişlerdi. Osmanlılara çaşıtlık etmek üzere gelip Bizans’a yerleşenler de vardı. İsa Beğ’in çok samimi dostluk kurduğu bir kaç Türk de burada bulunuyor,bunlardan iki tanesi Çakır’la tanışıyordu. Bir iki defa mektuplaşmışlardı. Mektupları Piç İlyas götürüp getirirdi. Bu mektuplar,şifre gibi yalnız kendilerini anlayacagı bir dille yazıldığı için ele geçsede başkaları tarafından anlaşılmazdı. Yalnız o,sonunda kaça oldukça , kendilerinin yapamayacağı bazı işleri başarır,mesela ; Bizans  karakollarını ne yapıp edip geçerdi. İşin ucunda menfaat olduğu zaman tehlikeye bile atılır,rüşvet vermesini çok iyi başarırdı. Son defa İstanbul’da görüştüğü bir Türk’ten Çakır’a ‘Paramı kaybettim,mümkünse biraz göndersin’diye haber getirmişti. Gerçekte ne kaybolan para,ne de Çakır’da başkasına ha diyince yardım edecek zenginlik vardı. Bu sözler parola idi. ‘Mümkünse biraz para göndersin’in manası da Çakır’ı davetti.

Gece yarısından epey sonra Edincik kıyılarına yanaşan küçük bir Rum yelkenlisi üç yolcuyu alarak İstanbul’a doğru hareket etti. Atlar ve ağır silahlar bir Türk’e emanet bırakılmıştı.

Deli Kurt ömrümde ilk defa deniz yolculuğu yapıyordu. Niçin gittiğini bilmediği halde hoşlanıyor,sulara bakıyor,gecenin sessizliğinde geminin yardığı suların fışıltısı dinliyordu.

Gemide dört Rum tayfa vardı. Piç İlyas yaklaştı :

– Kaptanla konuştum ağam,dedi. Yarın Adalara varıp geceye kadar bekleyeceğiz. Geceleyin de İstanbul’a gireceğiz.

– Hepsi bu kadar mı ?

– Bu kadar.

– Uzun zamandan beri kaptanla şey bu kadarcıy mıydı ?

– Evet .

Çakır hayretini gizlemedi :

– Rumca konuşmak zevzeklik etmek midir ? Bu kadar sözle bir masal anlatılırdı be !…

– Ben Rumca konuşmadım ki…

– Ya nece konuştun ?

– Cenevizce konuştum.

– Neden ?

– Tayfalar anlamasın diye…

– Anlarlarsa ne olur ? Nasıl olsa İstanbul’a gittiğimizi görmeyecekler mi ?

– Görmeyecekler…

Çakır bir durdu :

– Gözlerini mi bağlayacağız ?

– Hayır ! Bunların Adalar’dan bırakıp başkalarını alacağız  !

Çakır gülümsedi :

– Aferin be Piç ! Sen sahiden… Neydi o ? Akıllı bir gavurun adını söylemiştin…

– Eflatun mu ?

-Evet ! Sen o Eflatun kadar akıllı imişsin..

O zamana kadar susan Deli Kurt söze karıştı :

– Kaptanla Cenevizce konuştuğunu söyledin. Midilli’deki Ceneviz beğlerinin hizmetinde çok bulunmuştur.

Bundan sonra hiç bir şey konuşmadılar. Piç İlyas şarap içe içe sızdı. İki sipahi de şöyle bir uzanarak uyku kestirdiler. Bu,uyku ile uyanıklık arasında tam bir Sipahi uykusuydu. Savaşlarda böyle alışmışlardı. Bir baskına uğramamak için gözleri uyurken kafalarının içi uyanık bulunurdu.

Deli Kurt,gün ağarıncaya kadar,rüya görmeden beyninin içinden geçen manzaraları seyretti. Satı Kadın… Çakır’ın verdiği dersler… Evren… Çakır’ın şakası… ‘Evet şehzadem’… Türkmen obası… Sipahilik… Gökçen Kız masalı… Gökçen Kız… Gökçen…

Çakır’la aynı anda uyanıp bakıştılar. Davranıp oturdular. Deli Kurt denize bakıyordu. Deniz,gündüzün geceki gibi güzel değildi. Şimdi sadece büyük,çalkantlı bir suydu. Gecenin karanlığında ise başka türlü görünüyor,içinde küçük ışıklar parlayıp sönüyordu.

Piç İlyas’ın söylediği Adalara vardılar. Gemi demir attı. Denize bir kayık indirildi. Kaptanla tayfalar binip adaya çıktılar.

İlyas,dün geceki şarabın sarhoşluğu ile o gün epey geç uyanmış olmakla beraber kalkar kalkmaz yemek faslına başlamaktan da geri kalmamıştı. Hem yiyor, hem de konuşuyordu :

– Kaptan kendi tayfalarını adaya bırakıp bir kaç gün için yeni tayfalar alacak. Bir de en lüzumlu şeyleri alıp getirecek.

Çakır sordu :

– Neymiş o lüzumlu şeyler ?

– Önce ikinize birer elbise…

Deli Kurt’un yüzü değişti :

– Gavur kılığına mı gireceğiz ?

Piç İilyas acele acele cevap yetiştirdi :

– Aman Murad Ağa !… İstanbul’a böyle sipahi giyimiyle girilir mi ?

Deli Kurt, Çakır’ın yüzüne bakarak sordu :

– Girilirse ne olur ?

Buna İlyas cevap verdi :

– Ne olacak ? İmparator Yani’nin yüreğine iner.

Çakır,elini Deli Kurt’un omuzuna koydu :

– Korkma ! Gavur kılığına girecek değiliz. Bir de…

Sustu. Sözün arkasını getiremedi. Çakır anlamıştı. Herif mutlaka şarap ısmarlamıştı. Yersiz düşünülen bu içkiden dolayı kızar gibi olarak çıkıştı :

– Söylesine,başka ne ısmarladın ?

Çakır,öfkelendiği zaman İlyas’ın korkudan dili dolaşır ve gözleri büsbütün şaşı bakardı. Gene öyle oldu :

– Şey,dedi. Pekmez ısmarladım !

– Nasıl pekmez ?

– Fazla mayalanmış pekmez !

– Başka ?

– Masraf olmasın diye başka bir şey ısmarlamadım.

Piç İlyas sustu ama dilinin altında bir şeyler olduğunu Çakır sezmişti. Kemrine el attı. Bir kaç Osmanlı akçası ve Venedik florisi çıkararak uzattı.

İlyas’ın keyfine diyecek yoktu.

İstanbul’a gece karanlığında çıktılar.
HASAN ÇELEBİ

Çakır’la Deli Kurt, Piç İlyas’ın kılavuzluğu ile İstanbul’un karışık sokaklarında bir hayli yürüdükten sonra büyük bir evin önünde durdular. Kapı bahçeye açılıyordu. İlyas,tokmağı vurdu.

Kapıyı eli fenerli bir uşak açtı ve İlyas’ı görür görmez yavaşça :

– Kim geldi ? diye sordu.

Piç İlyas’ın bu türlü işlerde kurt olduğu her halinden belliydi. Bahçeden geçerek geniş bir odaya girdiler. Şamdanlara oturtulmuş büyük mumların aydınlattığı oda da sedirlere ilişip beklediler. Ve çelebi kılıklı,hoş yüzlü,yaşlıca bir adamın girmesiyle ayağa kalkarak selamladılar.

Bu adam ev sahibi Hasan Çelebi idi ve yıllardır İstanbul’da oturuyordu. Sipahilere ‘Hoş geldiniz’ dedikten sonra İlyas’a döndü.

– İlyas ! diye nazik bir eda ile söze başladı. Ağalar bu gece bende konuk kalacaklar. Sen yarın akşama kadar hazırlığını yap ve gene bu vakitlerde gelerek onları alıp gemiye götür.

Hasan Çelebi’nin elinde bir para kesesi peyda oldu ve bunu ilk önce İlyas gördü. Belli bir aç gözlülükle keseye doğru bir kaç adım attı.

Çakır olsa,böyle davranışa kızardı. Hasan Çelebi sadece gülümsedi ve İlyas odadan çıkıp gidinceye kadar bir şey söylemedi. Ancak o gittikten sonradır ki , sipahilere yer gösterip kendisi de karşılarına oturdu ve dikkatle Deli Kurt’u süzerek Çakır’a sordu :

– Arkadaşın sipahi Murad Ağa,değil mi ?

– Evet..

Hasan Çelebi önüne bakarak göğüs geçirdi ve tam bu sırada uşak içeri girerek tepsi içinde getirdiği şerbetleri üçüne de sundu.

Ev sahibi,şerbet kaselerini almak için bekleyen uşağa şu emri verdi :

– Ağalar yorgundur. Yarın akşam da döneceğimize göre neden bu gece yataklara çekiliyoruz ? Bir şey yapmayacak olduktan sonra neden buraya geldik ?’

Deli Kurt’a üç katlı evin orta kaında bir oda hazırlamışlardı. Nitekim o biraz sonra yol yorgunluğunun tesiriyle derin bir uykuya dalıp uyudu. Çakır’a hazırlanan oda ise üst katta idi ve o, odasına çekildiği halde yatmamıştı. Çünkü Hasan Çelebi’yi bekliyordu. Ev sahibi biraz zaman geçip de herkesin uyuduğuna emin olduktan sonra gürültüsüzce Çakır’ın odasına girdi ve hafif bir mum ışığı altında oturarak kendisini bekleyen sipahinin karşısına oturdu. İlk söz olarak :

– Bu kadar benzeyiş olur,dedi. Görür görmez İsa Beğ dirilmiş sandım da fena oldum.

Çakır,gözlerini yere dikti :

– Ben de bu benzeyişi göresin diye getirdim,Çelebi.

Hasan Çelebi hatretle baktı :

– Görürsem ne olacak ?

– Bana inanacaksın !

Ev sahibinin dudaklarındaki gülümseme kayboldu :

– Bu nasıl söz Çakır Ağa ? Ben Murad’ı görmeseydim senin sözlerine inamayacak mı idim ?

– Çelebi ! Bana güvenin olduğu için Deli Kurt’u getirdim. Fakat asıl konuya girmeden önce şunu söyleyeyim ki,bu benzeyiş beni korkuttu. İsa Çelebi’yi tanımış olanlar Murad’ı bir görürlerse onun oğlu olduğuna yemin edebilirler.

– Bunu ben de biliyor,onun için de Deli Kurt’un eski adamlarından vezir,paşa,beğ kim varsa gözlerine görünmemesine elimden geldiği kadar çalışıyorum.

Sustular. Akıllarına gelen tehlike ihtimallerini zorla unutmaya uğraşan bu iki kişi, İsa Çelebi’nin iki sadık adamı,ölümünden sonra da onu unutamayan iki vefakar dostu idi. Bilgin,şair ve tam manasıyla çelebi bir adamdı. Dudaklarında o silinmez gülümseyiş olduğu halde söze başladı :

– Çakır Ağa ! Seni şunun için çağırttım. Artık İstanbul’da barınmama imkan kalmadı !

– Neden ?

-Padişah Murad Beğ’in adamları yerimi keşfettiler. İmparator Yani’ye elçi gelmesi yakındır.

– Ne yapacaksın ?

– İstanbul’dan gideceğim. Yarın adamlar gelecek. Evi,eşyaları,ne varsa hepsini satacağım. Siz gittikten bir gün sonra da şehirlerden ayrılacağım.

– Nereye gideceksin?

– Kastamonu’ya… Candaroğlu da İsa Beğ’in dostu idi…

Yeniden sustular…

Hasan Çelebi bir huzursuzluk duyuyordu. Buna rağmen o çelebi gülümseyişiyle sözlerine devam etti :

– Merhum İsa Beğ’in emaneti olan para,oğlu ile sana vasiyet edilmiştir. Yalnız bu kadar akça onun gözüne çok görünüp şüphelenmesin diye bir şey düşündüm. Hissenin yarısını kendisine vereceğim. Yarısı sende kalacak… İlerde bir bahane ile ona verirsin.

Çakır hemen hatırlattı :

– Deli Kurt,babasının adını Osman diye, Osman’ı da benim akrabam diye  biliyor.

– İyi. İsa Beğ’le birlikte geçirdiği gürültülü ve tehlikeli günleri hatırlamıştı. İşlerin düzeni bozulunca İsa Beğ’in kendisiyle yaptığı o heyecanlı konuşma hiç mi hiç aklından çıkmamaıştı. Talihsiz şehzade kendisi değil,doğacak çocuğunu düşünmüş,kendisi mukadderatı ile baş başa kalmak üzere iken,elinde kalan bütün akçayı Hasan Çelebi’ye vererek beynine ve yüreğine işleyen şu sözleri söylemişti :

– Sonumun yaklaştığını biliyorum. Can kaygısı bize gerekmez. Hasan Çelebi ! Sadık ve yiğit sipahim Çakır,Hatunu bir köyde sakladı. Yoksulluk çekmesinler diye bu akçadan zaman zaman onlara gönderirsin. Çocuğum erkek doğarsa benim kim olduğumu hiç bir zaman bilmesin !…

Hasan Çelebi, İsa Beğ’in Hatununa bir defacık para gönderebilmişti. Sonra kendisi de saklanmaya mecbur kalıp şehirden şehire kaçmış,gizlice İstanbul’a yerleşmişti. Ticaret yaparak geçinmiş, İsa Beğ’in bıraktığı akçaya el sürmemişti. Osmanlı Padişahı İkinci Murad Beğ,adeta Bizans’a da hakimdi. Adamlarından İstanbul’da bulunanlar,Rum İmparatorunu ve hükümetini nüfuzları altına almışlardı. Osmanlı hükümetinin de bazı bakımlardan kuşkuda olduğu muhakkaktı. İsa Beğ’in hatunu ele geçmediği için İsa Beğ’in adamlarından şüpheleniyordu. Bu Hatun bir şehzade doğurmuş olabilir,bu meçhul şehzade gününün birinde devletin başına iş açabilirdi. İşte Murad Beğ’in çaşıtları yıllardan sonra İstanbul’da Hasan Çelebi’yi görünce bunu derhal bildirmişler,Osmanlı Sarayında bir telaş uyandırmışlardı.

Osmanlılar ne Birleşik Haçlılardan çekinirler, ne de yeni bir Aksak Temür Beğ’in çıkmasından telaşa kapılırlardı. Osmanlı ancak Osmanlıdan korkardı.

Hasan Çelebi, yakalanmaktan değil,yakalanırsa Kuran üzerine yemine çağrılmaktan dehşete düşüyordu. ‘İsa Çelebi’nin oğlu var mı ? Yemin ederek şöyle ‘ derlerse ne yapardı ? Kuran’a and verdiği halde yalan mı söylerdi?..

Bu,onun yapacağı şey değildi. Onun için saklanacak,saklandığı yerde basılırsa elde kılıç ölecekti. İsa Beğ’in kazaskerine yakışan buydu.

O gece,talihsiz şehzade İsa Beğ’in iki sadık adamı,bir bilginle bir asker,gecenin geç vakitlerine kadar bunları konuştular.

Ertesi sabah Hasan Çelebi ile konuk sipahiler bahçede kahvaltı ettiler. Hasan Çelebi yıllarca emek vererek bu hale getirdiği bahçesinden yarın ayrılacaktı. Bu bir kahvaltı değil,bir veda töreni idi. Genç ve çok terbiyeli uşağı Ahmed,hasırın üstüne yastıklar koymuş,tepsiler içinde mis kokulu taze ekmek,süt,bal,peynir ve yemiş getirmişti. Ev sahibinin yüzünde her zamanki gülümesyişi fakat içine zorla bastırılmış bir keder vardı. Emek verdiği,alıştığı evden ve bahçeden ayrılacaktı. Ayrılık biraz da ölüme benzemez miydi?

Şimdi iki sipahi kıtır kıtır taze ekmeği yer ve sütü içerlerken Hasan Çelebi de bahçenin yeşilliğini,yemiş ağaçlarının görünüşü,çiçeklerin güzel kokusunu içiyordu. Yalnız,öğrendikleriyle bilgili değil,hareketlerinde de ölçülü bir insandı. Kızmaz,çok sevinmez,çok üzülmezdi.

Bir aralık Deli Kurt’a bakarak :

– Murad Ağa ! diye söze başladı. Biz babanla dosttuk. Bende babanın biraz akçası kalmıştı. Bugün sana onu vereceğim.

Deli Kurt şaşırarak ‘Akça mı ?’ diye sordu ve  Çakır’ın yüzüne baktı. Bu,güç anlardan birisiydi. Çakır,onun bakışını görmemezlikten geldi ve yemiş almaya davrandı.

Hasan Çelebi,aynı yumuşak sesle devam etti :

– Evet,akça…Bunu bu kadar geciktirdiğim için belki suçluyum ama bir türlü elim ermedi.

Deli Kurt ‘Babamın parası olduğunu hiç bilmiyordum’diye söylendi ve yine Çakır’a baktı.

Çakır bu sefer söze karıştı :

– Nereden bileceksin ? Ben sana söylemedim ki… Sonra işi şakaya vurarak ilave etti :

– Ticaret yapacak olsaydın elbette hemen söylerdim. Kahvaltıdan sonra Hasan Çelebi’nin iki kese içinde getirdiği akçaları da yine hiç bir şey demeden aldı.

Günü bahçede geçirdiler. Öğleden sonra Piç İlyas’la birlikte evi ve eşyaları satın almak üzere Hasan Çelebi ile konuşan bir kaç Rum’un ziyaretinden başka hiç bir hadise bu sessiz,dışardan huzur içinde,fakat içerden tasalı oturuşu bozmadı.

Gece iyice bastırdığı bir sırada kapı yeniden vuruldu ve Piç İlyas bu sefer yalnız olarak gözüktü. Gülümseyişi devam ettiği halde sesi hüzünlü olan Hasan Çelebi :

– Bir daha görüşemeyiz. Hepimiz,kaderimizin götürdüğü yoldan kendi sonumuza doğru gideceğiz,dedi.

Ayrıldılar. Yine o eğri büğrü yollardan geçerek kendilerini İstanbul’a getirmiş olan geminin kayığını buldular.

Biraz sonra gemide idiler. Adalara doğru yelken açtılar. Çakır’la Deli Kurt bürünmüş oldukları acayip kılıktan kurtulmak için bir an önce Adaya varmak istiyorlardı. Kaptan buradan aldığı tayfaları bırakarak asıl tayfalarını almak üzere açılırken Çakır’la Murad ilk iş olarak sipahi elbiselerini giydiler. Sonra geminin arkasındaki küçük güvertede bağdaş kurarak yolculuğa hazırlandılar.

Edincik’e doğru yol alırlarken sipahiler düşünmeye,Piç İlyas ise yiyip içmeye başlamıştı. Çakır’la Deli Kurt ara sıra derin düşüncelerine aralık verdilerse de İlyas’ın yiyip içmesi Osmanlı toprağına varıncaya kadar kesintisiz devam etti.
ON YIL SONRA

Evren’in bahçesinde şarap içiyorlardı.

Gizli İstanbul yolculuğundan beri on yıl geçmişti. Rumeli’de Macar’la, Ulah’la, Anadolu’da Karamanoğlu ile yapılan savaşlarda kan akıtmış,can yıpranmıştı. Nice can pazarlarında Azrail’le karşı karşıya geldikten sonra fırsat çıkınca, Çakır’ın tabirince felekten gün çalmak hakları idi.

Kafalar iyice dumanlanmıştı.

Çakır,bu gece konuşmak ihtiyacını duyuyordu.

– Bu şarap testide durduğu gibi durmuyor,diye söze başladı. Şu ömür dediğin şey savaştan kaçan Rum atlısı gibi ne çabuk yol alıyor ! Siz ikiniz de elime doğmuş çocuklardınız. Çakır devam ediyordu :

– Siz daha erken yaşta bulunduğunuz için belki anlamamışsınızdır. Ya ben ? Kırk dokuz yılın nasıl geçtiğini anlayamadım. Kırk yıl daha yaşasam onu da anlayacak değilim. Acaba bizim Satı Ana anlamış mıdır ?

Çakır,bir şey hesaplıyordu :

– Süt anam benden yirmi beş yaş büyüktür. Demek ki,şimdi yetmiş dört yaşındadır. İster misiniz gidip ona soralım ? Bakalım ömrün nasıl geçtiğini o anlamış mı ?

Evren sustu,Deli kurt yavaşça ‘Soralım’ diye cevap verdi. ‘Senin de böyle yumuşak konuştuğunu gören Bursa Kadısının çömezi sanır da ne delişmen olduğunu dünyada anlamaz. Ne deli göz sipahi olduğunu,savrulan kılıca karşı kolunu kalkan gibi tuttuğunu,bir tokatla bir gavuru cehenneme yolladığını aklına bile getirmez.’

Deli Kurt önüne baktı ve Çakır birden bire sustu. Sarhoşlukla deli dolu konuşurken ‘ağzımdan belki laf kaçırırım’ diye düşünmüş ve fazla söz etmenin tehlikeli olabileceğini kavramıştı. Çakır görüyordu ki, İsa Beğ’in oğlu yalnız yiğitlikle değil,akılda da üstün kişiydi. Durgun durşunun arkasında büyük bir zeka cevherinin saklı olduğu belliydi. Bu sebeple sözü hemen değiştirdi :

– Yarından tezi yok. Türkmen obasına gidip bizim Satı Ana’nın elini öper,hatırını sorarız. Birbirmizin öz anası,birimizin süt anası,birimizin de analığıdır,ama hepimizi de ayırt etmeden sever,gidersek gönlü hoş olur.

Ertesi gün güneş doğmadan üç sipahi yola koyuldu. Bu yüzden dört nala gidiyorlardı. Bir iki kısa mola vermişler,yolun düzgün olduğu bir yerde de yarışmışlardı.

Obaya gün batarken vardılar. Satı Kadın’ı çadırının önünde buldular. Çakır seslendi :

– Ana ! Konukluk kaç gün sürer ?

Satı Kadın,sesin geldiği yana döndü. Yetmiş dört yaşına rağmen duruşu hala dinçti. Yalnız yüzü iyice kırışmış ve hareketleri biraz ağırlaşmıştı. Gözlerinin de eskisi kadar görmediği anlaşılıyordu. Gülümseyerek cevap verdi :

– Devletin imaretinde olursa konukluk üç gündür. Türkmen obasında olursa istediğin kadar…

Sonra yaş sırasıyla üç sipahiyi kucakladı. Çakır şakaya başlamıştı.

– Ana ! İki gece kalacağımızı sezdin de mi böyle söylüyorsun ?

– İki gece mi ? Kırk yılda bir görmeye geldiniz ananızın yanında iki gececik mi kalacaksınız ?

– Biz anamızın yanında daha çok kalmak isteriz ama devlet babamız bırakır mı ?

– Kalırsanız devlet baba bir şey mi der ?

– Demez. Sipahilerini sayar. Aralarında iki deliyi,yani Murad’la Evren’i,bir de akıllıyı,yani Çakır’ı göremeyince uğurlar ola arslanlarım diyip tımarlarımızı alır,başkasına verir…

Satı Kadın da işi şakaya vurdu :

– Fena mı ? Siz de zannettim kurtulur,bu obaya yerleşip gününüzü gün edersiniz..

– Ana ! Tımardan olmak bir şey değil. Obada ömür sürmek de hoş. Şu var ki,adama savaştan kaçtın derler. Bunca kere Azrail’le aşık attıktan sonra adımızı ödleğe çıkarsa bizi ilk önce sen sopa ile kovarsın da yeryüzündeki biricik anamızdan da oluruz…

Satı Kadın,Çakır’a söz yetiştiremeyince :

– Allah iyiliğini versin,dedi. Seni Sipahi değil,bu bilgiçlikle Bursa Kadısı yapsalar gerekti.

Sonra onları çadırına alarak ilk ağızda birer kase ayran sundu. Muradına ermiş bir kadındı. Oğlu Evren de sipahi olmuş,Tanrı misafiri Bala Hatun’un öksüz kalan yavrusunu büyütüp aslan gibi bir savaşçı yetiştirmişti. Ev işlerinden artan zamanının şehit oğlu ve şehit kocasına Yasin okumak,Evren,Çakır ve Murad’a dua etmekle geçirirdi. Kelebek olup da üç beş gün uçmak için aylarca koza ören ipek böceğinin sabrı ile üç sipahisini bekler,geldikleri zaman sevinir,gittikleri zaman üzüntüsünün belli etmezdi.

– Demek iki gece kalacaksınız ha ? dedi. Başkasına konuk gitmek falan yok.

– Kalırız be ana ! Yeter ki sen işte…

Bunu Çakır söylüyor,ötekiler de içlerinde tekrarlıyordu.

Satı Kadın,oracıkta üç oğluna akşam yemeği hazırlamaya başladı. Yetmiş dört yaşına rağmen hala o becerikli kadındı. Onların ne sevdiğini bilirdi. Hepsi için ayrı bir şey yapmıştı. Gece basarken iki torbaya koyduğu yiyeceklerle bir güğüm dolusu ayranı göstererek :

– Haydı bakalım,şunları yüklenin,dedi.

İyice acıkmış olan Çakır sordu :

– Aman ana ! Bu yemekleri biz yemeyecek miydik ?

-Biz yiyeceğiz.

– Öyleyse nereye gidiyoruz ?

– Pınara gidiyoruz ?

– Hangi pınara ?

– Yürüğün pınarına.

Çakır birden anlamayarak durdu. Bu obada kara sevdaya tutulan biri oldu mu pınar başına nur iner.

Evren söze karıştı :

– Nuru görmek için mi oraya gidiyoruz ?

Satı Kadın ufku gösterdi :

– Bak ! Ay doğmak üzere. Böyle parlak gecelerde değil,karanlık gecelerde nur iner. Biz pınara nur inmesini görmek için değil,tatlı,soğuk suyunu içmek için gidiyoruz.

Pınarın başına kadar konuşmadan geldiler. Bütün oba içme suyunu buradan alırdı. Fakat suyun asıl lezzeti kaynağından içildiği zamandı.

Güzel bir geceydi. Geceleyin ortada kimse görünmezdi. Köpeklerin bile sesi çıkmazdı. Yalnız,arada bir,bir kuşun sesi işitilirdi.

Satı Kadın yemekleri yaydığı zaman Çakır,bütün açlığına rağmen :

– Bu kadarı çok değil mi ana ? , demekten kendini alamadı.

Kadın güldü :

– Ben kolay kolay doymam da,kendim için çokça getirdim.

Yemek iştahla yeniyordu. Satı  Kadın,büyücek bakır tasını pınardan doldurarak Çakır’a uzattı :

– Bu yemeğin tadı pınarın suyu ile çıkar,iç dedi. Bu zevk içinde üç günlük yemeği birden yemişti. Çok doydum diye elini çekerken Satı Kadın bir tas su daha uzattı :

– Bunu iç de şöyle biraz sırt üstü uzan !

Çakır öyle yaptı. Evren’le Deli Kurt bağdaş kurup oturdular. Satı Kadın,yarısına yakını yenmeden kalan yemeklere bir göz attıktan sonra :

– Ssiz sipahi olduğunuz için uykusuzluğa dayanırsınız. Ben de ihtiyar olduğum için kolay kolay uykum gelmez. Ne kadar az uyusak o kadar çok konuşup dertleşiriz. Tekrarladı :

-Anlatsanıza ! Yoksa uykunuz mu geldi ?

Yine ses çıkmayınca Deli Kurt’a döndü :

– En küçükleri sensin Murad. Sen başla da onlara da sıra gelsin.

– Ne anlatayım ama ? Anlatacak şeyim yok ki.

Satı Kadın,Evren’in yüzüne baktı. O da isteksizdi :

– Biz bir şey görmedik ki,dedi. ‘Dünya kavgasının en özlü ve tatlısını Çakır Ağa görmüştür. O dururken bize konuşmak düşer mi ?’

Satı Kadın hak verdi :

– Doğru söylüyorlar,dedi. Haydi,başla da onların da sırası gelsin.’

Çakır,sırt üstü yattığı yerden onları dinliyordu. Başından geçenlerin hangisini anlatmalıydı ki ? Yerleri,zamanları başkaydı,hepsi ayrı ayrıydı ama yine de birbirlerine benziyorlardı. Zaten çoğunu unutmuştu bile. ‘Yaptığın savaşları anlat’ demek, ‘yediğin yemekleri anlat’ demeye benziyordu. Şu süt anası da bu aydınlık gecede amma tuhaf soru sormuştu.

Fakat onu kırmak olamazdı. Bir şey anlatmalıydı. Başladı ama susması da bir oldu. İşte yine çam devirmesine bir şey kalmamıştı. Ankara Savaşı’ndan söz açmanın sırası mıydı ? Kendisini yine hangi şeytan dürtmüştü ? Bu savaşta süt anasının kocası şehit düşmüştü. Kadıncağıza küllenmiş kederini hatırlatacaktı. Bundan başka Ankara Savaşı’nın başından sonuna kadar İsa Beğ’le yanyana bulunmuş,ölümün yüzünü onunla birlikte görmüştü. Az kaldı ‘Ben İsa Beğ’in yanında iken’ diye devam edecekti.

Sözünü kesip de arkasını getiremeyince Satı Kadın sordu :

– Evet….Siz Ankara Savaşı’ndayken ne oldu ?

Çakır,söyleyecek bir şey bulamıyordu. Satı Kadın’ın da şaşkınlıktan gözleri açıldı. Çakır,ortalığa buz gibi bir havanın çöktüğünü sezmişti. Neden böyle bir salaklık yaptım diye kendi kendisine kızdı. O kadar öfkelendi ki :

– Allah belamı versin,diye bağırmaktan kendini alamadı. Bu öyle bir bağrıştı ki, Evren’le Deli Kurt,gözleri ayırmamacasına ona diktiler. Satı Kadın ise bayağı ürkmüştü :

– Ne oluyorsun Çakır ? diye sordu. Çakır’ın gözleri demin kalan yemeklere dikilmişti :

– Ne olacağım,dedi. Bizim alay beği benim bu kadar acıktığımı görse beni sefere götürmez.

Ne de olsa Çakır,eski kurttu. Bozulan durumları düzeltmesini bilirdi. Süt anası da memnundu.

– Az önce çok bulduğun yemekleri yiyeceksin,dedi.

Çakır,acıktım diye mahsus söylemişti.  İlk lokmayı alınca sahiden acıktığını anladı. Yemekleri birer birer yerken bir çocuk saflığı ile sordu :

– Bana böyle ne oldu ?

Satı Kadın gülüyordu :

– Meraklanma,dedi. Demin içtiğin pınar suyu seni böyle acıktırdı.

Çakır’ın keyfi yerine gelmişti. Yemeği yerken başından geçen bir tehlike aklına geldi. Ne Ankara Savaşı’yla ne de İsa Beğ’le ilgisi olmayan bu olayı anlatarak süt anasının isteğini yerine getirecekti. Fakat anlatamadı. Çünkü tam anlatmaya başlarken gözleri Deli Kurt’a değimiş,onun çok sert bakışlarla ileride bir yere bakmakta olduğunu görmüştü. Kime, neye baktığını anlamak için Çakır da başını o yana çevirdi. Hepsi birden susup da aynı yere bakmaya başlayınca Satı Kadın sordu :

– Neye gözlerinizi diktiniz ?

Yine Çakır cevap verdi :

– Varsın gelsin.

– Yürüyüşü bir tuhaf. Yürüyor değil de süzülüyor gibi. Hayalete benziyor.

Geceleyin,Bala Hatun’un mezarı başında gördüğü hayaletleri hatırlamıştı.

Satı Kadın umursamazlıkla :

– Hayaletten pek farkı yoktur,dedi. Hep geceleyin gezer.

– Tanır gibi konuşuyorsun ana !

– Tanımaz olur muyum ?

– Kim bu hayalet ?

– Kim olacak ? Gökçen Kız ! Yüzüne bakmasanız iyi olur. Buraya gelirken analığı bilmeyerek onu hatırlamış,Deli Kurt,pınarın başında hep o masaldaki kızı düşünmüştü. Bu masal kendisini öylesine sarmıştı ki,onu masal değil de gerçek gibi düşünüyor,o talihsiz şehzadeyle talihsiz Yürük kızına acıyordu.

Gökçen kız yaklaşıyor ve şekilleniyordu. Büyük bir kayanın gölgesinde oturarak kendisine bakan dört kişiyi yaklaşmadan görmesine imkan yoktu. Suna boylu bir kızdı. O nasıl süzülüştü ki,kendi yüreğinin atışını bile duyan Deli Kurt onun ayak seslerini duymuyordu.

Ortalıkta çıt bile yoktu. Sonra kamaşan gözleriyle bir anda çevresini görmeyerek dehşete kapıldı. Bir eliyle gözlerini kapayarak elinde olmadan,yılan sokmuşcasına fırlayıp ayağa kalktı. Göz göze geldikleri zaman kızın bakışlarından yeşil bir ışık çıktı gibi görmüş,bu ışıkla kamaşan gözleri hiç bir şey görmez olunca kör oldum sanarak fırlamıştı. Delirmiş miydi ? Elini gözlerinden çekip ihtiyatla kıza baktı. Olduğu yerde duruyor,fakat kimseye bakmıyordu. Başını öne eğmişti ve gözleri yerdeydi. Onlar da kalkmışlardı. Satı Kadın bile ayaktaydı.

Beş kişi arasında uzayıp giden sessizliği yine o bozdu :

– Gezmeye mi çıkmıştın Gökçen ?

– Pınara geldim Satı Ana !

Deli kurt yeniden ürperdiğini hissetti. Kızın sesinde öyle bir ezgi vardı ki,gecenin sessizliğinde insanın gönlüne işliyordu.

Satı Kadın ortada bir rahatsızlık olduğunu anlamıştı :

– Biz gitmek üzereydik. Sen oturmana bak,dedi.

Put gibi ayakta durarak kendisine bakan üç sipahi,hiç bir sazın tellerinde bulunmayan güzel bir sesle şu cevabın verildiğini dinlediler :

– Benim için gitmeyin. Başı daima eğik olduğu halde testisini doldurdu. Sonra yine hayelet gibi,adımları duyulmayarak,süzülen bir yürüyüşle keçi yolunda kayboldu.

Deli Kurt büyülenmişti.

– Otur Deli Kurt !

Bunu Çakır söylüyordu. Bu kız kendi üzerinde de anlaşılmaz bir tesir yapmıştı ama Murad’ın onun kaybolduğu yola öyle bir bakışı,öyle bir kendinden geçişi vardı ki,uyarılmazsa daha uzun zaman taş gibi duracağı belliydi.

Oturdu.

Üçü birden Satı Kadın’a baktılar. Gündüzleri pek gözükmez. Gözüktüğü zaman da peçe takıp gezer.

– Neden ?

-Yüzünü göstermemek için.

– Bu kız deli mi ?

İhtiyar kadın gülümsedi.

-Keşke deli olsaydı oğul. Kimseye zararı dokunmazdı !

Çakır’la Evren de merakla dinliyorlardı ama Deli Kurt gibi can kulağıyla değildi. Acaba zararı neydi ? Bunu Evren sordu :

– Kime ne fenalığı var ana ?

– Satı Kadın’ın sesi perde perde yükseldi.

– Onun kimseye kötülük ettiği yok. Tanrı korusun ! Gözlerine bakmadınız ya ?

Deli kurt titredi. Kızın gözlerine bakmıştı. Daha doğrusu bakamamış,gözleri kamaşmış,dünya alem gözüne karanlık gözükmüştü. Fakat ‘baktım’ demedi ve Satı Kadın’a Çakır cevap verdi :

– O bize bakmıyordu ki… Gözlerini hep yere dikiyordu.

– Öyledir ; bakmaz. Gündüzleri de arada çıkarsa peçeli gezer. Ama kazara bir bakarsa o adamın işi bitiktir…

– Ana ! Sen o kızın gözlerini gördün mü ?

Satı Kadın telaşlandı :

– Allah korusun oğul ! Görsem sağ kalır mıydım ?

Deli Kurt yeniden titredi ve Çakır yeniden sordu :

– Kime bakarsa çarptığını nerden biliyorsun ?

– Bilmez miyim ? Daha iki yıl önce Uzguroğlu Ahmed aklını oynatıp öldü. Sancak beğinin oğlu, Gökçen Kız’ın güzelliğini işitmiş, obaya geldi. Ne babayiğit,ne yakışıklı adamdı. Gözümle gördüm,dağların yıkılacağı aklıma gelirdi de onun yıkılacağı gelmezdi. Beğin oğlu, Gökçen’i peçeli yakalamış. Peçeni aç, yüzünü göster demiş. Kız göstermemiş. Beğ oğlu,çekil git,başına bela gelir, sana kötülük etmek istemem demiş. Gönül bu,ateş düşmeye görsün,kaza bela dinler mi ? Yüzünü aç diye direndikçe direnmiş. Bunun üzerine beğ oğlu zor kullanmaya  kalkmış. Gökçen Kız zora gelir mi ? Öteki Osmanlıysa bu da Türkmen…Hemen bıçağını çekmiş. Vururum, demiş. Beğ oğlu adımını atınca bıçağını göğsüne saplamış. Baba yiğit gençti dedim. Gülmüş. Gözlerin bıçağından daha keskin değil ya, diyerek göğsüne saplanan bıçağı çekip yere attıktan sonra bir atılmış. Gökçen Kızın peçesini söküp koparmış.

Koparmış ama kızın yüzüne bakmasıyla ah çekip yıkılması bir olmuş. Ben de gördüm,bakışları bir değişmişti. Atına binip gitti. Gidiş o gidiş,bir daha gören olmadı. Sancak beği,oğlunu aratmak için her yana adamlar saldı. İzi bile bulunmadı…

– Ne oldu ?

– Belli değil…

Hepsi garip tesir altındaydılar. Satı Kadın da sanki içini boşaltmak istiyordu. Dikkat kesilmiş üç sipahiye bakarak anlatmakta devam etti :

– Bu Gökçen Kız korkunç bir kızdır. Ondan kurt, kuş, yılan, çıyan bile korkar. Obanın köpekleri onun yanına yanaşamaz. İki arşınlık koca yılanı bir bakışı ile bayılttıktan sonra eliyle boğduğunu ben şu gözlerimle gördüm.

Evren söze karıştı :

– Ana ! Sen de şu suna boylu,bülbül sesli kızı canavar yapıp çıkardın !

Satı Kadın,oğluna çıkıştı :

-Sus , çapkın !… Keşke canavar olsa,başa çıkılırdı. Ama ne olduğu belli değil. Kimi peri kızı diyor,kimi de insan kılığına girmiş cin diyor…

Vakit gecikmişti. Fakat Gökçen Kız’ın meraklı hikayesi onları o kadar sarmıştı ki,çadıra dönmek akıllarına bile gelmiyordu.

Çakır sordu :

– Ana !…Bu kız kimin nesi ?

– O da belli değil !…

– Ne diyorsun ana ?

Bu oba Bursa, yahut Edirne değil ki,içinde kimin nesi olduğu bilinmeyen insanlar olsun. Öyleyse Türkmen değil…

– Türkmenliğine Türkmen ama bizim obadan değil. Karaman’ın Varsak oymağından ! On yıl önce bir gün babasıyla birlikte gelip obaya sığındı ! Dolaşan sözlere göre babası,Karamanoğlu’nun adamlarından birini öldürüp kaçmış,dağ,bayır yürüken de evdeşi  yollarda ölmüş, o da küçük kızını alında gelmiş. Konuk olduğu için obaya alındı. İyi adamdı. Kendini sevdirdi. Bu kız o zaman küçücük olduğu halde tek başına dağlarda koyun,davar beklerdi. Meğer daha o zamandan gözleriyle kurt ürkütürmüş ama biz ne bilelim ? Kızın gözlerini de görmezdik. O kadar çok saçı vardı ki,gözlerini örterdi. Zaten insan içine çıkmaz,dağlarda gezerdi. Günün birinde Varsaklı adam bizim obadan bir kadınla evlendi. Kız o zaman on,on iki yaşında vardı. Arkasından Gökçen Kız’ın,yüzünde peçeyle dolaşmaya başladığını gördük. Meğer üvey anası,onun gözlerini görünce korkmuş,peçe taktırmış. Çok uysal kızdır. Gel zaman git zaman Gökçen Kız’ın babası öldü. Ölümünden kırk gün sonra da bir oğlu oldu. Dul karısı küçük çocukla sıkıntıya düşmesin diye Gökçen Kız o günden beri çobanlık eder. Ne verirlerse alıp üvey anasına götürür. Belinde bıçağı,elinde sopası vardır,ama onda o gözler varken bunları almasa da olur. Sürüyü tek başına sürer. Çoban köpeği almaz. Zaten köpekler ondan kaçar. Bir de güzel kaval çalar ki,değme çoban çalamaz. Sürüsünü her zaman işte şu tepenin ardına götürür.

Satı Kadın eliyle batıdaki bir yassı tepeyi gösteriyordu. Deli Kurt’un gözleri ise orda uzun zaman takılı kaldı.

Şimdiye kadar böyle meraklı,bu kadar çekici bir şey dinlememişti. Kendilerini öyle bir kaptırmışlardı ki, durmadan sormak,derinleştimek,öğrenmek istiyorlardı. Çakır :

– Peki ana, dedi. Sen bu kızın üvey anasıyla hiç konuşmadın mı ?

– Neyi ?

– Onun peri kızı yahut cin olup olmadığını.

– Peri kızı olduğunu söyleyen zaten üvey anası. İlk önce bir çadırda yatmaktan korkmuştu ama şimdi alıştı.

– Başka ne diyor ?

– Çokluk bir şey söylediği yok. O kadar güzelmiş. İlle o gözleri yok mu ? İşte onlar bela… Kime bakarsan öldürüyor…

Çakır gülümsedi :

– Ana ! Bu sözlerinle içime iyice merak sardın,dedi. Şu kızın gözlerini görmeden edemeyeceğim…

Bunu söyleyerek ayağa kalktı. Fakat daha bir adım atmadan fırlayan Satı Kadın onu kolundan yakaladı :

– Otur çılgın diye bağırdı. Kanına mı susadın ?

– Yok be ana ! Pınar suyuna susadım. Su içeçeğim,dedi.

Kadın, Çakır’ı bırkatı :

– Kıza gidiyorsun sandım !

– Kıza değil,çadıra gidip yatalım. Evren’e verdi. O da içti. Deli Kurt verilen suyu almadı. Durgun bakışlarla pınara ve yassı tepeye baktı.

Çadıra döndüler. Vakit çok geçti. Çakır ve Evren birer çanak yoğurt yemeden edemediler. Murad,yoğurtta yemedi.

Satı Kadın hepsine birer keçe verdi. Çadırın köşelerini paylaştılar. Keçeleri hem yatak,hem yorgan olacaktı. Sarınıp yattılar.

Pınar başında Gökçen Kız’la karşılaşma Satı Kadın’ın sinirlerini bozmuş olacak ki,yorgunlıuğa ve vaktin gecikmesine rağmen çabuk uyuyamadı. Yalnız ona, Çakır ve Evren rahat  ve derin bir uykuya daldıkları halde Deli Kurt bir türlü uyuyamadı ve sabaha kadar rahatsız bir yatış içinde sağdan sola,soldan sağa döndü gibi geldi…
YASSI TEPENİN ARKASI

Deli Kurt, gerçekten sabaha kadar göz kırpmamıştı.

Gökçen Kız’ı düşünüyordu. Onun gözlerini düşünüyordu. O gözlere bir kere bakan ölür demişlerdi. Kendisi,Gökçen’le göz göze gelmiş,fakat ölmemişti. Biraz sonra mı ölecekti ? Yoksa Uzguroğlu Ahmed gibi çıldıracak veya sancak beğinin oğlu gibi sır mı olacaktı ? Ölmemişti ama gözlerinin kamaştığını,bir ara hiç bir şey görmediğini hatırlıyordu. Hayır,hayır,buna görmek denemezdi. Görmemişti. Kızın gözlerinden yeşil ve çok parlak bir ışığın saçıldığını hatırlıyordu. Sonra ?.. Sonrasını bir türlü aklına getiremiyordu.

Yoksa bu kız cadı mı idi ? Cadı olsa insanlara kötülük ederdi. Etmediğine göre değildi. Öyleyse neydi ? Üvey anası peri kızıdır demişti. Peri kızı olsa böyle insan içinde gezer miydi ?

Fakat bütün bunlar o kadar mühim değildi. Mühim olan şu idi ki, Deli Kurt içinde,ta yüreğinde bir ağırlık duyuyor ve Gökçen’i görmek isteğinin bütün varlığını yaktığını seziyordu. Çadırdan çıktı. Serin ve güzel bir sabah başlıyordu. Serinliğe rağmen Deli Kurt,içinin yandığını duydu. Susamıştı. Böyle erken saatte böyle bir susayış ?

Çadırdakiler uyanıncaya kadar pınara gidip içimi serinletir,dönerim,diye düşündü. Yürümeye başladı.

Pınara vardığı zaman ortalık biraz daha ağarmıştı. Kana kana içti. Yüzünü yıkadı. Başına ve yanan alnına su serpti. Doğuda bir kızıllık belirmişti. Birden bire, içinden gelen bir dürtüşle başını geriye çevirerek batıya baktı ve ağaran gün altında Yassı Tepe’yi görerek gönlü sızladı.

Dayanılmaz bir kuvvet kendisini oraya itiyordu. Orasını, Gökçen Kız’ın her gün koyunlarla birlikte yaşadığı yeri merak ediyordu. Orası her yer gibi olamazdı. Orada mutlaka olağanüstü bir şey vardı. Orası insanı büyüleyen bir yer olmalıydı. Çünkü orada Gökçen vardı.

Yürüyordu. Dünyayı ve zamanı unutmuştu. Gözünden her şey silinmişti. Yassı Tepe’den başka bir yer görmüyordu. Yol, iz bilmediği için bazan bir dereye  inerek yolu uzatıyor,sonra bir yamacı tırmanarak yeniden Yassı Tepe’ye doğru yöneliyordu.

Gün doğmuştu. Fakat yol uzadıkça hızı ve gücü artıyor,içindeki dürtüş çoğalıyordu.

Tepenin doruğuna yaklaşırken birden durdu. Bir kaval sesi duymuştu. O zaman yüreği heyecandan çarpmaya başladı. Demek ki, Gökçen oradaydı. Peki ama ne zaman gelmişti ?

Güneş epey yükselmişti. Deli Kurt yüzünün yandığını duydu.

Buraya Gökçen’in vakit geçirdiği yeri görmek için gelmişti. Şimdi kendisini mi görecekti ? Birden dün geceyi hatırladı. Onu förmek…O yeşil ışıklar… Deli Kurt titredi…

Dönmeye karar verdi. Fakat yürüyemiyordu işe…Ne oluyordu ? Büyülenmiş miydi ?

Kaval sesi yükseliyor ve güzelleşiyordu. Onu olduğu yere mıhlayan bu kavaldı. Sanki kendisine sesleniyordu.

Yeniden döndü. Yassı Tepe’nin doruğuna bir kaç adım kalmıştı. Ağır ağır çıktı ve tepenin arkasını çepeçevre gören bu yerden, aşağıki manzarayı gözlerini dikti.

Gökçen Kız,oradaki tek ağacın gölgesine oturmuş,sırtını dayamış olduğu halde kaval çalıyordu. Arkası Deli Kurt’a dönük olduğu için onu görmüyordu. Üstünde Türkmen giyimi,ayaklarında Türkmen çizmesi vardı. Yalnız şu dağınık saçları Türkmence değildi. Türkmen kızları saçlarını örgü örgü edip bırakırlardı.

Yemyeşil yamaçta,yüzlerce koyun otluyor,daha aşağıdan ince bir su akıyordu.

Deli Kurt, otuz kırk adımlık mesafeden kavalı dinleyerek durdu. Bu yaşa gelinceye kadar çok kopuz,çok kaval dinlemişti ama böyle tesirlisini,gönülde yer edenini hatırlamıyordu. Bu kızdaki nefes nasıl bir nefesti ki,hiç yorulmadan kavalı inletiyor,pürüzsüz ezgisi ile ta yüreğe işliyordu ?

Adım atarsa belki gürültü olur da bu güzel ses bozulur diye korkarak olduğu yerde kıpırdamadan duruyor,artık başka bir şey görmeyen dumanlı gözlerini kızdan ayırmıyordu.

Güneş yükseliyor,kaval devam ediyor ve Deli Kurt öylece büyülenmiş bekliyordu. Adım adım yürüdükçe kavalın sesi gürleşiyor,ağaca yaslanan kızın şekli büyüyordu.

On adım kalınca saçlarını gördü. Güneşin vurduğu bu dağınık ve uzun saçlarda öyle bir yansıma vardı ki,Deli Kurt’un gözlerini aldı ve onu ister istemez ‘Ya gözlerini görsem ne olur’ diye düşündürdü. Bu düşünceyle bir ürküntü geçirerek duraksadı. Şimdi içinden başka bir sesleniş duyuyordu. Bu ses ‘Sen Osmanlı sipahisi Murad değil misin ? Oka ve kılıca göz kırpmadan bakan Türk sen değil misin ? Korku nedir bilmediğin için sana Deli Kurt adını takmadılar mı ? ‘ diyordu.

Toparlandı. Yeniden yürümeye başladı. Beş adım kalmıştı. Kızın arkasından,fakat biraz yan tarafından bir an için yanağını ve çenesini,dudaklarını ve kirpiklerini görerek yeniden ve istemeden durdu. Upuzun kirpikleri vardı,dudaklarının kızıllığı ve yüzünün pembeliği,gözlerini görmeye lüzum kalmadan,onun bir dünya güzeli olduğunu anlatıyordu.

Deli Kurt bütün gücünü toplayarak,beş adımlık arayı kapatmaya çalışırken birden kavalın sesi kesildi. Kızın çabuk davranışla bir şeyler yaptığı görüldü. Fakat korktuğuna uğramadı. Çünkü kızın yüzünde peçe vardı.

Üç adımlık aralıkla bakışıyorlardı. Dün gece yanılmamıştı. Kız suna boylu ve çok biçimliydi. Koyu kumral saçları yarı göğsüne, yarı arkasına saçılmıştı. Belindeki kemerde uzun bir bıçak asılıydı. Kavalını sol eliyle tutuyordu.

O ürpertici kavalı çalmasa, öldürücü gözleri, suna boyu,akıl alan saçları olmasa bile yalnız bu duruş Deli Kurt’u büyülemeye yeterdi. Şaşırmıştı. Sanki taş kesilmişti. Ne kadar zaman geçti,onun da farkında değildi. Ansızın,yüksek bir yerden bir kaya ya dökülen suyun sesi gibi,fakat ondan çok güzel bir sesle Gökçen’in konuştuğunu işitti :

– Dün gece pınar başında gördüğüm sipahi değil misin ?

Deli Kurt, mest oldu ve kısaca bir ‘Evet !’ diyebildi. İkinci soru onu büsbütün kendinden geçirdi :

– Güneş doğmadan yola çıkmıştın. Neden bu kadar geç kaldın ?

İşte peri kızı dedikleri Gökçen her şeyi biliyordu. Ama neden ‘Peri kızı değilim’ dememişti ? Bunu yeniden soracaktı. Vakit kalmadı. Gökçen kız,büyülü sesiyle :

– Sipahi ! Buraya neden geldin ?, diyordu.

– Seni görmeye geldim !

– Yalnız bunun için mi ?

Deli Kurt, içinde bir baygınlık duydu ve :

– Gözlerini görmeye geldim,diyebildi.

Gökçen,uzun uzun Deli Kurt’a baktı. Peçesinin altından gördüğü anlaşılıyordu. Kavalı ile, biraz önce oturmakta olduğu yerin berisini göstererek :

– Yolu üç dört misli uzatarak vakit kaybetmiş,yorulmuşsun. Yavaşça gene ağacın dibine çöktü. Deli Kurt iki adım uzağında,gösterdiği yere bağdaş kurdu. Uzun zaman susarak oturdular. Sonra kız sordu :

– Adın ne sipahi ?

– Murad !

– Sana niye Deli Kurt diyorlar ?

Deli Kurt bu soruyla yeniden ürperdi. İşte gene her şeyi bilmeye başlamıştı.

– Lakabım öyledir. Sen bunu nereden biliyorsun ?

Bu soru da cevapsız kaldı.

Murad’ın burada uzun zaman kalmaya niyeti yoktu. Arkadaşlarına ve Satı Ana’ya haber vermeden gelmişti. Nneticeye doğrudan doğruya varmak isteyen sipahi alışkanlığı ile :

– Niçin peçelisin ? diye sordu.

Kız susuyordu. Deli Kurt ısrar etti :

– Buraya kadar gözlerini görmek için geldim !

Gökçen, kavalını otlara bırakarak yüzünü Murad’a doğru döndürdü. Uzun uzun baktıktan sonra :

– Dayanamazsın Deli Kurt,dedi

Deli Kurt’un sarhoşluğu artıyordu :

– Ölür müyüm ? diye sordu.

– Ölmezsin…Daha fena olursun…

Murad, bu cevapla kendinden geçerken, Gökçen ona dün geceyi hatırlattı.

– Dün gece gözlerin kamaşmadı mı ?

Bu kız her şeyi biliyordu.

– Gözlerini kimseye göstermeyecek misin ?

– Hayır !

– Evleneceğin erkeğe ?…

– Beni hiç bir erkek istemez. Gökçen kız,kavalına el attı :

– Sana bir Varsak koşması çalayım.dedi. Kavuşamayıp da ölen yavukluların koşmasını…

Üflemeye başladı. Önce çok hafif bir ses çıkıyordu. Yavaş yavaş ses yükselip durulaştı ve perde perde geniş çayırlığa yayılan ses Deli Kurt’un gönlüne akmaya başladı.

Şimdi o, sevişip de kavuşamayan yavukluları görür gibi oluyordu. Kız, kavalı öyle dile getiriyordu ki,onun ezgilerinden taşan manayı anlamaya imkan yoktu. Kızın parmakları kavalın delikleri üzerinde o kadar çabuk gidip geliyordu ki,bunu başka hiç kimse yapamazdı.

Çaldı, çaldı…Kendi ruhunun bütün taşkınlıklarını kavala vermiş gibi duyarak,coşarak,bilerek çaldı.

Deli Kurt,artık Gökçen’i de,yeşil yamacı da,koyunları da görmüyordu. Bir ses dünyasında en güzel ahenkler içinde sanki kaybolup gitmişti. Neredeyse tatlı bir uykuya dalıp kendinden geçecekti ki,birden yeni bir ürperişle Gökçen’e baktı. Fakat Deli Kurt,türküyü hala gönlünde duyuyordu. O nasıl sesti ki ? Onu bir duyan bir daha unutabilir miydi ?

Güneş ta tepelerindeydi. Öğleye kadar zamanın nasıl geçtiğini duymamuştı bile… Gökçen,yerde,yanı başında duran deriden torbasını açtı. Küçük bir güğümle iri bir bakır tas çıkardı. Güğümdeki ayranı tasa aktararak Deli Kurt’a uzattı :

– İç , dedi.

Deli Kurt tası almıştı. Fakat içmedi. kızın başka ayranı yoktu. Ama onun verdiği ayranı redetmeye kıyamadı :

– Bölüşelim , dedi. Bir eliyle peçesini biraz kaldırarak tası dudaklarına yaklaştırdı ve Deli Kurt,iki adımdan onun dudaklarını gördü. Bunlar bir dünya güzelinin dudaklarıydı. O dudakların değdiği ayranın yarısını içerken Deli Kurt, sözle, benzetme ile değil,gerçekten sarhoştu…
OBA BEĞİNİN OĞLU

Deli Kurt bundan sonrasını hatırlamıyor,akşam olurken Satı Kadın’ın çadırına nasıl döndüğünü bilmiyordu. Çadır önünde Çakır’ın :

– Neredeydin be Deli Kurt ? Kırklara mı karıştın ?, demesiyle kendisine gelmişti. Gökçen’den ayrılıp Yassı Tepe’den uzaklaşırken birisi kendisini dik dik süzmüştü. Bu bir atlıydı. Hem de… Evet, bu atlı, oba beğinin oğluydu.

Bir şey söyleyip söylemediğinin farkında değildi. Yalnız kendisine baktığını hatırlıyordu. Bu bakışlar dostça değildi.

Neden bakmıştı ? Bunu da düşünemiyordu.

Evren gülerek bir şeyler söylemişti. Satı Kadın ise susmuş,fakat kaygılı gözlerle Deli Kurt’a derin derin bakmıştı. Tecrübeli ana yüreği kötü bir şeyler sezinlemişti.

O akşam yemeklerini çadırda yiyeceklerdi. Üç sipahi,ertesi günü erkenden yola çıkacakları için de uzağa gitmemeleri,erken yatmaları gerekti.

Onlara yine güzel yemekler hazırlamıştı. Pınar suyu yerine de Türkmen ayranı vardı. Çakır’la Evren’in keyifleri yerindeydi. Konuşan otlar,susan ötekilerdi.

Yemeğin ortasına doğru Evren :

– Ana ! dedi. Bu gece de bana yemek yetiştiremeyeceksin !

– Neden ?

– Nedeni var mı ? Deli Kurt’u aramak için az mı sürttüm ?

Anası,konuşmasının bu konuya gelmesini istemiyordu.
Kapattığını da sandı. Fakat azıcık sonra Evren’in damdan düşer gibi :

– Gökçen Kız’ın üvey anasına da uğradım,demesiyle içinde derin bir kasvet duydu ve o zamana kadar gayet soğukkanlı ve suskun yemeğini yiyen Çılgın Kurt’un birden canlandığı,hatta çehresinin kızardığı da gözünden kaçmadı. Oğluna ‘Başka şey konuş’ diyecekti. Demeye süre kalmadan Çakır’ın sesi dinlendi :

– Uğradığına göre,Gökçen Kız hakkında bir şeyler bilseydin…

– Bildim…

Çılgın Kurt güçle saklayabildiği bir coşku geçirdi ve Çakır :

– Bölük başı olacak adamsın Evren,diyerek onu methetti.

Bu akşam Evren de konuşmaya istekli görünüyordu.
İstediği zaman onunla yağmur yağdırırmış !

Çakır, gün bakmış bireydi. Kolay Kolay inanmazdı. Sordu :

– Bu kız obaya ufacıkken gelmiş. Taşla yağmur yağdırmayı kimden bilmiş ?

Evren yanıt verdi :

– Bunu ben de sordum. Gökçen’in babası can vermeden evvel bir gece saklıca çadırlarına bir bayan gelmiş. Bu bayan Gökçen’in teyzesiymiş. Bir kaç gün çadırda kalmış. Kimseye görünmek istememiş. Yalnız Gökçen’le konuşmuş.
Yağmur yağdıran taşı da vermiş. Sonra yeniden bir gece çıkıp gitmiş. O kadının da gözleri Gökçen’in gözleri gibiymiş. Çadırda onlarla konuşurken çehresine peçe örtermiş.

Evren,bunları erik pestili ezmesi içerek anlatıyor. Çakır un tatlısı yiyerek dinliyordu. Satı Kadın’ın gözleri Çılgın Kurt’ta,onunkiler Evren’de idi. Uzun süredir içmeden,içmeyi us etmeden elinde yakaladığı ayran tasıyla,anlatılanları dinliyordu.

Erik şerbetini tamamlayan Evren,sözüne devam etti :

– Gökçen’in soyuna kendi memleketinde Tümenoğlu derlermiş.
Kocasını o davetli bayan,başka bir deyişle Gökçen’in teyzesi öldürmüş. Misafirliğinin son iki gününde Gökçen’in teyzesiyle babası hep tartışıp konuşmuşlar. (Bayan),bir gün,dışardan çadıra girerken kocasının olmaz,gelemem diye söylendiğini,ardındadan da bana öyle bakma diye haykırdığını dinlemiş. Çadıra girdiği zaman kocası eliyle gözlerini kapayarak yerde uyuyormuş. Bu hastalıktan kurtulamamış. Bir kaç gün sonra can vermiş…

Çılgın Kurt elindeki ayran tasını yere bıraktı.
Artık Gökçen Kız bahsini kapamalıydı :

– Artık Gökçen masalını kapat Evren,dedi. Yarın döneceksiniz. Daha konuşacağımız çok şey var.

Evren tebessümdü.

– Bir şey daha kaldı. Onu da açıklayıp kapatıyorum. Kadıncağız çok hazin. Hem uyumlarını sağladığı için Gökçen’i hoşlanıyor,hem de ondan korkuyor. Obanın başında felaket geziyor diyor.

Bu sefer Satı Kadın meraklanmıştı :

– Neymiş o facia ? diye sordu.

Evren,ayran içiyordu.
Sorusunu yineledi :

– Açıklasana, neymiş ?

– Bir erkek , Gökçen Kız’a gönül vermiş !

Satı Kadın : ‘Bundan obaya ne ? ‘ diye soracaktı. Soramadan, o zamana kadar tek söz açıklamadan yalnız dinleyen Çılgın Kurt’un tok ve hatta hiddetli sesi dinlendi :

– Bu erkek kimmiş ?

Evren,aldırışsız bir bakışla yanıt verdi :

– Oba beğinin oğlu…

Çılgın Kurt,bundan sonra konuşulanları kavra.

İkinci gecedir ki Çılgın Kurt, yatmadan düşünüyor ve içine acı bir ağunun aktığını dinliyordu.
Köyde evdeşi Melek ve kızı Zeynep vardı. Onlara kavuşacaktı. Burada da Gökçen vardı. Ondan ayrılacaktı.

Bunun için mi bunalıyor,uykusu kaçıyordu ? ‘Gökçen senin neyin ‘ diye kendiliğindene sordu. Hiç…Yabancı bir kız,bir çoban kızı…Bu sıkılma Gökçen için olamazdı. Çılgın Kurt gönlünün içinden fışkıran ateşi söndürmeye çalışarak bir neden tespit etmeye uğraşıyordu. Acaba kızın gözlerini bakmadan döneceği için mi hazindi ? Gözlerinin önünden hep Yassı Tepe geçiyordu.
Bu acıya katlanabilir miyim diye usundan geçen suale yanıt vermeden birden bire gönlünün içinde bir ışığın tam benliğini doldurduğunu hissetti. Kavramıştı. Artık kendisinden de gizleyemeyecekti.

Gökçen’e gönül vermişti.

Bir an, bütün bir iç rahatlığı ile gözlerini çadırın içini dolaştırdı. Satı Ana ve değişikler derin bir uykuda idiler. Yeniden o anda, azıcık evvelki gönül rahatlığının yerini kemirici bir iç acısı aldı. Yarın bu beğendiği kızdan ayrılacaktı.
Bu gece gökte bulutlar koşuyor ve ayı örtüyordu. Oba karanlıktaydı. Bazı zamana ay bulutlardan kurtuldukça ortalık ışıyor,sonra yine karanlığa boğuluyordu.

Birden usuna geldi.

Masaldaki Gökçen’i,Yürük kızı Gökçen’i anlatırlarken,sevdalılar o pınarın başında dua eder demişlerdi. İşte duanın sırasıydı. Dua,kendisinden çok kime yaraşırdı ki… Beğeniyordu. Evli olduğu halde beğeniyordu. Sevgilisinin gözlerinden  ölüm ışıkları saçıldığı, bir bakışta insanı öldürdüğü halde beğeniyordu.

Dua etmeliydi.
Serinlemiş, şifasını bulan hastaya benzemişti. Serin rüzğar çehresine çarpa çarpa,her adımda azıcık daha canlana canlana yürüyordu. Gönlü umutlarla dolarak pınara vardı. Eğildi,içti. Alnını nemlendirdi. Sonra,bir gece evvel Satı Kadın ve sipahilerle yemek yediği kayanın önüne gelerek bağdaş kurdu. Ellerini açtı. Çehresini hafifçe göğe çevirerek duaya başladı.

Ne kadar dua etti. Neler açıkladı. Farkında değildi. Duasını tamamlayıp ellerini çehresine sürerken,aksi taraftan gelen ayak sesini dinleyerek dikkat kesildi.
Çılgın Kurt titredi.

Karaltı pınara kadar geldi. Eğilip su içti. Ayağa kalkarak durdu. Ay bulutların ardında olduğu için kim olduğu seçilmiyor,bir gölge halini bakılıyordu,kayanın dibinde olan Çılgın Kurt’u bakmasına olanak yoktu.

Karaltının ellerini göğe kaldırdığı bakıldı. Dua ediyordu. Çılgın Kurt’un vicdanı süratle çarpmaya başladı. Kimdi ? Acaba Gökçen miydi ?

Olamazdı. Gökçen dua eder miydi ? Ama neden etmeyecekti ? Hayır , hayır etmezdi.
Gökçen sevdalı değil ki…

Çılgın Kurt,oturmuş olduğu kaya dibinden aşikar bakışlarla bakarak bu gölgenin kim olduğunu tercih etmeye uğraşıyordu. Aksi gibi de ay hiç görünmüyor,birbir ardınca koşan bulutlar onu hep arkada bırakarak yeryüzüne bir ışık salkımının inmesine mani oluyordu.

Dua eden hala ordaydı. Azıcık evvel yürüyerek geldiğini bak,Çılgın Kurt bunu bir kaya parçası sanabilirdi. O kadar suskun ve kıpırdamadan duruyordu.

Zamanın uzaması ve koyu karanlığın,pınar başında dua edenin erkek mi,bayan mı olduğunu bile tercih et yavaş yavaş merakını kamçılamaya başlıyordu.

Birden bire,hiç ummadığı bir anda ay,bulutlardan sıyrıldı ve çok kısa bir iki an ışıklarını indirmesi, Çılgın Kurt’un dua edeni bakmasına yetti.
İki erkek aynı kızı beğeniyorlardı.

Çılgın Kurt bundan gocunmuştu. Bir sevgide kendisine bir ortak çıkması,saklı kalması gereken bir işin açığa bir yere çarpılması gibi geliyordu. Bir de şu vardı ki,beğ oğlu bu kadar uzun , bitip tükenmeyen bir duaya dalmasıyla sevgisinin vahimliğini de ortaya koymuş oluyordu.

Çılgın Kurt kendisinin gönül yanıklığından daha üstününü kabul edemezdi. Birden çılgınlığı tutarak ayağa fırladı. Oba beğinin oğlu ile hesaplaşmak için pınara doğru yürüdü.

Fakat o gitmişti.
Yoktu.

Ağır adımlarla çadıra doğru yürümeye başladı. Rüzgar çoğalmıştı. Fakat onun yanan yüzünü ferahlattığı için güzeline gidiyordu. Güzel bir tarafı daha vardı. Batıdan,Yassı Tepe’den geliyordu.

Çadıra girerken bir ses dinler gibi olarak titredi. Bu bir kaval sesiydi. Fakat o kadar uzaktan geliyordu ki,gerçekten bir kaval sesi midir,yoksa onu gönlünün içinde mi dinliyor,belirli değildi. Onu her halde batı rüzğarları oraya kadar getiriyordu.

Çılgın Kurt yine büyülenmişti.
Yeniden içinden bir dürtüş başlamıştı. Takat yok gidecekti. Gökçen Kız gece yarısında da orada olduktan sonra …

Bütün yürümeye başlarken bir ses :

– Uykun mu kaçtı Çılgın Kurt ? diye hafifçe fısıldadı. Çılgın Kurt süratle döndü. Bunu açıklayan Satı Kadın’dı.

Buna kuru bir ‘Evet’le yanıt verdi.

– Gel sana taze ayran vereyim. Içini ferahlatıp uykunu getirir.

Satı Kadın,riski hissederek uyanmış,çadırın dışına çıkıp baktığı zaman da Yassı Tepe’den gelen kaval sesini dinlemişti.
Gökçen’in kaval çaldığını herkes bildiği halde,geceleri çalınan kavalın perilerin işi olduğuna inanılırdı. Satı Kadın da buna az çok inanmıştı. Çadırın dışında ayak sesleri dinlediği zaman Çılgın  Kurt’un döndüğünü kavramış,fakat içeriye girmeyince merak edip yine çıkmıştı. Bu çıkış bütün zamanında yapılmış, Çılgın Kurt’un kaval sesine doğru gittiğini kavrayarak seslenmişti.

Ona, davganaya koyarak çadırın dışına bıraktığı ayrandan kocaman bir tas doldurup uzattı.
Bir daha istedi. Onu da içtikten sonra asaplarında bir rahatlık duydu ve sabaha  pek az kala girdiği yatağında derin bir uykuya daldı.

Uyku derin,fakat rahat değildi. Düşünde hep dağ aralarından geçiyor,tepelerden sıra sıra atlıların kendisine baktığını bakıyordu. Bu atlıların hepsi oba beğinin oğlu idi.

Sabahleyin erkenden kalkıp analarıyla vedalaştıktan sonra,doğuya doğru at sürerken başlangıçta yavaş gittiler. Nal sesleriyle hengame yaparak daha yatmakta olan Türkmenleri uyandırmak istememişlerdi.
Ortalık hayli aydınlanmıştı. Bu sırada gözleri soldaki tepeye takılan Çılgın Kurt,oradan kendilerine bakan bir atlı baktı. Bu,tıpkı düşünde baktığı gibi oba beğinin oğlu idi.
UMULMAYAN BİRİSİ

Çılgın Kurt,kış aylarını nasıl geçirdiğine şaşıyordu. Aylar sene kadar uzun gelmişti. Ebedi bir beyazlıkla yolları kapatan karlar,kendisini,Gökçen’den ebediyen ayırdı sanıyordu. Karların durmadan boşandığı,gökte ne güneş,ne de ayın görünmediği bu sıkıntılı günlerde artık doğrultu atama edilemez diye düşünüyordu.
Gökçen onu o kadar sarmıştı ki,bir gün evdeşi Melek Hatun’a dahi Gökçen diye hitap etmiş,bayancağızı afallatmıştı. Ah bu hatun, bu Melek Hatun…Onun içini parçalıyordu. Bu kadar iyi,sadık,sadakatli,üstelik de hoş olan bu bayan yanı başında dururken,gönlünün çok uzakta bulunması Çılgın Kurt’u rahatsız ediyor,aleneni vicdan eziyeti dinliyordu. Yemesi, yatması da bozulmuştu. Kış aylarında,sipahiler sefer olmadığı , yalnız yiyip içip dinlendikleri için derlerdi.
İşte tam bu fena koşullar altında kışı nasıl geçirdiğine şaşıyordu.

Fakat kış geçmişti işte…Yollar ve istikametler artık belirliydi. Çılgın Kurt vicdanında tatlı bir çarpıntı dinliyordu. Kış gecelerinde kaç kere kendisini düşünden uyandıran kaval sesini bu sefer gerçekten dinleyecekti.

O böyle tatlı tatlı hayal kurarken bir gün dört nala gelen bir ulak sefer için bir araya gelineceğini bildirdi. Savaş sözü olunca Çılgın Kurt bir zaman için Gökçen’i,Yassı Tepe’yi,pınarı her şeyi unuttu.
Bu neşe o günlerde bölük başı olmuş bulunan Çakır’ın emîrinde bir araya gelininceye kadar sürdü. Evren de aralarında idi.

Seferin nereye olduğunu Çakır’dan bildiler. Karaman ülkesine yürüyeceklerdi. Macarlar,Evrenuzoğlu Ali Beğ’in akınını püskürtüp Güvercinlik kalesine doğru yürürken Karamanoğlu İbrahim Beğ de fırsattan yararlanıp saldırmış ve Hamideli Sancak Beği Şarabdar İlyas’ı esir etmişti. Bu Karamanoğlu hep böyleydi. Osmanoğlu ile yıldızı bir cinsli uzlaş.
Fakat bu seferki husumet,evvelkileri gölgede bırakmıştı. Zira Karamanoğlu,gavurlarla birleşerek Osmanlıya saldırıyordu ki, bu Müslümanlığa yakışmazdı. Padişah İkinci Murad Beğ’in de buna çok kızdığı,hatta Karaman ülkesinin altını üstüne getirip milletine de bir tırpan atmak için Mısır alimlerinden fetva aldığı söyleniyordu.

Yürüyüşün başlaması Çılgın Kurt’un neşesini götürdü. Zira o şimdi kendisini ordunun kalabalığına kaptırmış,bölük başılarla alay beğlerinin emrettiği istikamette gidiyor,atı gideceği yeri öğrenerek Çılgın Kurt’a çevresini bakmak ve düşünmek ihtiyacını bırakmıyordu.
Molalar çok az ve kısa idi. Böyle bir yürüyüş karşısında Karaman ordusunun bir araya gelemeyeceği belirliydi. Nitekim öyle oldu. Ancak minik Karaman birlikleriyle iki üç yerde çarpışıldı. Fakat az kalsın Çılgın Kurt’un başı belaya giriyordu.

Akşehir önünde Karamanlılarla kısa bir çarpışmada onları kaçırdıkları zaman Çılgın Kurt geride,ihtiyat güçleri arasında bulunuyordu. Her iş olup bittikten sonra savaş alanına gelince birden bire gözleri toplu olarak duran beş altı şahsa takıldı.
Burası savaş alanının en uç bölgesiydi. Sıcaklıklı bir konuşma yapılıyordu.

Kendisi gelince konuşmalar bir anda kesildi ve Çılgın Kurt,vaziyeti baktı. Yerde Karamanlı bir asker yaralı olarak uyuyor,ayakta da bir yeniçeri ile dört Akşehir köylüsü bulunuyordu. Hepsine birden ‘Ne oluyor ? ‘ diye sordu.

Köylülerin en yaşlısı Çılgın Kurt’a döndü :

– Aman ağam ! Ne olursa senden olur,diye dilendi.

Çılgın Kurt sordu :

– Olacak olan nedir ?

Köylü yeniçeriyi ve yaralıyı göstererek tasa yandı .

– Senin bu dostun yaralımızı götürüp öldürmek istiyor.
Ama Ağam ! Taşıtı ol da kurtar. Size akça,mal verelim !

Bu öneri Çılgın Kurt’un sızına gitti ve birden kan beynine atlayarak bağırdı :

– İhiyar ! Beni ne sandın? Sipahi olduğumu bak musun ?

Ve onun bu gürlemesinden korkan köylülerin afallamış bakışları arasında eliyle yeniçeriyi göstererek,sözünü bitirdi :

– Akçayla,malla bunlara iş yaptırılır. Bu Devşirmelere…Kavradın mı ?

Yeni çeri hiddetten kuduracak gibi oldu :

– Bre tımarlı ! Yeniçeriyi hoşlan ? Ben padişahın kapı kuluyum ! Senin gibi derme asker mi sandın ?

Çılgın Kurt’un sesi gök hengamesi gibi çıkıyordu.

– Bre yeniçeri ! Kapı kulu olmak seni Gavur dölü olmaktan kurtarır mı ? Kim oluyorsun da bu yaralıyı öldürmeye kalkıyorsun ?

Karamanlıların yanında hakarete uğrayan yeniçeri nerdeyse delirecekti.
Meğerse Karamanlı imişsin ! Evvel şunun işini tamamlayayım. Sonra senin de hesabını bakarım…

Yeniçerinin yanında silah yoktu. Belinden bıçağını sürükleyerek yaralı Karamanlıyı öldürmek için bir saldırı yaptı. Çılgın Kurt’un,atından inecek zamanı yoktu. Bir mahmuz vuruşu ile onu yeniçerinin üzerine sürdü. İşte ne olduysa o sırada oldu. Atın kendisine çarpacağını kavrayana yeniçeri-avını kaçıran barbar bir hayvan hırsıyla,uzun bıçağını ata sapladı ve atın vahim bir kişnemeyle şaha kalktıktan sonra kendini yere çarpar gibi düştüğü bakıldı.
Düşüşten ancak Çılgın Kurt gibi, Türkmenler arasında binicilik bilmiş birisi kurtulabilirdi. Öyle de oldu. Akılda bir atlayışla atından inerek yeniçerinin bir adım uzağında dimdik durdu.

Durdu. Fakat tam çılgınlığı yakalamıştı. Bir tımarlı sipahinin atını öldürmek,ona en büyük hakareti yapmaktı.

– Davran bre yeniçeri ! diye bağırarak onun üzerine atıldı. Yeniçeri de ‘Davran bre sipahi ‘ narasıyla Çılgın Kurt’a saldırmıştı. Bir anda göğüs göğüse geldiler.
Yeniçeri de aynı süratle davranarak sol eliyle Çılgın Kurt’un kendi yakasını yakalayan elini bileğinden anlarken atın kanıyla kızarmış bıçak elinde olduğu halde sağ kolunu başı hizasına getirdi. İkisi de birden sağ elleriyle aynı anda indirdiler. Sipahinin silme tokadı yeniçerinin çehresinde şaklarken,onun bıçağı da esrarengiz bir ses çıkararak sipahinin sol omuzunun göğsüyle birleştiği yere daldı.

Bu,meraklı bir vuruşma idi. Karaman yaralısı dahi akşam karanlığında daha iyi bakabilmek için dirseğine dayanarak doğrulmuştu.
Fakat Karamanlı yaralı ile köylüler,bu anlaşılmaz işi azıcık sonra kavradılar.

Tokadı yiyen yeniçerinin bıçağı yere düştüğü halde sipahi sağ kolunu bir daha kaldırdı. Sol eliyle yakasından yakalamakta olduğu yeniçerinin çehresine ikinci tokadı indirdikten sonra yakasını bıraktı. Birincisinden daha şiddetle şaklayan tokat sesinden sonra onun cansız bir halde toprağa düşmesinden doğan ses duyuldu.

Çılgın Kurt ona şöyle bir baktıktan sonra gözlerini Karamanlıya çevirdi.
Yere kan akıyordu. Köylülere bakarak bir şey soracak oldu. Soramadı. Gözleri karararak düştü.

Gözlerini açtığı zaman kendisinin tanımadığı bir yerde buldu. Ortalık aydınlıktı ve yanında kimse yoktu. Omuzundan başlayan bir sancı göğsüne ve sırtına kadar iniyordu. Omuzu sızlıyor değil sanki yanıyordu.

Ağrıyan başını sağa,sola çevirerek bakındı. Yavaş yavaş,olanları andırmaya başlamıştı. Bir yeniçeriyle kavga ettiğini iyice andırıyordu.
Çılgın Kurt bu yabancıların kim olduğunu tespit etmeye çalışarak gözlerini tavana dikti. Evet,bu yabancılar Karamanlılardı. Yaralı Karamanlıyı yeniçeriden kurtarmasını isteyen Karamanlılar… Kendisini de, yaralı Karaman çerisini de savaş alanından uzağa kaçırmışlardı. Ondan sonrası vahimdi. Bir oda da,isli çıraların aydınlığında Karaman yaralısı,kızdırılmış bir oku bacağındaki ve kolundaki yaralara değdirerek kendiliğindene dağlamış,bunu yaparken çehresini dahi buruşturmamıştı.
Dağlamaktan başka yol yok…’ Çılgın Kurt,Osmanlı doktorlarının yarayı başka cinsli rehabilitasyon ettiklerini öğreniyordu. Dağlamayı duy. Durmadan kan kaybetmenin çaresizliği arasında sormuştu : ‘Dağlanırsa kan duru mu ?!

Karamanlı,yaralılarını göstererek yanıt vermişti . ‘Biz hep böyle yaparız. Kan durur. Yara ivedi iyileşir. İşte,benden artık kan sızmıyor…!

Çılgın Kurt ‘Peki, dağla’ demiş ve köylülerin desteğiyle kendisine yaklaştırılan Karaman çerisi,yeniden köylülerin ucunu kızdırdığı oku vicdansızca yarasının üstüne bastırmıştı.

Azıcık evvel Karamanlıların göz kırpmadan kendi kendisini dağladığını bak, Çılgın Kurt bu can acısıyla kesinlikle haykırırdı.
Dişini sıkmış,haykır,fakat acıdan bayılmıştı.

Sonra bir konuşmalar anımsıyordu. Kendisine bir şeyler içirmişlerdi. Duyuyor fakat konuşamıyor,acı dinliyor fakat sesini çıkaramıyordu. Sonra her şey silinmişti. Baki ve kapkaranlık bir boşluk içinde uçuyordu. Bu uçuş ona bitiş,yok oluş gibi gelmişti. Daha sonra hiç bir şey anımsa.

Acaba o gecenin sabahında mıydı ? Hiç,hiç bir şey öğren. Kimbilir böyle ne kadar geçmişti ki,odanın kapısı aralandı ve içeriye birisi girdi.
Köylünün elinde bir çanak vardı.

– Geçmiş olsun ağa ! Nasılsın ? diye sordu.

Çılgın Kurt bir yabancıyla sızısından söz edecek değildi :

– Nerdeyim ? diyerek suale yanıt verdi.

Yaşlı köylü kısaca :

– Bizim köydesin ! dedi

Çılgın Kurt,bu konuştuğu bireyin yahşı mı,yaman mı olduğunu daha kavra : Konuşmasına devam etti :

– Sizin köyün ismi yok mu ?

– Ismi Kara Salur !

– Beni buraya niçin get5irdiniz ?

– Yaran ağırdı,onarmak için getirdik.

Çılgın Kurt,yaman değil,yahşı şahıslar arasında bulunduğunu kavramıştı.
Ordusundan ayrı düşmüş. bi Karaman köyünde kalmıştı. Bu Karamanlılar düşmanlarıydı. Onlara ‘Bizim ordu nerde ?’ demeyi kendisine yakıştıramıyordu. Bir şeyler bilebilmek için :

– Sizin yaralı ne oldu ? diye sordu. Köylü tebessümdü :

– O iyileşti dahi. Yalnız yarasının biri bacağından olduğu için değnekle yürüyor.

Çılgın Kurt,onunla fikir istediğini açıklayacaktı. Bunu da kendisine yediremeyerek sustu. Köylü,sanki gönlünden geçenleri kavramış gibi :

– Sen hele şu şerbeti iç de ben sana onu da çağırırım dedi ve elindeki çanağı uzattı.
Yaraların ivedi kapanması,eforsuzların kendine gelmesi için içirilirdi. Bir yarayı dağlayacak asabi demir bulunmadığı zamanlarda da yaranın üstüne bal sıvarlardı.

Çılgın Kurt,şerbeti içip tamamladı. Karaman yaralısını beklemeye  başladı.

Azıcık sonra yaşlı köylü ile Karaman çerisi içeri girdiği zaman ilk evvel bakıştılar. Birbirlerini ilk kere bakıyorlardı. Değneğine direnerek aksak adımlarla yürüyen bu Karamanlı kocaman yarı , yirmi beş,otuz yaşlarında bir mertti.
Çılgın Kurt’un en fazla gözüne çarpan şey ise börkünün altından omuzlarına dökülen uzun saçlarıydı.

Şimdiye kadar hiç böyle şey bak.

Gür ve tok bir sesle :

– Geçmiş olsun ağa, dedi. Çılgın Kurt aynı sesle :

– Sağ ol ! Sana da geçmiş olsun,diye yanıt verdi.

Karamanlı yavaş hareketlerle gelip yanında yere oturunca, o da bir çabayla davranıp kalktı ve bağdaş kurdu. Omuzunda dinlediği acıyı,dişini sıkarak geçiştirdi.

Karamanlının çehreyi hiç gülmüyor,gülmek denilen şeyi de sanırım öğren.
Canımı kurtardın. Kim olduğunu,adını açıklar misin ?

Çılgın Kurt yanıt verdi :

– Adım Murad…Tımarlı sipahiyim… Karasi bayrağındanım !

– Benim adım Tümenoğlu Balaban. Varsak boyundanım…

IBLIS DAĞI

Varsak boyu ve Tümenoğlu ailesi…

Çılgın Kurt bir an için ‘acaba doğru mu duydum’ diye düşündü. Bu boy ve bu aile,Gökçen Kız’ın boyu ve ailesiydi. Dikkat ve afallamışlık içinde Balaban’a bakıyordu. Balaban,karşısındakinin allak bullak olduğunun farkında olmadan devam etti :

– Murad Ağa ! Üç günde ata binecek gidişata kazançsın.
Bizim eller hoştur. Dağlarımızda geyik çok olur. Avlanıp güzelce zaman geçiririz…

Çılgın Kurt yanıt vermedi.

Bu sefer yaşlı köylü söze karıştı :

– Murad Ağa ! Senin nasıl bir mert olduğunu gözümüzü baktık. Karamanoğlunun en tercih etme çerisi de bu Varsaklardır. Aralarında birkaç gün geçirirsen çok güzellerine gider…

Çılgın Kurt,hala susuyordu. Balaban sordu :

– Kendi ordunuzdan birisini öldürdün. Bundan sana bir hasar gelmez mi ?

– O yeniçeri can verdi mi ?

– Can Verdi ya ! O ne tokat vuruştu öyle ? Hepimiz böyle tokat bir yere çarpıyorsanız,kılıç işlemesin diye birer zırh giyip tokatla kavga etseniz de olacak…

Çılgın Kurt,sözü değiştirdi :

– Seninle alıp veremediği neydi ?

– Onu ben de öğren.
Savaş bittikten sonra üzerime gelip beni öldürmek istedi.

İhtiyar köylü olup biteni bakmıştı. Anlattı :

– Bariz bizden akça,mal koparmak istedi. Savaş bizim köye yakın bir yerde olup bizimkiler yenildiği için yaralılarımızın desteğine gelmiştik , yeniçeri bunun haracını isterim diye üstümüze vardı. Etme,eyleme akçamız yok dedikse de dinlemedi. Sen yetişmeseydin hepimizi de öldürebilirdi.

Balaban deminki sualinin yeniden sordu :

– Bundan sana bir hasar gelmez mi ?

Çılgın Kurt, usunda hep Tümenoğlu ve Varsak olduğu halde yanıt verdi :

– Benim öldürdüğümü kavrarlarsa kazanç.

Köylü yeniden söze karıştı :

– Akşamın karanlığında biz onu kaldırıp gömdük.
Varsakların ismini çok duydum. Gözümle de bakmayı isterim.

Bir ara önüne bakıp düşündükten sonra da  sözlerini şöyle bitirdi :

– Şu dağlamanla beni vefattan kurtardın. Artık arkadaş ve dostuz…

Balaban’ın dediği doğru çıktı. Çılgın Kurt üç günde ata binecek gidişata geldi. Omuzu hala ağrıyor,acele hareketler yapamıyordu ama Kara Salur köylüleri kendisine mükemmel baktıkları için oldukça düzelmiş,eforu gücü epeyce yerine gelmişti.

Şimdi onun içinde Varsak Elini özleyişin koru yanıyordu.
Tümenoğlu…Uzaktan yakına doğru kardeş dahi olabilirlerdi. Birden içi bir eksantrik oldu. Yassı Tepe’yi , kaval sesini andırdı. Gökçen’in yurduna gitmek için dinlediği istek tam benliğini sardı.

Köylüler iki at bulmuşlardı. Dördüncü günün sabahı Çılgın Kurt’la Balaban güneye doğru yola çıktılar. İhtiyar köylü Osmanlı ordusunun bu yöreden uzaklaştığını,gidecekleri yerlerde onlara rastlanmayacağını açıklamıştı.

İkisi de yaralı oldukları için süratli gidemiyorlardı.
Unutulan yara daha ivedi iyileşir. İki dostunkiler de böyle oldu.

İlk evvel Sultan Dağları’nın eteğinden geçtiler. Sonra Osmanlı ordusuna raslamamak için batıya kıvrılarak Beyşehir Gölü’nün batı kıyısına geldiler. Çiçek Dağlarından geçerken Çılgın Kurt,sanki ayyaş oldu. Bu dağ gerçekten cinsli çiçeklerle doluydu. Hoş ve serinletici bir çiçek kokusu ciğerlere doluyordu. Balaban öbek öbek serpilmiş bir sarı çiçeği Çılgın Kurt’a gösterdi :

– Bizim Varsak bayanları bu çiçeği kısrak sütüyle karıştırarak bir merhem yaparlar.
Yarım ay ortalığı öyle hoş aydınlatıyordu ki , ikisi de uzun zaman oturarak konuşmadan bu manzarayı izlediler. Çılgın Kurt,artık omuzundaki acıyı dinle. Kendisini savaşa çıktığı gün kadar sağlam seziyordu.

Yola çıktıklarının onuncu gününde Balaban yüksek bir dağı göstererek :

– İşte Iblis Dağı ! , dedi

Ve dağın sarplığına bakan dostuna anlattı :

– Bu dağın bir masalı vardır. Iblis,Varsak kızlarının hoşluğunu çekemeyerek onları baştan çıkarmaya karar vermiş.
Iblis,yakışıklı bir cesur kılığına girerek aralarına sokulmuş. Elinde telleri gümüşten olan altın bir bağlama varmış. Öyle hoş çalıyormuş ki, dinleyip de bir yerinizi incit kabil dokunulmuş. Her saz çalışta kızlara bir dizi inci veriyormuş. Bu inciler de büyülü imiş. Boynuna takan Iblise aşık olurmuş. Kızlar birer birer gönül verip kendilerini öldürmüşler. Yedinci kıza bir şey olmamış. Iblisin verdiği inciler onun boynunda bozarıp çakıl taşı olur, o da bunları geri verdikçe Iblis çılgına dönermiş.
Dilenip yakarmaya başlamış. Kıza bir cinsli tesir etmemiş. Bir gece bağlamasını çalarken telin biri kopmuş. Yenisini koyamamış. İkinci gece bir tel daha kopmuş. Yenisini koyamamış. Üçüncü gece tek telle o kadar yanık,o kadar hoş çalmış ki,tam kurtlar kuşlar dinleyip ağlaşmışlar. Kıza yeniden bir şey olmamış. Bunu bakıp da umutsuzluğa kapılan Iblis tele öyle sert bir yere çarpmış ki,sonuncu telde kopmuş. O da hiddetle yere bir yerinizi incitince bağlamayı kırmış. Yedinci kız  buna komiğe Iblis büsbütün çileden çıkmış.
Iblis o zamandan beri bu dağda ağlıyor. Geceleri ağlaması duyulur. Fakat ters mizaçlı mahlukat olduğu için ağlaması gülmek biçimindedir. Çok ağladığı zaman kahkahalar dinlenir. Herkes, Iblise yenilmeyen bu kızın tılsımını merak etmiş. Meğerse kızın kalbi yokmuş.

Çılgın Kurt,masalı can kulağı ile dinlemişti. Balaban onun bu ilgisini bakınca şöyle dedi :

– Benim usumda bu kadar kalmış. Daha iyisini Kara Çoban öğrenir.

– Kim bu Kara Çoban ?

– Varsak beğinin baş çobanı.
Bizim elden Çiçek Dağı’na kadar uzanır. Dağların girdi çıktısını öyle öğrenir ki,yirmi bin hayvanı gizler de kimse bulamaz. Bir kez Osmanlı atlıları gelmiş,bir tek koyun dahi tespit edememişti.

Çılgın Kurt,hep dinliyordu. Balaban bir keçi yolunu göstererek :

– Gel,şuradan azıcık yukarıyalar çıkalım…Kara Çoban’ı tespit edersek yanında konaklarız,dedi.

Yükselmeye başladılar. Cinsli garipliklerle dolu bir dağdı. Iblise yakışan bir yerdi. Bazı yerlerinde sık ağaçlar vardı.
Uçurumlardan aşağı sular dökülüyor,mağaralardan kuşlar fırlayıp havalanıyordu. Bir aralık Balaban durdu :

– Kaval sesini dinliyor musun ? diye sordu. Derinden derine bir kaval sesi geliyordu. Demek ki,Kara Çoban buradaydı.

Yürüdüler.  Kaval sesi daha iyi duyuluyordu. Bir tepeyi aştıktan sonra geniş bir düzlüğe çıktılar. Binlerce koyun,sığır ve at yayılıyor,nerden geldiği belirli olmayan bir kaval sesi kayadan kayaya çarparak yankılanıyordu. Balaban iki elini ağzına getirerek gayet gür bir sesle :

– Hey , Kara Çoban ! diye bağırdı.
Hayvanlardan da ses çıkmıyordu. Balaban yine bağırdı :

– Heey, Kara Çoban ! Sana davetli geldi !…

Balaban’ınkinden daha az gür olmayan bir ses yanıt verdi :

– Heeey , yolcu ! Sen kimsin ?

Balaban , kendini tanıttı :

– Ben , Tümenoğlu Balaban’ım ! Yanımda dostum var…

Çoban davet etti :

– Güzel geldin Tümenoğlu !… Yaklaş…

Birden ilerideki koyunların ardındadan birisinin kalkarak kendilerine doğru gelmekte olduğunu baktılar.
Sabaha kadar sürünün etrafını bekleyeceklerdi. Başka bir yamak bir koyun keserek ateşte çevirmiş,yemek hazırlamıştı.

Kara Çoban altmışlık bir koca idi. Fakat çok zinde ve eforlu bir adamdı. Kendisi ve dört yamağı iki misafirle birlikte kızarmış eti iştahla yediler. Üstüne de birer tas pekmez içtikten sonra konuşmaya başladılar. Kara Çoban,Çılgın Kurt’u işaret ederek Balaban’a sordu :

– Ağa yabancıya benziyor. Germiyanlı mı ?

– Hayır , Osmanlı !

Çobanın gözleri fal taşı gibi açıldı :

– Ne ? Osmanlı mı ?

– Osmanlı…

Kara Çoban inanmıyordu :

– Tümenoğlu ! Sen çılgın mı oldun be ? Osmanlı’nın burda işi ne ? Biz onunla savaşmıyor muyuz ?

– Savaşıyoruz.

– Öyleyse bu Osmanlı buraya nasıl geldi ? Yoksa esir mi ?

– Esir filan değil.
Dost olduk. Onu kendi obama davetli götürüyorum…

Kara Çoban , dikkatle Çılgın Kurt’un çehresine bakarak fikrini açıkladı :

– Osmanlı’nın da bizim gibi adam olacağı hiç usuma gelmezdi. Ben onları canavar sanırdım.

Balaban yanıt verdi :

– Bir tokatla adam öldürmek canavarlıksa dediğin doğru. Dostluğa gelince Osmanlılar güvenilir şahıslardır.

Bununla Osmanlı sözü kapanmış oluyordu.

Gece serindi. Çılgın Kurt’la Balaban,çobanların verdiği kepenekleri de giymişlerdi.
Gecenin suskunluğunda kopuzun her nağmesi kayadan kayaya bir yere çarparak perde perde uzuyordu. Göcenoğlu yavaş yavaş sevindi. Açıklamaya başladı :

Hey , bre hey Iblis Dağı !

Kayaların ses mi verir ?

Bir kere konsa beğ otağı

Tasa mı olur,ziynet mi verir ?

Vicdanları yandırana,

Altın kopuz indirene,

Altın kızı aldatana

Yedinci kız yas mı verir ?

Dağlar sıra sıra olsa,

Doruğunda bora olsa ,

Seven gönül çıra olsa

Yalazından is mi verir ?

Gücenoğlu ! Bu ne yara ?

Güneş doğmuş sanki kara.

Buncalayın tasalı ere

Ulu Yaradan akıl mı verir ?

Çılgın Kurt, Balaban’ın anlatmış olduğu Iblis ve Yedi kız masalını kopuzun tellerinde yine dinlemişti.
‘Masalda da , reelde de kalbi olmayan tam kızların ismi Gökçen’dir….’

Buralara zati Gökçen’i öğrenip bilmek için geliyordu. Ne acayiptir ki , en umulmadık yerde dahi kendisine güçle onu anımsatıyorlardı.

Çılgın Kurt ne sarp yerlerden geçtiklerinin farkında değildi. Ne kadar zaman geçtiğini de öğren. Bir aralık Balaban’ın sesiyle düşünceliliğinden kurtuldu. Dostu şöyle diyordu :

– Bu baktığın Haydar Dağı’dır. Şu keçi yolu doğru Bozkır’a çıkar…

Çılgın Kurt , Varsakların yerine yaklaştıklarını kavramıştı.
Artık düşüncelilik geçmiş , aklı işlemeye başlamıştı.

Balaban’ın obası Karakuş Dağı ile Geyik Dağı arasında idi. Kıl çadırlarında oturuyorlardı. Bu çadırlar ufak , fakat çok sağlamdı. Dağlık yerler için yapılmıştı. İçine rüzğar veya soğuk sızmasına ihtimal yoktu.

Kısa bir zamanda Çılgın Kurt’un geldiğini duy kalmamıştı. Varsakları hakikat ilgilendiren , bir davetlinin gelmesi değil , onun Osmanlı olmasıydı. Varsaklar elli , altmış seneden beri Osmanlılarla bir kaç yol çarpışmışlar ve onların kaç kırat olduğunu iyice bilmişlerdi.
Ertesi sabah Balaban şu haberi verdi :

– Tam obanın davetlisisin. Kimi istersen ona gider , nerde istersen orda yemek yersin. Bizim göreneğimiz böyledir.

Çılgın Kurt , Varsakların bu göreneğini sevmişti. Bunun içinde bilmek istediklerini seri bilecekti.

Dolaşmaya başladı. Görünüş , Satı (Bayan)’ın Türkmen obasına çok benziyordu. Bu benzeyiş dolayısıyla hiç bir yadırgama dinle. Kuşluk zamanına doğru , yaşlı bir bayan Çılgın Kurt’un dikkatini sürüklediğinden , sanki istemeyerek ona doğru yürüdü ve selam vererek :

– Kolay gelsin nine ! , dedi.

Çılgın Kurt , bu bayanı anneliği Satı (Bayan)’a benzetmiş ve içinde birden bire bir sevgi duymuştu.Tatlı dilin yetişir.

Kadın yeniden , baştan ayağa Deli Kurt’u süzdü :

– Osmanlı olduğun nasıl da belli ! Böyle ince konuşmayı yalnız onlar bilir…., dedi ve karşısında yer gösterdi.

Deli Kurt bağdaş kurdu ve Varsak kadını dereden tepeden konuşmaya başladı. Kadın bir yandan hamur açıyor , yuvarlak pideler hazırlıyordu. Birazdan ateş yakacak , bu pideleri kızgın taş üzerinde pişirecekti. İşini görürken sordu :

– Elimizi , yurdumuzu nasıl buldun Osmanlı ?

– Güzel buldum. Biraz yabani oluruz. Kusurumuza bakmazsın.

– Ne demek ana ? Ben sizi sevdim.

– Daha önce hiç Varsaklı gördün müydü ?

Deli Kurt’un beklediği an gelmişti. Dışardan bir şey belli etmediği halde yüreği çarparak :

– Gördüm , diye cevap verdi. Bizde Varsaklı bir kız var.

Kadın ilgilendi.

– Kimmiş o kız ? Osmanlıya gelin mi gitmiş ?

– Hayır ! Küçükken gelmiş. Babasıyla birlikte bizim Karasi Elinde bir Türkmen obasına yerleşmiş. Geçenlerde öldü. İşittiğime göre babası sizin beğinizin adamlarından birini öldürdüğü için kaçmış. Bizim ellere göçerken de yolda evdeşini kaybetmiş ve anasız kalan kızı ile Osmanlı ülkesine gelmiş. Türkmen obasından bir kadınla evlenmişti , ama dünya ona yar olmadı , öldü.

Varsak kadını bu sözleri can kulağıyla dinliyordu. Deli Kurt , onun bu ilgisini görünce bütün bildiklerini ortaya dökmekte gecikmedi :

– Kızın teyzesi gizlice Türkmen obasına gelmiş , sizin Varsaklı ile bir şeyler konuşmuş ama neler konuştuklarını kimse bilmiyor…

Kadın , acayip şekilde başını sallayarak sordu :

– Şu kızın adı ne ?

– Gökçen…

– Tümenoğlu Gökçen mi ?

– Evet…

– Sen bu kızdan Balaban’a hiç bahsetmedin mi ?

– Etmedim…

Kadın sustu ve yine pideleriyle uğraşmaya başladı.

Deli Kurt , işin içinde iş olduğunu sezmişti. Ayranı da bir takım güzel kokulu otlarla karıştırılmıştı. Bir de bulgur haşlamış , içinde tereyağı eritmişti : Deli Kurt, hepsini büyük bir iştahla yedi , içti. Sonunda da :

– Eline sağlık ana , Tanrı arttırsın , diye teşekkür etti ve demin kapanan konuya yeniden nasıl girebilirim düşüncesiyle daldı. Onun bu dalışı , yaşlı kadının gözünden kaçmamıştı :

– Öyle niye daldın oğul ? diye sordu. Deli Kurt , saklamaya lüzum görmedi.

– Gökçen Kız’ı düşünüyorum ana.

– Ona gönül mü verdin ?

Deli Kurt , kaynar su giymiş gibi oldu :

– Balaban da , o da Tümenoğlu olduğuna göre acaba akraba mıdırlar , diye düşündüm.

– İyi bildin. Gökçen’in babası , Balaban’ın amcasıydı.

Bu kadar konuşmadan sonra Deli Kurt açılmıştı. Maksada doğru gitmekten geri kalmadı :

– Ya Gökçen’in babası neden sizin beğinizin adamlarını öldürüp de bizim ellere kaçtı ?

Kadın gülümsedi :

– Gökçen’in babası kimseyi öldürmedi oğul !

– Öyleyse neden kaçtı ?

– Evdeşinden kaçtı.

– Evdeşinden mi kaçtı ? Evdeşi , kaçarken yollarda ölmedi mi?

– Hayır , sağdır. Kaşları çatılarak sordu :

– Gözlerinde ne var ?

– Onu ne sen sor , ne de ben söyleyeyim…

Deli Kurt , şimdi gönlünün içinde Gökçen’in acısını duyuyordu. Demek gözlerindeki o öldürücü keskin ışığı anasından almıştı. Kendisini konuk eden yaşlı kadından artık bir şey öğrenemeyeceğini , Gökçen hakkında konuşamayacağını biliyordu. Oysa ki , onu konuşmak şimdi soluk almak gibi bir ihtiyaçtı. Uzun zaman sessiz sessiz oturduktan sonra izin istedi. Deli Kurt daha çabuk davrandı :

– Balaban , dedi bizim elde bir akraban olduğunu biliyor muydun ?

Balaban , o her zamanki taş gibi , içini dışarı vermeyen yüzüyle bakarak cevap verdi :

– Hayır !

– Amcanın kızı Gökçen bizim Karası’da bir Türkmen obasında yaşıyor.

Balaban’ın ilgilendiği yalnız sesinden belliydi :

– Ya amcam ?

– Amcan öldü.

Balaban , çok sert bakışları arasında bir çocuk saflığı taşıyan gözlerini Deli Kurt’a dikmişti. Bu kadın , Gökçen’i büyüttü. Gökçen büyüyünce bir dünya güzeli oldu. Gözlerine kimse bakamadığı , bakan öldüğü için peçeli geziyor. Sonra bir gün Gökçen’in teyzesi geldi. Amcanla bir şeyler konuştu. Amcan bu konuşmadan bir kaç gün sonra öldü.

– Balaban ‘Hayır !’ der gibi başını salladı ve :

– Gökçen’in teyzesi yok ! dedi.

– Ya o kadın kimdi ?

– Anası…

Deli Kurt şaşırdı :

– Kimin anası ?

– Gökçen’in ! …

İki arkadaş uzun uzun bakıştılar. Yere bakarak :

– Anlıyamıyorum dedi.

Balaban üzüntülü bir sesle cevap verdi :

– Anlatayım . Gökçen’in anası aslında Varsaklı değil , Çağataylı’dır. Çağatay’ın içinde Uygur diye bir boy varmış. Bunlar Müslüman değillermiş ama çok bilgili kişilermiş. Bu Uygurlardan biri kendi padişahından kaçarak Karaman Eline kadar gelmiş. Karaman beğlerinden dirlik alarak burada yaşar olmuş. Onun oğlu Uçkara Bahşı’yı ben gördüm. Kayıptan haber verir , elindeki bir taşla yağmur yağdırırdı. Fakat görmek istediği şeyi henüz bütün çıplaklığıyla seçemiyordu.

– Ya amcan ondan niçin kaçtı ? diye sordu.

– Esen Börü’nün gözlerinden korkuyordu.

– Evlenirken onun gözlerini görmemiş miydi ?

Balaban , göğüs geçirerek göğe baktı. Bir çok hatıralarla dolu olduğu belliydi. Şöyle cevap verdi :

– Uçkara Bahşı bir beğ kişiymiş. Kızımı en yüce soylu olandan başkasına vermem diyordu. Varsak içinde, Varsak beğlerinden sonra en ünlü üç beğ ailesi vardı. Esen Börü o kadar güzeldi ki , beğler onu almak için birbirine girdiler. Uçkara Bahşı kendisine damat  olarak amcamı seçti. Yengemin parlak , ışıklı , çok güzel yeşil gözleri vardı. Dillere destan olmuş, ozanlar onun için deyişler , koşmalar söylemişlerdi. Hepimiz onun güzelliğine hayrandık. Önceleri çok sevinçli , çok bahtiyar olan amcam , evlendikten bir zaman sonra değişti. Ürkek bir hal aldı. Aynı zamanda yengemin de peçeyle gezmeye başladığı görüldü. Bir Tümenoğlu olan amcamın ürkek ve hasta bir adam haline gelivermesi bütün Varsağı deliye döndürmüştü. Bu kadına büyücü diye bakıyorlardı. Nerdeyse onu öldüreceklerdi. Fakat o kimseden korkmuyor , peçeyle gezip tozuyordu. Bir yaz , görülmemiş bir kuraklık oldu. Pınarlar kurudu. Hayvanlar , arkasından insanlar ölmeye başladı. İşte o zaman Esen Börü , babasından kalan Yada taşını çıkarıp yağmur yağdırdı. Varsağı kurtardı. Arkasından da Varsak beğinin yaralanıp , yarı ölü halde getirilen oğlunu iyileştirince düşünceler değişti. Bunun üzerine Esen Börü’ye saygı gösterilsin diye beğin buyrultusu çıktı. Varsaklı da gerçekten saygı gösterdi. O , bundan şımarmadı ama amcam günden güne eridi. Sonunda dayanamayıp kaçtı…

– Bu kadın , sizin beğinizin oğlunu nasıl iyileştirdi ?

– Onun , dağlardaki sarı çiçeği kısrak sütüyle karıştırarak yaptığı bir em vardır. Bunu hem yaraya sürer , hem de içirir. Böyle kaç kişiyi kurtardı.

– Ya amcan bu kadar iyi bir kadından niçin kaçtı ?

– Amcam , onun iyi olduğuna inanmıyordu. Onun büyücü olduğunu söylüyordu. Bir gece koynundan koca bir engerek yılanı çıkardığını babama söylemişti. Bundan başka gözlerinden ağulu bir yeşil ışık çıkıp….

Deli Kurt artık anlamıyordu. Sanki kendisine Gökçen’den bahsolunuyordu. Türkmen obasında , Yassı Tepe’nin arkasında duyduğu sarhoşluğa benzer bir şey duyuyordu.

Hülyalardan , hatıralardan kurtulduğu zaman ufuğa baktı. Güneş batıyordu. Balaban’ın çadırı önünde bulunuyorlardı. Bunu ayran sanan ve içinde yine o eski yanıklığı duyan Deli Kurt , serinlemek için bir dikişte içince tuhaf bir şekilde başı dönerek :

– Bu nedir ? diye sordu. Balaban kısaca :

– Kımız , diye cevap verdi.

– Kımız mı ? Hiç işitmedim.

– Bunu siz bilmezsiniz. Karamanlılar da bilmez. Varsak’ta yapılır.

– Neden yapılır ?

– Kısrak sütünden…

Deli Kurt , başka bir şey sormadı. Yalnız tasını uzattı. İkinci ve üçüncü taslar da içilmiş , başı bir hoş olmuştu. Çekingenliği kalmamıştı. Bu düpedüz sarhoşluktu.

– Bre Balaban ! Bu kımız insanı esritir mi ? diye sordu.

– Hem de nasıl…

Bunu öğrenince tasını bir daha uzattı. Balaban bu beğenişten memnundu. Hem konuğa sunuyor , hem de kendi içiyordu.

Deli Kurt , artık başının iyice dumanlandığını anlamıştı. Çünkü karşısındaki Balaban’ı sisler arkasında görüyor , gönlünde  manasız bir sevinç duyuyordu. Kımızın son tasını içtikten sonra damdan düşer gibi :

– Beni yengene götür Balaban , dedi.

Koca Varsaklının o taş gibi , içini dışını vermeyen donuk yüzü karmakarışık oldu. Bağırarak :

–  Ne diyorsun Deli Kurt ? diye sordu.

Öteki gülümsüyordu :

– Beni yengene götür diyorum.

– Delirdin mi ? Kımız başına mı vurdu ?

– Aklım başımda…

– Oraya gidersen ölürsün be !…

– Atın ölümü arpadan olsun…

Balaban , uzun uzun baktıktan sonra :

– Yoksa Gökçen’e mi tutkunsun ? diye sordu.

Bu soruyla Deli Kurt , elinde olmaksızın ayağa fırlamıştı. Şu Varsakla da ne biçim kişilerdi ? Sabahleyin koca nine sormuş , şimdi de Balaban tekrarlıyordu :

– Gökçen’e mi ?

Deli Kurt’un esrikliği gitgide artıyordu. İçindeki merak böylece belki biraz yatışacak, Gökçen’in esrarlı hayatını belki bir parça öğrenebilecekti. Bir bulutun arkasından görür gibi seçebildiği Balaban’a :

– Onu görmeye karar verdim , dedi. Beni sen götürmezsen kendim gideceğim. Yol gösterirsen boşuna yorulmamış olurum…

Kalktılar. Akşamın karanlığında yürümeye başladılar. Çadırları bir bir geçiyordu. Deli Kurt’a bu gidiş nedense pek uzun gelmişti. Balaban’ın iradesiyle durdular. Bu ötekilerden daha büyük ve daha başka bir çadırdı.

Deli Kurt , hiç düşünmeden , çadıra varmak için bir davrandı. Fakat Balaban kolundan yakalayarak onu durdurdu. Çadıra doğru seslendi :

– Yenge !…

Çadırın içinden bir ses cevap verdi :

– Balaban ! Sen misin ?

– Benim. Sana konuk getirdim…

İçerden bir ara ses çıkmadı. Sonra Esen Börü’nün , Deli Kurt’u biraz ayıltan sorusu duyuldu :

– Osmanlıdan mı ?

Balaban , geriler gibi bir davranış yaparak cevap verdi :

– Evet…

– Buyursun…

Balaban , arkadaşına yavaşça :

– Haydi gir. Dönerek çabuk adımlarla uzaklaştı. Gözleri çadıra dikili olarak duran Deli kurt’a , arkadaşı titriyordu gibi gelmişti.

Gözleri çadırın kapısındaydı. Oradan yüzü peçeli bir kadın çıkacak sanıyordu. Birden aklını başına toplayarak ilerledi. Kapının önüne kadar gelerek içeriye seslendi.

– Gireyim mi bacım ?

İçeriden buyruk çıktı :

– Gir !

Deli Kurt , bütün gözü pekliğin , hatta esrikliğine rağmen bu seste cesaretini kıran bir ahenk sezdi ve kapının önünde bir anlık bir tereddüt geçirdikten sonra içinden besmele çekerek çadırın keçe kapısını aralayıp girdi.

Çadırda , orta yerde , iri ve oyuk , bir taşın içinde o zamana kadar görmediği bir ışık yanıyor ve onun dumanından çadıra güzel bir çiçek kokusu yayılıyordu. Çünkü bu kadın…Bu kadın…Galiba Gökçen’di…

Elini bağrına basarak başını eğdi ve :

– Rahatsızlık verdimse bağışla bacım , dedi.

Kadın cevap verdi :

– Yıllardır bu çadıra ilk gelen konuk sensin Osmanlı !.. Hoş geldin…

Deli Kurt , kaynanasını görmeye gelmiş bir güvey gibiydi. İlerledi. Saygı ile elini öptü ve onun gösterdiği keçeye oturdu.

O zamana kadar Gökçen Kız’ın anası , yani kendisinin yarınki kaynanası ile karşılaşacağını düşünen Deli Kurt , şimdi çok taze bir kadının karşısında bulunduğunu anlıyordu. Garip bir heyecanla biraz kendisine gelir gibi olmuştu ama kımızın sarhoşluğu daha geçmemişti. Söze nerden başlayacağını kestiremeyerek :

– Kızın Gökçen , bizim sancağımızda oturuyor , diyebildi.

Kadın hiç kıpırdamadan bakıyor , bu bakış Deli Kurt’u huylandırıyordu. Birden bire :

– Gökçen’i seviyorsun ama evlisin , dedi ve Deli Kurt ürperdiğini hissetti. Bu kadın her şeyi biliyordu. Bir an aklı karıştı. Şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemedi. Evliyim ve Gökçen’i seviyorum. Onunla da evlenebilirim. Dinimiz buna izin veriyor. Fakat sizin bu gözlerinizdeki ışık nedir ? Niçin baktığınızı öldürüyorsunuz ? Neden insanlardan kaçıyorsunuz ? Gizli şeyleri nasıl biliyorsunuz ? Nasıl yağmur yağdırıyorsunuz ?   Büyücü müsünüz ? Yılanları , canavarları nasıl korkutuyorsunuz ?Yoksa insan değil de peri misiniz ? Ben Gökçen’e bu kadar gönül verdikten sonra ona kavuşamayacak mıyım ? Evlenirsem gözlerine bakamayacak mıyım ? Bakarsam ölecek miyim ?

– Kadın cevap verdi :

– Ölmezsin…

– Ölmez miyim ? Ya başkaları nasıl öldü ? Senin kocan nasıl öldü ?

Esen Börü hala put gibi duruyordu. Hiç bir şey olmaz. Sevgi körleşmeye başlayınca gözler ağulanır.

Deli Kurt , bu sözler üzerine içinde kadına bir yakınlık duydu :

– Erin neden öldü bacım ? Sevgisi mi azalmıştı ?

Bu soru üzerine kadının sesi yükseldi. Fakat bu yükselişte öfke veya tehdit değil , iç acısı vardı.

– Osmanlı ! Benim güveyim olacağa benziyorsun. Uzak uzak ellerden buraya kadar geldiğine göre artık senden bir şey saklamak olmaz. Erimle önceleri sevişiyorduk. Sonra bir gün Karaman’dan bir fakı gelip kocamın aklını çeldi. Bu fakı benim kafir olduğumu , beni Müslüman etmezse günaha girip cehennemde yanacağını kocama iyice aşıladı. Kocam beni namaz kılmaya zorladı. Kendi de kılmazdı , ama benim kılmamı istiyordu. Bu Varsaklar arasında namaz kılan pek bulunmadığı halde , benimki onlara batıyordu. Benden çekinir oldu. Böylece gözlerimden rahatsız olmaya başladı.   Ben de içimden gelmediği halde iki yüzlülük edip namaz kılmadım. Ta Kamlançu ülkesinden beri böyle göregelmişiz. Bunu kabul etmeyen kocam bir gün kızımız da alarak kaçtı. Çok üzüldüm. Tanrının yakın bir kulu olduğum halde beni bırakıp gitmesine çok ağladım. Onu da , kızımı da çok özlüyordum. Yıllardan sonra gizli bilgi ile nerde bulunduğunu öğrenip yollara düştüm. Türlü emeklerden sonra olduğu yere vardım. Başka kadınla evlenmiş , çocuğu da olmuştu. Herkes bilmesin diye Gökçen’in teyzesi imişim gibi konuk oldum. Hayır seviyorum, dinsizliğinden kaçtım , dedi. Sevgin doğru mu ? dedim. Doğru dedi. Peçemi açtım. Sevgisi olsaydı hiç bir şey olmayacaktı. Meğer sevgisi bitmiş. Bakışıma dayanamadı. Bir kaç gün sonra da ölmüş. Gökçen’i buraya getirmedim. Varsağa bir  yük yeterdi. Ona soyumuzu ve gizli bilgileri öğretip döndüm.

Kadın susmuştu. Fakat bu susmada büyük bir keder saklı olduğu ne kadar belliydi ! Deli Kurt’un şaşkınlığı da Esen Börü’nün üzüntüsü kadar büyüktü. Bir yakıştırma yaparak sordu :

– Bacım ! Bu Uygur dediğin Çağataylar mı ?

– Çağatayların ataları…

– Kamlançu dediğin yer çok mu uzakta ?

– Doğuda , çok uzak yerde…

– Ya bu gizli bilgileri kimden öğrendin ?

– Bu bizim soyumuzun bilgisidir. Bize Irkıloğlu derler. Yağmur yağdıran taş da atalarımızdan kalmadır.

Kadın büyük bir yakınlık göstererek her soruya cevap verdikçe Deli Kurt’un güveni artıyordu. Niçin Müslüman değilsin diye sormuyorum. Müslüman değil misin , değilse n nesin diye soruyorum.

– Müslüman değilim.

– Nesin ?

– Türküm dedim ya …

– Ben de Türküm ama Müslümanım da … Senin dinini öğrenmek istiyorum.

Kadın bir zaman sustuktan sonra şu cevabı verdi :

– Biz insanları dinlerine göre değil , soylarına göre ayırırız…

Deli Kurt , ileri gitmeyerek asıl konuya girdi :

– Bacım ! Bana gösterdiğin bu yakınlıktan umutlanayım mı ? Gökçen’i bana verecek misin ?

Esen Börü bu soruya cevap vermeyerek Deli Kurt’a ‘Yaklaş’ diye işaret etti. Öteki elinde bir kürek kemiği , kemiğin üzerinde acayip yazılar vardı. Kadın bu yazılara bakıyordu.

Deli Kurt’a çok uzun gelen bir zaman geçti ve çadırın ortasındaki ışık yavaş yavaş söndü. Zifiri karanlık içindeydiler. Fakat Deli  Kurt , Esen Börü’nün hala peçesini kaldırmadığının farkındaydı. Bir ara Deli Kurt’un bileğini bıraktı. Sonra karanlık çadırın içinde şu sözler duyuldu :

– Osmanlı !… Gökçen’in de sende gönlü var. Birbirinize denksiniz. O çok güzel ve yiğit olduğu gibi , sen de yakışıklı ve çok yiğit kişisin. O , çoban kılığı içinde yüce bir soydan geldiği gibi , sen de sipahi kılığı içinde büyük bir beğ soyundansın. Ama sonunuzu göremiyorum Sipahi…

Bu beğ soyundan ne demekti ? Hem de büyük bir beğ soyundan… Deli Kurt , bunu düşünemedi. Çünkü Esen Börü kalkmış ve çadırın bir köşesine giderek arkasını dönmüştü. ‘Sana kımız sunayım sipahi’ diyordu. Kadın , Deli Kurt’a döndüğü zaman peçesi inikti. Büyük bir tas içinde kımız sunuyordu. Bunu büyük bir zevkle içti. Çünkü Gökçen’in anası ‘Gökçen’in sende gönlü var’ demişti. Bu sevinç arasında :

– İzin ver , gideyim , dedi.

Kadın ‘Yurduna dönmeden önce bana bir uğra ‘ diye cevap verdi.

Deli Kurt , onun elini öptü ve çadırdan çıkıp göğe baktığı zaman dünyayı çok güzel buldu.

KAVAL VE KILIÇ

Deli Kurt , yerine yurduna hangi yollardan , kaç günde döndüğünü hatırlamıyordu. Fakat hepsi bu kadar… Beyninde yalnız Esen Börü’nün sözleri vardı :’ Gökçen’in de sende gönlü var. Birbirinize denksiniz. O , çoban kılığı içinde yüce bir soydan geldiği gibi , sen de sipahi kılığı içinde büyük bir beğ soyundansın’ demekle ne söylemek istemişti ? Sonra … İşin sonunu neden görememişti ?

Deli Kurt’un bütün yol boyunca kendisinden uzakta olan şuuru ancak Çakır’ın :

– Deli Kurt ! Senden umudu kesmiştim , diyen sesiyle yine kendine dönmüş ve Çakır kendisine eni konu çökmüş , kocamış gibi görünmüştü.

Deli  Kurt iki ay sonra dönüyordu ve bu iki ayda ölüsünü , dirisini gören kimse çıkmamıştı. Onun içinde daima iki şüphe vardı. Deli Kurt’un kim olduğunu öğrenmesi , başkalarının Deli Kurt’un gerçek şahsiyetini öğrenmesi…

Genç sipahisinin yüzünden okuduğuna göre bu tehlikeler belirmemişti. Bunun dışında ne olursa olsun vız gelirdi. Deli kurt kısaca :

– Yaralandım. Ondan gelemedim ağam , dedi.

Çakır’da :

– Nasıl geçirdin , diye sordu ve :

– Köylüler em sürdüler , cevabı ile bu mesele kapandı.

Şimdi Deli Kurt’un içinden bir dürtüş vardı. Oraya  gidecekti. Gideceği için duyduğu sevinç sonsuzdu. Fakat neden içinde bir de acayip korku vardı ? Gökçen’den mi korkuyordu.

Deli Kurt , kanının içinde çılgın bir ateşin dolaştığını seziyor ve Esen Börü’nün sözlerini hatırlıyordu :

– Sonunuzu göremiyorum sipahi !…

Görülmeyen son ne olabilirdi ki ? Bütün sonlar kara toprak değil miydi ?

Deli Kurt , üç gününü zor geçirdi. Ayın geç doğduğu gecelerde Yassı Tepe’nin arkasına varacak , obadan kimseye görünmeden Gökçen’le konuşup dönecekti. Karanlıklarda dört nala giderek geceleyin geç vakit obaya vardı. Çadırların çok uzağından geçerek çok ağır bir yürüyüşle Yassı Tepe’ye yöneldi. Fakat ortalık kapkaranlıktı. Aylarca önce geldiği bu yeri bulmakta güçlük çekti.

İçinden ‘Gökçen Kız kaval çalsa ne olurdu ‘ demişti ki , uzaklardan gelen bir sesle ürperdi. Bu , onun kavalının sesiydi. Deli Kurt , ilerledikçe gürleşiyor , gürleştikçe gönlüne bir şeyler söylüyordu. Geldiğimi , yolu bulamadığımı anlamıştır diye düşündü. Bu güzel ses yıldızlara , göğe , toprağa , her şeye hakimdi. Bu ses konuşmuyor , fakat çok şey söylüyordu. Atından inmişti. At bile bu kavaldan bir şeyler anlıyormuş gibi ses çıkarmadan , başını bir ota uzatmadan ilerliyordu.

Deli Kurt , yüreğinin hızla çarptığını duydu ve tepeye gelince karaltı şeklinde gözüken ağacın altında Gökçen’in gölgesini gördü. Gölge aydınlanıyor , çünkü ufuktan ay doğuyordu.

Kız o kadar güzel çalıyor , Deli Kurt o kadar çekinerek yürüyordu ki , bu yirmi otuz adımlık yol ona tükenmeyecek gibi geldi.

Arada on adım kadar bir yer kalmıştı ki , Gökçen birden bire ayağa kalktı. Peçeliydi. Gönülleri dalgalandıran sesiyle :

– Hoş geldin sipahi ! Yolunu kolay bulasın diye kaval çalıyordum , dedi ve Deli Kurt ürperdi :

– Geleceğimi biliyor muydun ?

– Biliyordum.

Koca Osmanlı sipahisi , sevgi heyecanı içinde titriyordu. Kendisini sevdiğini , almak istediğini söyleyecekti. Fakat daha söze başlamadan kızın billur gibi sesi işitildi :

– Sipahi ! Anamın emanetini versene..

Deli Kurt , yıldırımla vurulmuşa döndü ve bir adım geriledi. Kendisinde anasının emaneti olduğunu nereden biliyordu ? Onu Deli Kurt bile unutmuş, şimdi hatırlıyordu. İkinci defa çadırına gittiği zaman Esen Börü işlemeli bir çevreye sarılı küçük bir çıkın vermiş , kızına götürmesini söylemişti. Gökçen bunu isteyince atının sırtındaki yancığa el attı ve emaneti uzattı.

Şimdi karşı karşıya idiler. Deli Kurt , onu seyrediyordu. Yine başında börkü vardı ve saçları omuzlarından aşağıya doğru iniyordu. Ay ışığı altında o kadar gönül alıcı ve göz kamaştırıcı idi ki , Deli Kurt yine sarhoşluk duymaya başlamıştı. ‘Sana gönül verdim Gökçen’ diyecekti ki , atının acı bir kişnemesiyle durdu ve başını çevirdi. Bu kişneme bir düşman haberiydi. Aynı anda , biraz önce geldiği yerde , yani Yassı Tepe’nin doruğunda heykel gibi bir atlının kendilerine bakmakta olduğunu gördü. Kendi atı , kulaklarını dikmiş , ön ayağıyla yeri eşiyordu.

Yabancı atlı bir ara onları süzdükten sonra çevik bir atlayışla atından indi. Üç adım kala durduğu zaman bu uzun boylu , beli kılıçlı kişiyi Deli Kurt tanıdı. Oba beğinin oğluydu…

O zaman beyninde bir şimşek çaktı ve karanlık bir yer aydınlandı. Bu beğ de Gökçen’i seviyordu. Gecenin sessizliği içinde yıldırım gibi gürleyen öfkeli bir sesle bağırdı :

– Sipahi ! Senin tımarın yok mu ? Burada ne arıyorsun ?

Deli Kurt , bu ağır söze ağır karşılık verdi :

– Sancak beği misin ki soruyorsun ?

Beğ oğlu , söz pazarlığına girişecek durumda değildi. Haykırdı :

– Sen evlisin. Aradan çekil , onu bana bırak !…

Deli Kurt’un kan beynine sıçradı. Şu kaba Türkmen neler söylüyor , Gökçen’e cansız bir şey , bir mal gibi bakarak aşağılamış oluyordu. Oysa ki , bu kız artık Deli Kurt için kutlu bir varlıktı. Ona bütün gönlü ile tutulmuş , bağlanmıştı. Ne kadar sabırlı olmaya karar verse buna dayanamazdı. Bağırdı :

– Kimin çekilmesi gerektiğini kılıçlar söylesin !…

Sert bir şakırtı işitildi. Bir şakırtı daha duyuldu. Türkmen’in kılıcı havada parlıyordu. Dünya yaratılalıdan beri yüz binlerce defa yapılan şey bir daha yapılacak , iki erkek bir kız için vuruşacaktı. Gönül hakkı ile kılıç hakkı karıştırılarak ortalama bir sonuç çıkacaktı.

Türkmen beği ile Osmanlı Sipahisi oldukları yerden ileri , yahut geri gitmeyerek kılıçlarını bir sağdan , bir soldan iki defa çarpıştırdılar. Bu , kolları alıştırmak için bir peşrevdi. Asıl dövüş şimdi başlayacaktı.

Beğ oğlu , korkunç savuruşlar yaparak Deli Kurt’un çevresinde dönmeye başladı. Fakat kılıçlar kırılmıyor , gecenin sessizliği içinde vahşi bir müzik gibi sert şakırtılar çıkararak havada parlıyor , ay ışığının altında çeliklerin çarpışmasından yalazalar parlayıp sönüyordu.

Biri Osmanlı sipahisiydi. Bir tokatta adam öldürür , bir kılıçta kelle uçururdu. Öteki Türkmen beğiydi. Bir yumrukta boğayı çökertir , bir vuruşta demir kalkanı ikiye biçerdi. Fakat işte kılıçları kırılmıyordu. Çünkü çifte su verilmiş çelikten olan kılıçları en büyük ustaların elinden çıkmıştı. Zaman geçtikçe Deli Kurt’un deliliği artıyor , sanki karşısındakinin elinde kılıç yokmuş gibi yalnız kendi vurduğunu görerek atılıyordu. Biraz önce en güzel kaval sesiyle dinlenen düzlükte şimdi korkunç , fakat güzellikte ondan aşağı kalmayan kılıç şakırtıları işitiliyordu.

Gökçen , üç dört adım uzakta ve yandan iki vuruşçuyu seyrediyordu. Böyle bir şeyi ilk defa görmekle beraber çok telaşsız bir durumu vardı ve peçesinin altından her davranışı gördüğü belliydi. Bu lekeler hızla büyüyordu. O zaman yaklaştığını kestirdi. Nitekim biraz sonra , havada çarpışan kılıçların yere eğildiğini ve iki savaşçının da göğüslerini tutarak toprağa düştüklerini gördü.

İkisi de çok ağır yaralıydılar. Kaç defa kanlı oyunlara girip yaralar almış kimseler olarak bundan kurtuluş olmadığını anlamışlardı. İkisi de aynı anda aynı şeyi düşündüler ve gözlerindeki son hayalin Gökçen olmasını isteyerek başlarını ona çevirdiler. O korkunç güzellikteki ilahi gözleri görerek ölmek istiyordu. Deli Kurt da aynı şeyleri düşünüyor , fakat açığa vurmayı kendisine yediremiyordu. Pek kısa bir kaç anda geçen bu işler arasında Gökçen’in tatlı sesi işitildi :

– Kurtulacaksınız …

Hızla ilerleyerek iki yaralının arasında diz çöktü. Önce Deli Kurt’a dönerek :

– Gözlerini yum , dedi. Bu , bir buyruktu. Deli Kurt , itaat etti. Kız , peçesini kaldırarak büyük bir çabuklukla bıçağını sıyırdı. Bir kaç yara vardı. Fakat biri o kadar büyük ve derindi ki , kan oluktan boşanır gibi akıyordu. Biraz önce kendisine verilen , anasından gelme çıkını açtı. Çıkında yumruk kadar bir çanak vardı. Çanaktaki macun gibi nesneden yaralara sürdü ve gözleriyle çevresini araştırarak dikenli bir otu kopardı. Aynı çabuklukla ottan  bir kaç diken çıkararak Deli Kurt’un büyük yarasının iki ucunu bu dikenlerle birleştirip kanı dindirdi.

Bu işler olurken , Deli Kurt , hem en büyük bahtiyarlığı , hem de en büyük acıyı duyuyordu. Bu gözler kendisine değil , göğsüne baktığı halde Deli Kurt , yeşil ışıkları görmüş ve gözleri kamaşarak kendinden geçmişti. O büyük ızdırabın arasında bile dünya da bundan daha güzel bir şey olamaz diye düşünmüştü.

Gökçen bu işi bitirince hızla Türkmen’e dönerek ona da ‘Gözlerini yum’ buyruğunu verdi. Fakat onun gözleri zaten yumulu idi. Çünkü bayılmıştı. Ona da aynı şeyleri yaparken Deli Kurt, yattığı yerden Gökçen’i seyrediyor ve baktığı yeri aydınlatarak yaraları nasıl onardığını görüyordu.

İşini bitirince peçesini yine takıp ayağa kalktı. Fakat Gökçen’in ellerinin kendisine değmesi , sesi ve  gözleri bütün acıları unutturmuştu.

Deli Kurt’un hayranlığı bir kaç kat artmıştı ki, daha arttıracak bir şey oldu. Gökçen , Türkmen beğinin baygın oğlunu kucağına alarak kalktı. Bu iri yarı genci , bir kuzuyu taşır gibi tutuyordu. Deli Kurt’a dönerek :

– Bunu çadırına götürüp geleceğim , dedi.

Deli Kurt hiç bir şey söylemeden nasıl götüreceğini düşündü ve şaşkınlıkla bakan gözleri , Türkmen’in atına yaklaşan Gökçen’in onu tek kolundan tutarak üzengiye bastığını ve yavaş yavaş ata binerken yaralıyı da sarsmayarak tek kolu ile kaldırıp önüne aldığını gördü. Olup bitenleri çabuk hatırladı ve onun dönmüş olduğunu görerek ferahlık duydu. Gökçen :

– Ayıldın mı sipahi ? diye sordu ve yanında duran bir tası eline alarak :

– Bunu içeceksin , dedi. Yüzü yine peçeliydi. Deli Kurt’un başını koluna alarak biraz kaldırdı. Tası dudaklarına yaklaştırarak içindekini içirdi. Bu , tuhaf bir tadımı olan , o zamana kadar bilmediği bir içkiydi. Ne olduğunu sormadı. Gökçen’in ne yaparsa iyi yapacağına güveni vardı.

Onu ne kadar çok sevdiğini şimdi anlıyordu. Diyemedi. Böyle aciz ve onun korumasına muhtaç olduğu bir zamanda bunu söylemeyi yediremedi. Söylemek için kendini zorladı da…Fakat boşuna ! Söylemeyecekti.

Bunu söylemek elinden gelmedi ama Gökçen’in sesini duymaktan da kendisini mahrum edemezdi ya…

– Türkmen oğlu nasıl oldu ? diye sordu.

– İyidir. Şimdi çadırında yatıyor. Ama sen daha önce kalkacaksın.

Deli Kurt , bu sesle kendinden geçiyordu. Bu seste bir tılsım vardı ki , insanın yüreğine işliyordu. Fakat bu sarhoşluk arasında bir şey dikkatini çekmişti. Gökçen , kadere inanmıyordu. Acaba anası gibi o da mı Müslüman değildi. Sordu :

– Daha önce kalkacağımı nereden biliyorsun ?

– Yaralarınızdan ve sana daha önce merhem sürmemden…

Gökçen doğru söylüyordu. Bu iş bir görüş , bir hesap meselesiydi. Böyle olduğu halde Deli Kurt , yine sormaktan kendini alamadı.

– Kimin daha önce kalkacağını ancak Tanrı bilmez mi ?

Gökçen uzun zaman sustuktan sonra cevap verdi :

– Tanrı teker teker bütün insanlarla uğraşmaz ki…

– Bunu nerden biliyorsun ?

– İçime öyle doğuyor…

Sustular.Deli Kurt böyle bir bahtiyarlığı düşünde görmek değil , hayalinde bile tasarlamamıştı. Gökçen dünya güzeliydi   ve bu güzele çözülmez bir sevgiyle bağlanmıştı. Sağlam olsaydı başını böyle bir yastığa dayayabilecek miyi ? Yaralı olmasa Gökçen kendisini onarmak için çalışacak mıydı ? Birden kendisini yaralayarak bu imkanları hazırlayan Türkmen’e içinden bir yakınlık duydu ve yakınlığın verdiği bir ilgiyle sordu :

– Türkmen’in babası bu işin davasını gütmez mi ?

– Kimseye bir şey söylemeyecek.

– Beğin oğlu olup bitenleri söylemeyecek mi ?

– Kimseye bir şey söylemeyecek.

– Nerden biliyorsun ?

– Ben kendisine öyle dedim.

Bu sözde öyle bir keskinlik vardı ki , ‘Ben ona buyruk verdim , söylemez’ demeye benziyordu. Evet , söyleyemezdi. Çünkü Türkmen beğinin oğlu da Gökçen’i seviyordu.

Gözlerini gök yüzüne dikerek bir müddet düşündü. Güneş doğacak , bu anın güzelliği kalmayacak , bundan daha berbat olarak da gün aydınlığında belki kendisini görenler bulunacaktı. Gökçen sanki onun aklından geçenleri anlamıştı :

– Sana çadır getirdim Sipahi , dedi. Gün doğmadan içine girecek , güneş batıncaya kadar çadırda kalacaksın. Gün ışığı sana iyi gelmez.

Bunu söyleyerek Deli Kurt’un başını dizinden yere koydu ; Kalktı. Oldukları yerin biraz ötesinde bu küçük çadırı kurdu. Yere bir keçe serdi.

Bütün bunları , Türkmen beğinin oğlunu götürdükten sonra dönerken getirmişti. Gökçen çok hızlı koşar , hiç yorulmazdı. Deli Kurt’un yanına bir an önce dönebilmek için omuzunda bu ağır yükler olduğu halde koşa koşa Yassı Tepe’ye gelmişti.

Çadırı kurduktan sonra Deli Kurt’a acayip içkiden bir kaç yudum daha içirdi. Yaralarına yeniden merhem sürdü. Sonra Deli Kurt’un başını dizine koyarak :

– Gün doğarken çadıra girip bütün gün uyuyacaksın. Çok hafif çalıyor ve bu sefer ezgiler Deli Kurt’un daha önce işittiklerine benzemiyordu. Bu ses onun içini bir hoş ediyordu. Şimdi kendisinde bir başkalık , tatlı bir uyuşukluk duymaya başlamıştı. Bu büyücü kız yine ne tılsım etmişti ? İşte gözleri kapanıyor , kendisini başka bir aleme geçer gibi hissediyordu. Bu kaval kendisine ninni mi söylüyordu ? Koca sipahi , bir çocuk gibi ninni ile uyur muydu ?

Dalmak üzere olduğunu anlayarak uyumamaya çalıştı. Fazla olarak bu büyülü kaval sesi bütün iradesini alıyordu.

Deli Kurt daha çok dayanamadı. İstemeyerek gözlerini kapattı. Fakat kavalın sesini hala duyuyordu. Ses hem uzaklaşıyor , hem de gürleşiyordu. Bir perdenin arkasından geliyor gibiydi. Gitgide güzelleşiyor , gönül çalkantıları yaratıyordu. Deli Kurt en bahtiyar duygu ile ağlamak istiyordu. Kaval sesi uzaklaşırken onun kaybolması ihtimalinin yüreğine verdiği bir korku içinde kaldı. ‘Kaval dinmesin’ diyecekti. Birden kendisini kapkara sonsuz bir boşluğun içinde görerek acındı. Sonra ortalığın yeşil bir ışıkla dolduğunu anlayarak ferahladı. Yeşil , her yeri aydınlatmış , her şeyi göstermeye başlamıştı. Yeşilin aydınlattığı her şeyde yeşildi. Deli Kurt , içinde anlatılmaz bir haz duyduğu ve her şeyi kaybetti.

Gözlerini açtığı zaman ortalık loştu. Küçük bir çadırın içinde yatmakta olduğunu görüp her şeyi hatırladı. Fakat bu çadıra nasıl girdiğini bilmiyordu. O ince , uzun genç kız ,çelik gibi kuvvetliydi.

Deli Kurt daracık çadırını incelemeye başladı. Tavanı yerden iki arşın yükseklikteydi. Sağlam kurulduğu belliydi. Kendisi kalın bir keçenin üstünde yatıyordu. İnce bir keçe de kendi üstüne örtülmüştü.

Ya acaba kendi durumu nasıldı ? Deli Kurt , kendisini şöyle bir yoklayınca iyi olduğunu hissetti. Göğsündeki yaralarda çok hafif bir sızlama vardı. Şu başındaki ağırlık olmasa iyi olduğuna hükmedecekti. Yüzü peçeliydi.

– Uyandın mı Sipahi ? diye sordu.

Ah bu ses , bu anlatılamayacak kadar güzel ses !… Bu ses ölüleri bile diriltirdi. Deli Kurt , kendisini çok kuvvetli hissetti ve kalkmaya davranarak :

– Biraz önce uyandım , dedi.

Gökçen’in kısa buyruğu işitildi :

– Kalkma !

Sonra bir tas uzattı :

– Bunu iç !

Deli Kurt , onu içince bir ferahlık duydu ve Gökçen konuşsun diye bekledi. Onun her konuşmasında , sesinin tılsımı ile Deli Kurt’un sevgisi ve hayranlığı artıyor , işin tuhafı şu ki, sevgi çoğalsın , taşıyamayacağı bir yük haline gelsin de kendisini ezsin diye bir istek duyuyordu.

Deli Kurt’un gizli isteği yerine geldi. Güneş çekilince yıkanacak  ve iyileşeceksin !

Bu kızın yanında o kadar olağanüstü şeyler görmeye alışmıştı ki , hiç bir şey sormadı. Yalnız içinde büyük bir bahtiyarlık olduğunun farkına vardı.

Küçük çadırın içi kararmaya başlarken Gökçen , büyük bir ustalıkla çadırı söktü. Deli  Kurt , o zaman sadık atının da biraz geride kendisini beklediğini gördü. Gökçen diz çökerek Deli Kurt’un başını koluna aldı,onu kaldırdı. Demin başlayan kızışma ve sıcaklık artmıştı. Deli Kurt , biraz önce umduğu kadar kuvvetli olmadığını anlamıştı. Başı dönüyordu. Gökçen’e yaslandı.

Onun yardımıyla bir kaç adım atarak ata yaklaştı. Niçin yaklaştığını bilmiyor , yalnız Gökçen’e itaat ediyordu. Ata bindirileceğini anlamıştı. Fakat imkanı yok , yapamayacak , utanacaktı. Bir sipahi için ata binememek ne acı şeydi !

İşte o zaman bir olağanüstülük daha oldu. Başı biraz dönmekte olan Deli Kurt , düşüyorum sandı ve yükseldiğini hissetti. Bir elini , Deli Kurt’un sırtına destek yapan Gökçen , öteki eliyle dizginleri ona veriyordu. Demek ki bu suna boylu kız, Deli Kurt’u kandırarak ata yerleştirilmiş , bunu yaparken de yaralının hiç bir yerini acıtmamıştı. Şimdi geminden yakaladığı atı yavaş yavaş bir yere doğru ilerletiyordu. Nereye olduğunu Deli Kurt bilmiyor , bir şey de sormuyordu. Gönlünde bu kıza karşı duyduğu sevginin yanına iki gündür bir de saygı eklenmişti. Herkesin korkulacak bir canavar diye çekindiği bu peçeli kız gerçekte çok iyi bir insandı. Burada üç dört ağacın sığınak haline getirdiği bir yerde büyük bir taş oluk gürlüyordu. Oluk , iki üç insanı alacak kadar genişlikte ve önünde kuyu gibi bir çukur vardı. Gökçen buraya niçin geldiklerini anlattı :

– Bu kuyudan bir su kaynar sipahi ! Dertlere şifadır. Şimdi oluğu bu suyla dolduracağım. İçinde yıkandıktan sonra bir defa merhem sürüp em içireceğim , yarın sabaha kadar bir şeyin kalmayacak…

Kuyunun başında , kütükten oyulmuş bir kazan duruyordu. Epey derin olan kuyudan bu büyük tahta kazanla on beş , yirmi defa su çektiği halde hiç bir yorgunluk belirtisi göstermiyordu. Oluk dolunca hızla geriye dönerek Yassı Tepe’ye gitti ve ne olacak diye bekleyen Deli Kurt’un silahlarını getirerek yere koyduktan sonra :

– Sipahi ! Şimdi ben obaya kadar gideceğim. Buraya ,hiç kimse uğramaz ama yine de pusatlarını yanına bırakıyorum. Sipahi olduğu için bunlarla kendini daha güvende hissedersin. Ben gelinceye kadar oluktaki suya girip yıkan. Sonra , tahta kazanı yine kuyuya daldırıp çıkardıktan sonra ipini çözdü. Dolu kazan elinde olduğu halde :

– Atına binmeye izin verir misin ? diye sordu.

– İzin almana lüzum yok. Her şeyim senindir.

Deli Kurt’un sesinde sevginin ve minnettarlığın ahengi titriyordu.

Gökçen , usta bir çeri gibi ata sıçradı. Yine usta bir çeri gibi eğilerek su dolu kazanı kaldırıp aldı. Deli Kurt merakla :

– O suyu nereye götürüyorsun ? diye sordu.

– Türkmen beğinin oğluna…

Deli Kurt , birden bire içinde yaman bir kıskançlık ateşinin yandığını duydu. Gökçen , kendisini bayağı bir kinin tutsağı sanmasın diye sustu. Bununla beraber o büyücü kız , sipahinin gönlünden geçenleri anlamamış değildi. Belki de yatıştırmış olmak için şu sözleri söyledi :

– Onun yaraları  seninkinden daha ağır sipahi ! Senin gibi suya girip çabuk iyileşmez ama bu su , yaralarının üzerine dökülmekle biraz kendine gelir…

Deli Kurt bir şey söylemedi ve Gökçen , Yassı Tepe’yi aştıktan sonra soyunarak ılık suya girdi.

Kız, doğru söylemişti. Su ılık olduğu halde biraz önce bütün gövdesinde duyduğu sıcaklıktan eser kalmamıştı. Oynak yerlerindeki ağrılar da geçmişti.

Kendisini güçlü duyuyordu. Oluktan çıkarak Gökçen’in verdiği çevrelerle kurulandı. Yavaş yavaş giyindi. Hatta kılıç ve sadağını da takındı. Kendisini denemek için bir kaç adım yürüdü. Yine arık ve bitkindi ama artık başı dönmüyor , dünyaya küskün gözle bakmıyordu. Acıkmıştı da. Demek ki sağlığa dönüyordu.

Biraz oturdu. Oradan ağır ağır ilerleyerek Gökçen’in her zaman oturduğu ağacın altına vardı , oturdu.

Koyunlar da çökmüşler , aşağıdaki düzlüğe yayılmışlardı. Gökçen’i beklemeye başladı.

Deli Kurt , o zamana kadar en tatlı bekleyişin düşman beklemek olduğunu sanıyordu. Bu akşam , sevgiliyi beklemenin daha tatlı olduğunu anladı. Gecenin okşayıcı esintisi arasında , yıldızların titreştiği göğe bakarak : ‘Gökçen’i burada ölünceye kadar bekleyebilirim’ diye düşündü.
KUTLU GECE

Gökçen döndüğü zaman Deli Kurt , dünyaya yeniden gelmiş kadar sevinçliydi. Bu sevinç arasında yeni bir şeyin farkına varmıştı. Gökçen’in yanında iken bir çok şeyleri hatırlamıyordu. Şimdi de öyle olmuştu. Yaralarına gene o merhemden sürüldüğünü , o içkiden bir kaç yudum içirildiğini biliyordu. Fakat başını Gökçen’in dizlerine nasıl koyduğu aklına gelmiyordu. Kendi mi yatmıştı , yoksa kız mı yatırmıştı , bunu bir türlü hatırlamıyordu. Büyüleniyor mu idi ? Hasta mı idi ? Bir şeyler oluyordu ama anlamıyor , anlamak için de kendisini zorlamıyordu. Ay doğmadığı için ortalık karanlıktı. Fakat Deli Kurt , kendisinin ışıklar arasında yattığını biliyordu. Ay , şu tepenin ardında idi. Biraz sonra doğacaktı. Ayınkinden bin kat güzel olan yeşil ışıklar ise hemen yanıbaşında idi ve kendisinden bir peçe ile ayrılmış bulunuyordu.

Sevimli sarı ayı çok görmüş , onun ışıklarından çok faydalanmıştı. Yeşil ışıklar ise yarım yamalak iki defa görmüş , daha doğrusu görür gibi olmuştu. Acaba bu gece onları doya doya , kana kana görebilecek miydi ?

Deli Kurt , kendisini yolculuk yapabilecek kadar güçlü hissediyordu. Gökçen de böyle söylemişti. Gururuna dokunmakla beraber , burada biraz daha kalabilmek için yaralarının çabuk iyileşmemesini gizliden gizliye istediğinin farkında idi.

Asker olduğu için her şeyi asker kafası ile düşünmeye alışıktı. Gökçen’e karşı duyduğu sevgiyi de askerce düşünüyordu. Bu sevgi bir savaştı. Savaş olduğu için de kıyasıya bir uğraşma, karşı taraf ne kadar kuvvetli olursa olsun sonuna kadar bir didişme gerekti. Sevdiğini söylemek teslim olmak demekti. Adeta istemeksizin :

– Gökçen ! Oba beğinin oğlu seni çok seviyor , dedi.

Bunu ‘Ben seni çok seviyorum’ diyemediği için söylemişti. Sözlerinin nasıl bir tesir bıraktığını anlayacak kadar zaman geçmeden kızın büyülü sesi duyuldu.

– Oba beğinin oğlundan başka birisini de söyleyemez misin sipahi !

Deli Kurt , zevk ve heyecandan titredi. Gene sarhoş olmuş , kendisine sarhoşluğun çekinmezliği gelmişti. Cevap verdi :

– Söyleyebilirim !

Gökçen , konuşulmasını istemediği konular gelince susardı. Hayatı boyunca böyle bir zevk görmemişti. Kendisini cennette sanıyordu. Tatlı bir baygınlık arasında :

– Gökçen , dedi bana gözlerini gösterecek misin ?

Deli Kurt , bunu bir ülkü edindiği için sormuştu. Yoksa o bakılmaz gözleri göremeyeceğini , Gökçen’in göstermeyeceğini biliyordu. O halde alacağı cevap kesin bir ‘Hayır’ olacaktı. Fakat Gökçen ‘Hayır’ diye cevap vermedi :

– Bu gece göreceksin , dedi

Deli Kurt inanamıyor , yanlış işittim sanıyordu :

– Bu gece mi ? diye sordu.

Bu gece sipahi…Birazdan istediğin olacak…

Deli Kurt bahtiyarlıktan bitkindi. Beni gördükten sonra ne olacak ?

Deli Kurt cevap verdi :

– Bir zaman benim iyileşmemi bekliyeceksin…

– Sonra ?

– Sonra seninle ok atıp yarışıp güreşeceğiz…

Gökçen’in sesi büsbütün büyüledi :

– Okun belki okumu aşar. Atın belki atımı geçer. Ama güreşte mutlaka yenilirsin…

– İkisini kazanmam yetmez mi ?

Gökçen , şiir haline gelmişti :

– Senin için yeter sipahi…Fakat sen evlisin…

Deli Kurt , o zaman içindeki acının nerden geldiğini kavradı ve büyük bir çaresizlik içinde :

– Dinimize göre bir erkeğin iki evdeşi olabilir, diye cevap verdi.

Kız , büsbütün güzelleşen sesiyle sordu :

– Evdeki hatunun buna ne der ?

Deli Kurt , yanındaki dünya güzelinin kendisini benimsediğinin farkında değildi. Belki de ne söylediğinin farkında olmadan cevap verdi :

– Hiç bir şey demez.

– Üzülmez mi ?

Deli Kurt , o zaman Satı Kadın’ın sözünü hatırladı. Gökçen Kız’ın bütün sert ve yabani görünüşüne rağmen çok iyi yürekli olduğunu söylemişti. İşte , dediği çıkıyor , bu kadar derin bir gönül işinde başka birisinin kendisi yüzünden kırılmasını istemiyordu.

Deli Kurt , bu güzel gecede yabancı bir kızın dizlerinden yatarken evdeki Melek Hatun’u hatırladı. Fakat o kadar büyülenmiş, Varsak kızının sevgisine o kadar tutulmuştu ki , onu daha fazla düşünmesine imkan yoktu. Artık kendi kendisine buyruk olmadığını anlıyordu. Kendisini ölümden kurtaran bu yiğit kızın tutsağı olmuştu. Bu öyle bir kızdı ki , güzellikte eşi bulunmadığı gibi kuvvet ve cesarette de örneğine rastlanmazdı. Daha biraz önce okta ve yarışta beni geçsen bile güreşte mutlaka yenilirsin diye meydan okumamış mıydı ?

Bu sözler bir övünme değildi. Kendisini de o şekilde kavrayarak kaldırmıştı. Kolunun bu gücü neyse ne ama hele o gözlerindeki kuvvet… Deli Kurt , tatlı bir uyuşukluk içinde kendinden  geçmek üzereydi. Toparlanmaya çalıştı ve nasıl söylediğine kendisinin de şaştığı kolaylıkla :

– Gökçen , dedi. Yanıklık canıma değdi. Sensiz yaşayamam. Beni ölümden kurtardığın gibi ruhsuz bir ölü gibi yaşamaktan da kurtarır , evdeşim olur musun ?

Sonra onun sustuğunu görerek tamamladı :

– Karası’daki hatun buna bir şey demeyecek , üzülmeyecektir.

Uzun , Deli Kurt’a pek uzun gelen bir zaman geçti. Umutsuzluğa kapılmak üzereydi. Birden bire onun en güzel sesiyle ‘Peki !’ dediğini işitti. Bunu söylerken Deli Kurt’un yüzünü de hafifçe okşamıştı.

Yaralı sipahi , her şeyi unutmuştu. Nerede olduğunu , niçin burada bulunduğunu hatta kendisinin kim olduğunu bile unutmuştu. Anlatılmaz sevinçli duygular arasında başka bir dünyada yaşıyordu. Kişi oğlu Cenette de ancak bu kadar bahtiyar olabilirdi. Fakat bu bahtiyarlığın son ucuna varmak için Gökçen’in gözlerini de görmesi lazımdı. Bu kadar kutlu bir gece geçirdikten, bu kadar sevdiği dünya güzelinin dizlerinde yattıktan , onun kendisiyle evlenmeye razı olduğunu işittikten sonra yeryüzünde başka ne dileği kalırdı ki ? Artık ölüm seve seve katlanacağı bir şeydi. Bu kadar bahtiyarlığı tatmak , doğrusu ölüme değerdi.

Zaten ölüm korkulacak bir nesne değildi ki…Tımarlı sipahiydi ve işi gücü can pazarında alışveriş etmekti. Bir kaç defa ölümle yüz yüze gelmiş , ölmemişti. Ölebilirdi. Bir eliyle Deli Kurt’u başının altından tutarak kaldırdı. Çimenlerin üzerinde oturmuş oldukları halde karşı karşıya idiler. Dünya güzelinin billurdan sesi işitildi.

– Başını eğ !

Deli Kurt bakışlarını yere çevirdi. Gökçen peçesini çıkardı ve son buyruğunu verdi :

– Başını yavaş yavaş kaldırarak bana bak !

Hiç bir şeyden korkusu olmayan Osmanlı sipahisi korku ve heyecandan titreyerek başını yavaş yavaş kaldırdı. Kamaştırıcı bir ışığın gözlerine ve içine dolacağını sezerek önce Gökçen’in çenesini , sonra dudaklarını gördü. Bunu  gayet yavaş ve kısık bir sesle söylemiş , çünkü bütün gücü kesilmiş ve şaşkınlıktan aklı başından gitmişti. Bağıracak kuvveti olsaydı bütün çevrede yankılanacak bir kükreyişle haykırırdı. Bir çift çekik yeşil göz ışık saçarak kendisine bakıyor , bütün iradesini yok ediyor , gözlerini kamaştırıyor , Deli Kurt’u zevkten bayıltacak hale getirirken , korkunç şekildeki yırtıcı bakışlarıyla da titriyordu.

Deli Kurt bütün dirliğinde böyle korkunç şey görmemişti. Fakat bu kadar güzel şey de görmemişti. Bakmaya doyamıyor , sarhoş oluyordu. Tekrar ‘Aman Allahım ‘ diye inledi. İçine bir baygınlık gelmişti. Yıkılacaktı. Onun :

– Elinle gözlerini kapa , diyen sesini duydu , kapadı.

Kapadı ama kızın yeşil gözlerinden çıkan yeşil ışık bütün benliğini o kadar sarmıştı ki , gözleri kapalı olduğu halde yine yeşil bir boşluk görüyordu. Birden Gökçen’in elini kendi bileğinde hissetti. Gözlerini kapayan elini yavaş yavaş çekerken ‘Bana bak’ diyordu.

Deli Kurt yeniden baktı ve içine anlatılması imkansız bir hazzın dolduğunu duydu. Yavaşça :

– Artık ölmek istiyorum , diyebildi. Gökçen gülümsedi. Gülümseyince  yırtıcılığı kaybolan fakat ışıkları kuvvetlenen gözlerini Deli Kurt’un gözlerinden ayırmadan cevap verdi :

– Yaşayacaksın…

Gerçekten de Deli Kurt , içinde bir başkalık bir ferahlık duymaya başlamıştı. Böyle olduğu halde onun gözlerine uzun zaman bakamayarak başını eğdi. O zaman Gökçen çenesinden tutarak onun başını kaldırdı :

– Artık alıştın . Ölmeden , bayılmadan , yıkılmadan bakabiliyordu. Fakat yine de bu bakış belalı bir şeydi. Bu kadar güzel gözlere bakmak , sonra da ölmemek… Ya hele o ışıklar… Gökçen , evleneceğim erkeği gözlerime bakmaya alıştırırım demiş ve dediğini yapmıştı. Deli Kurt artık kendisinde ayakta duracak değil , oturacak kuvvet bile kalmadığını anlıyordu. O zaman Gökçen eliyle onu yine dizlerine yatırdı ve artık Deli Kurt’a bakmayarak gözlerini ufka dikti. Ay doğuyordu.
Çılgın Kurt , başını kıpırdatmadan hem ışıklı gözlere hem aya bakıyor , nasıl olup da bu kadar hoş bir çehrenin yaratılmış olduğuna şaşıyordu. İnsanı dize getiren gözleri ve gönüllere işleyen sesiyle Gökçen Tanrının büyüklüğüne ve en büyük şahitti. Yaradan onu herhalde düşünerek ve methederek yaratmıştı.

Yabani ve aldırışsız görünüşü altında bu kız , göğsünün içinde en duygulu vicdanlardan birini taşıyordu. İnsanların bildiği bir çok şeyi bilmiyor, öğren bir çok şeyi öğreniyordu.
Fakat işte o da şu dizlerinde uyuyan yaralı ve yakışıklı sipahiye gönül vermişti. Zati öyle olmasaydı Çılgın Kurt , katlanamaz , diğerler gibi ya delirir ya can verirdi.

Gökçen birden kavalını dudaklarına götürüp bir şeyler çalmaya başladı. Her zaman hoş ve acıklı çalardı ama bu geceki ezgileri büsbütün başkaydı.

Çılgın Kurt , bu kadar hoş bir gecede , bu kadar hoş ayı izleyerek bir dünya hoşunun dizlerinde uyumuş olduğu halde onun vahim hoşluğuna baka baka , gözlerinden saçılan ışıkları içe içe eşsiz kavalının sesini dinliyor , yaşamanın tadını çıkarıyordu.

Gökçen çaldı , çaldı.
Sonra kavalı bırakarak kristal sesiyle bir türkü okumaya başladı :

Gönül , mukadderat isminde

Bir tuzağa atılmış.

Gönül bir çok duygudan

Ve oddan yaratılmış.

Yasa neymiş , kavramaz ;

Tasa sürükler , inlemez,

Gönül ferman dinlemez,

Zira aşka satılmış.

Gönül için acı ne ?

Her söz gider eforuna.

Gönüllerin içine

Azıcık ağu katılmış…

Gökçen doğru açıklıyordu bu kadar büyük bir bahtiyarlık gecesinde bilr Çılgın Kurt , gönlünün bir yanında ağu katılmış bir nokta olduğunu hissediyordu.
Kendisini , Gökçen’in hoşluğuna kaptırarak başka bir aleme daldı. Uyku , baygınlık , ayyaşlık arasında bir vaziyete düşerek yaşamının en mübarek gecesini geçirdi.

Dünya hoşu Gökçen ise sabaha kadar hiç kıpırdamadan çelik gibi oluşumunun verdiği bir dayanıklılıkla, dizlerinde uyuyan yaralıyı bekledi…
KAYBOLAN SİPAHİ

Çılgın Kurt , köyüne yorgun bir gönülle dönmüştü. Sevginin ve bahtiyarlığın yorgunluğu… Oldukça da arıklamış ve çehreyi süzülmüştü.
Çılgın Kurt’un kaçamaklı yanıtlarından şüphelenmiş , işin içinde iş olduğunu kavramıştı. Çakır , bir gönül işine , izinsizce Karaman ülkesine gitmeye hatta bir yeniçeri öldürmeye o kadar önem vermezdi. Çılgın Kurt’un rastgele bir rastlayla bir Osmanlı şehzadesi olduğunu bilmesinden korkardı.Daha fena olarak da başkalarının , onun şehzade olduğunu öğrenmelerinden çekinirdi. Zira o hala merhum İsa Beğ’in anısına sadıktı.

Çılgın Kurt’un yarasını bakınca onun bazı şeyler sakladığını kavramakta gecikmedi.
Üstelik dağlanmıştı da…Çılgın Kurt sanırım Karamanlılara esir olmuştu o zaman diye düşündü ve artık üstelemedi.

Çılgın Kurt, aşağı yukarıya altı ay sonra ikinci kez yaralı olarak yurduna dönüyordu. Belinde yeni bir bıçak vardı. Bunu Gökçen vermişti. O da kendi bıçağını Gökçen’e bırakmış ve ne zaman , nasıl gelebileceğini anlatmıştı. Gökçen , o kristal sesiyle :

– Sen sağ oldukça seni bekleyeceğim , demişti.

Çılgın Kurt , sipahiydi.
Öyle seferlere çıkabilirdi ki senelerce gelmesi ihtimal olmazdı. Bunu düşünerek:

– Gelmem uzarsa sağ olup olmadığımı nerden öğreneceksin ? diye sormuştu. Gökçen kısaca :

– Öğrenirim , diye yanıt vermişti.

Gerçekten de öğrenirdi. O , pek çok saklı şeyleri öğrenen bir büyücü değil miydi ? Sonra vedalaşıp ayrılmışlardı. Gökçen , Yassı Tepe’nin doruğundan onu uğurlamıştı. Çılgın Kurt son virajı kıvrılırken Yassı Tepe’ye bakmış , orada duran Gökçen’i bakarak kılıcını sürükleyip onu selamlamış, Gökçen de elindeki kavalı sallayarak karşılık vermişti.
Şimdi nerede olursa olsun gönlü umutla doluydu. Dünya hoşu Gökçen kendisini bekleyeceğini açıklamıştı.

Köyde her şey her zaman olduğu gibi geçip giderken bir nokta köylülerin dikkatini çekti. Tımarlı sipahi Murad, köyün hoş kaval çalan yaşlı çobanından ders almaya başlamıştı. Ona uzun uzun yanık havalar çaldırarak dinliyor , sonra kendisi en kolay ezgileri meşketmeye başlıyordu. Böyle bir öneri karşısında kalacağını hiç bir zaman usuna getirmemiş olan çoban neşeyle ve istekle öğretiyordu.
Gökçen de çalıyor diye kavalı o kadar hoşlanmıştı ki , iyi bir kavalcı olmamasına ihtimal yoktu.

Bazan kar yağarken kırlara çıkıyor , kasırganın uğultuları arasında kaval çalıyor , Gökçen’e sesleniyordu.

Gökçen bunları dinliyordu. Uzun yolların , dağların , nehirlerin ötesinden Çılgın Kurt’un çaldığı kavalı duyuyordu. Zira onun mucizevi güçleri vardı. Gönüllerden çıkan duyguları , beyinlerden fırlayan düşünceleri öğrenirdi.

Çılgın Kurt da Gökçen’in kavalla kendisine verdiği yanıtları dinlemeye başladı.
Gökçen’in kudreti ona bu sesleri duyuruyordu.

İlkbahar kazançken Çılgın Kurt’un Gökçen’e kavuşmak umudu yeni bir sefer emîri ile suya düştü. Osmanlı Padişahı İkinci Murad Beğ , Semendire üzerinde yürüyüş buyurmuştu. Sırb’ın yaptığı iki çehreliliğin cezası verilecekti. Osmanlı ordusu Edirne’de bir araya geldikten sonra süratle yürüyüşe geçmiş , Rumeli’den gelen güçleri de alarak Sırpların başşehri Semendire üzerine yürümeye başlamıştı. Sırp Beği Brankoviç , Türk ordusunun ne olduğunu iyi öğreniyordu.
Bu Sırb’ın bir akçalık dahi değeri yoktu , ama sağlam kalenin ardında tam ordusunu toplamış olduğu için direniyordu. Yoksa Sırp Sındığı’nda , Kosova’da yaptığı gibi alan savaşına çıksa bir iki saatte işi tamamlanır , ordusu yok edilirdi. Zati şu Rumeli’deki halklar arasında dayanıklı hangisi vardı ki ?.. Ama Macar’a gelince iş değişiyordu. Hele atlısı pek yaman , gözü pek oluyordu. Bu çehreden değil midir ki , şairin biri Macarlar için :

Kafirde mert varsa şayet sade Macardır ,

Hem kendi yavuz , hem atı eşkin ve atılgandır.

demişti.
Onun için Osmanlı ordusundaki sipahilerle akıncıların çoğu kale duvarları dibinde sipahilerle akıncıların çoğu kale duvarları dibinde oyalanmaktan ise Macaristan’a yönelip şöyle bir erce vuruşmayı cana minnet öğreniyorlardı.

Nihayet bir ağustos gününde ordu Semendire’ye girdi. Çılgın Kurt da Karası sipahileriyle birlikte kaleye ilk girenler arasında idi. İçeride büyük bir kırışma olacağı hakkındaki hipotezler boşa çıkmış , zira Sırp beğinin oğlu teslim olmuştu.

Esirlerin bir araya gelmesi yeni bitmişti ki , çalkalanan bir haber tam gönülleri güzel etti.
Hem de oldukça yakında idiler.

Türk ordusu , İshak Beğ ile Osman Beğ emrinde olduğu halde Macarlara doğru yıldırım gibi ilerledi ve eylülün ılık ve hoş bir gününde onlarla karşılaştı.

Çakır Bölükbaşı , Macarların dizi dizi olduğu savaş alanına gözlerini dikerek , kır düşmüş saçlarına karşın , devingen kalmış gövdesini üzengiler üzerinde kaldırıp şöyle bir bakındıktan sonra :

– Bu Macar , Sırba benzemez , yeniden güçlü bir uğraş olacak , dedi.

Tam bölük erleri gibi Evren ve Çılgın Kurt da onun bu sözlerini duymuşlardı.
Fakat hepsi içlerinden bir şeyler geçirdiler. Evren , şimdiye kadar Macarlarla hiç vuruşmamıştı. ‘Hele şu Macarları da bir görelim’ diye düşündü. Çılgın Kurt ise ‘Gökçen’e kavuşmak için sağ kalmaya bakmalı’ dedi.

Azıcık sonra Macarların muntazam diziler halinde ilerlemeye başladığı bakıldı. Aynı zamanda Osmanlı ordusunun gerisinden mehter ekibinin savaş havaları çalmaya başladığı duyuldu. Bu havalar çerilerdeki savaş isteğini çoğaldırıyordu.

Deneyimli bir savaş kurdu olan Çakır , Macar kargılarının eğildiğini ve atlarının süratlendiğini görünce yakında kendi taraflarından da ileri borusu çalınacağını kestirerek hazır ol emîrini vermek üzere başını arkaya çevirdi :

– Macar atlarının göğüsleri zırhlı , dedi.
O kadar afallamıştı ki , az kalsın atından aşağı yuvarlanacaktı. Gözleri fal taşı gibi açılarak bağırdı :

– O da ne ? Savaş düğün dedikse gerçkten çengili , zilli düğün mü sandın ? Macar cengine o düdükle mi gireceksin ?

Çılgın Kurt’un çehreyi kıpkırmızı oldu. Çakır da hiddetten kızarmıştı. Semendire önündeki günlerde bu kavalı bak şimdi bakmanın sırası mı idi ?

Fakat daha çok düşünmeye , azıcık daha söz etmeye ve sinirlenmeye zaman kalmadan Türk ordusunun ünlü boruları , Macar atlarının hengamesini bastıran bir aşikarlıkla havayı çınlattı.
Kabaran çılgınlığın verdiği hazla kumpas filan tanımayarak atını en vahim sürati ile sürdü. Bölükbaşı Çakır’ı geçti. Okunu fırlattıktan sonra kılıç sıyırarak ve ufak kalkanıyla kendini gözeterek Macar dizisine daldı.

Çakır ve Evren onu bu çılgınlığını bakmışlar , yalnız bırakmamak için yanına gitmek istemişlerdi. Fakat Macarlarla göğüs göğüse gelince Çılgın Kurt’u kaybetmişler ve kendi savaşlarını yapmaya zoraki kalmışlardı.

Tam ova iki ordunun savaş bağırışları , at kişnemeleri , kılıç ve kargıların zırhlara , kalkanlara , insan gövdelerine çarparken çıkardığı seslerle dolmuştu.
Evren ise daha ilk kılıçlaşmalarda bunun değişik düşmanlara benzemediğini kavramıştı. çehreleri de bir başkaydı. Çıyan suratlı Bulgar veya Sırb’a benzemiyordu. Basbayağı insan gibiydiler , Türk’e benziyorlardı.

Çılgın Kurt’u yalnız Çakır ve Evren değil , yalnız Çakır’ın bölüğü değil , tam Karası Bayrağı tımarlıları tanır ve beğenirlerdi. Şimdiye kadar kimseyi kırmamıştı. Mertliği kadar pespaye gönüllü oluşu , her isteyene destek etmesi onu herkese beğendirmişti.
Koç  Mehmed , yaman bahadırlardandı. Daha küçük bir çocukken , döğüşlerde koç gibi kafa bir yere çarptığı için kendisine ‘Koç’ demişlerdi. Otuz yaşlarında olduğu halde dokuz çocuğu vardı. Dokuzu da oğlan olan bu çocuklardan başka iki minik kardeşi , bir yetim yeğeni , yaşlı kaynanası hep onun eline baktığından , tımarın kazancı kendisine yetişmez , arasıra Çılgın Kurt’tan borç alırdı. Bu borçları hiçbir zaman ödeyemez , Çılgın Kurt da ‘Senin oğlancıklar geliştiği zaman ödersin’ diye işi kapatıverir , arada bir de armağan biçiminde öte beri verirdi.

Koç Mehmed bu kadar iyi bir dostu böyle bir gününde yalnız bırakamazdı.
Şimdi bunu soracak zaman olmadığı için bu koruma işini kendisi yapmalıydı.

Türk atlıları zırhsız olduğundan , çok geçmeden ikisininki de bir yere çarpıldı ve iki sipahi kendilerini yerde buldu. O zaman Koç Mehmed’in bağırışı duyuldu :

– Davran bre Çılgın Kurt … Yanındayım…

Arka arkaya vermişlerdi. Atlardan yapılan dürtüşleri kalkanlarıyla durduruyorlar , kılıçlarıyla da Macar atlarını sinirliyorlardı. Böylece kısa bir zamanda bir çok Macar’ı atlarından ettiler ve kendileri gibi yaya kalmış Macarlarla bir vefat dirim savaşına girdiler.

Akşam çöküyordu.
Çakır , yarılanmış bölüğünün başında , kaşları çatılmış olduğu halde içlerinde kimilerini sorguya sürüklüyordu. On dokuz şehitlerini bulmuşlardı. Fakat Çılgın Kurt’un dirisi de , ölüsü de yoktu :

– Bre Koç Mehmed ! diye seslendi . Çılgın Kurt’la yan yana idin , değil mi ?

– Evet !

– Sonra nasıl oldu ?

Yaralı , kan ve toz toprak içindeki Koç Mehmed , bölükbaşıya afallamış bakışlarıyla baktı. Çakır , bu suali üçüncü kere soruyordu.
Koç Mehmed de aynı şeyleri üçüncü kez yineledi :

– Atlarımız bir yerinizi incitilince sırt sırta verip Macar’a karşı koyduk. Atlarını sinirliyor , yaya Macarlarla pir aşkına vuruşuyorduk. Evvel işler yolunda giderken yine atlı Macarlar saldırınca kumpas bozuldu. Çılgın Kurt’tan ayrı düştüm. Yaralandığım için ona bakacak halim kalmamıştı. Eforum kesilmek üzere iken karşımdaki iki Macar’ın düştüğünü bakarak etrafıma bakındım. Evren gelmişti. Birlikte Çılgın Kurt’u aradık , yoktu.

Çakır , Evren’e döndü.
Ben yetişinceye kadar Koç Mehmed birini devirdi. İkisini de ben hakladım. Çılgın Kurt nerde diye sordum. Azıcık evvel yan yana idik , diye yanıt verdi. Oraları aradıksa da ölüsünü ,dirisini tespit edemedik.

Çakır , bölüğüne emîr verdi :

– Tam etrafı arayın !

Sipahiler aramak için dağılırken kendisi de Evren ve Koç Mehmed’le birlikte Çılgın Kurt’un boğuşmuş olduğu yere geldi. İzlere bakarak bir netice çıkarmaya çalıştı ama binlerce atın ve insanın hora teptiği bu yerde iz tespit etmeye ihtimal var mıydı ?

O zaman Evren’e bakarak sordu :

– Sakın esir düşmüş olmasın ?

Evren , bu düşünceyi yalanladı :

– Esir mi ? Macarları çil yavrusu gibi dağıttığımız bir savaşta Çılgın Kurt onların eline düşer mi ?

Çakır , sanki hiddetle bağırdı :

– Öyleyse bu çılgın ne oldu ?

Evren , Çakır’ı iliklerine kadar donduran şu yanıtı verdi :

– Şehit olmuştur.
Macarlarla yapılan savaşın ertesi gününde cenk alanını hemen tam Karasılılarla birlikte aradığı , sancak beğine açıklayarak orduda münadiler haykırdırdığı halde Çılgın Kurt’un ne ölüsü bulunmuş , ne de onu bakan çıkmıştı. Her halde Evren’in dediği gibi olacaktı : Can Vermişti.

Döndüklerinin ertesi günü Evren gelerek anasına gitmek için izin istediği zaman , Çakır ‘Beraber gidelim’ dedi. Hemen ata bindiler ve tam yol süresince bir tek kelime konuşmadan Türkmen obasına vardılar.
Fakat karşısında yalnız iki birey görünce , daha güzel geldiniz demeden ‘Çılgın Kurt nerde ?’ diye sormaktan kendini alamadı. Sonra , seneler boyu , kaç gidenin dönmediğini bakmaya alışmış bir katı vicdanlılıkla :

– Yoksa şehit mi oldu ? diye sordu. Değişiklerin sustuğunu bakınca , gözlerinden iki damla yaş akarak :

– Allah devlete , ulusa zeval vermesin , diye dua etti.

O akşam , anlaşılmaz bir duygu ile Satı Kadın , oğullarını yeniden Gökçen Pınarına götürdü.
Pınarın soğul suyundan içtiler. Havaların ferahlamaya başladığı günlerdi. Oba , yakınlarda kışlağa göç edecekti.

Birden bire üçü de , yeniden süzülür gibi bir yürüyüşle gelmekte olan Gökçen’i bakarak dikkat kesildiler. Çehreyi peçeliydi. Elinde davgana olduğu halde pınara gitmeyerek yerde oturan üç bireyin önüne geldi. Üçünü de afallamışlıktan ablavuta döndüren şu suali sordu :

– Çılgın Kurt’tan haberiniz var mı ?

Çakır , aksi bir yanıt verecekti ki , Satı Kadın buna zaman bırakmadan atıldı :

– Çılgın Kurt şehit oldu kızım.

Gökçen’in sesi üçünün de gönlüne işleyecek kadar hoşlaşıp mantıklandı :

-Hayır Satı Nine ! Çılgın Kurt sağ.  Uzak bir yerde kaval çalıyor.

TUTSAKLIK

Gökçen doğru açıklıyordu.
İlk evvel Çakır’ın usu başına geldi. Çılgın Kurt’un belinde baktığı kavalı anımsamış , Gökçen’in ‘Uuzak  bir yerde kaval çalıyor’ demesiyle bunu bağlamıştı. Bu kız herhalde doğru açıklıyordu. Yoksa Çılgın Kurt’un savaşa bir kavalla girdiğini nereden bakacaktı ? Coşkuyla :

– Ana ! Bu kız doğru açıklıyor , dedi. Satı Kadın da inanmak isteyen bir tavırla :

– Nereden öğrendin ? diye sordu ve Çakır , öyküsünü anlatıncaca da :

– Gökçen Kız öğrenir.
Çılgın  Kurt o anda Macaristan’da esir bulunuyor ve onun dediği gibi hapsolunduğu yerde kaval çalıyordu.

Macarlarla o kanlı savaşın yapıldığı günde Koç Mehmed’den ayrılıp da tek başına bir kaç şahısla vuruşurken ilginç bir rastla olmuş , İmre Bator isminde bir Macar beği savaşın kaybedildiğini bakarak adamlarıyla birlikte savaş alanından çekilmeye başlamıştı. Yolu , Çılgın Kurt’un vuruştuğu yerden geçiyordu. Macar beği Türkleri iyi tanıyan , Türkçe öğrenen ve cesurluğa değer katan birisiydi.
Azıcık sonra nasıl olsa bitecek , fakat dünya bir kahramana kaybedecekti. İmre Bator’un gönlü buna razı olmadı. Adamlarına ‘Diri yakalayın’ emîrini verdi. Kementle Çılgın Kurt’u düşürüp bir anda ellerini bağladılar. Hemen bir Macar atına oturttular. İki yanında da Macar atlıları olduğu halde sürdüler. Bu işler o kadar tez olmuştu ki , azıcık sonra savaş alanına egemen olan Türklerden hiç kimse bunu bak , hatta pek yakında olup da üç Macarla boğuşan Koç Mehmed dahi farkına varamamıştı.

İmre Bator , kendi memleketine gelinceye kadar Çılgın Kurt’la konuşmamış , yalnız uzaktan uzağa onun tutumlarını hakimiyet etmişti.
Macar beği ilk iki gün ona gıda ve su verilmemesini buyurmuş , fakat o ağzını açıp da en minik bir şikayette bulunmayınca , hatta mahsus kendi karşısında yemek yiyen Macarlara başını çevirip bakmayınca hayranlığı çoğalmıştı. Üçüncü günü yiyecek ve su verdirilmiş , fakat Çılgın Kurt bu gıdayı aç bir adam gibi değil , mutad yemeğini yiyen birisi gibi yemişti.

İmre Bator , ancak konağına geldiği zaman Çılgın Kurt’la konuştu.

– Ismin ne ?

– Murad.

– Nerelisin ?

– Karasılı

– Kaç yaşındasın ?

– Otuz altı.

Macar beği sağlam yapılı Türk’ü iyice süzdü.
Ardındadan kısa ve besbelli bir ‘Hayır !’ duyuldu.

Bu ‘Hayır !’ , uzun ve hengameli bir konuşmadan daha tesirliydi. Macar beği de katlan. Mutaasıp bir Hıristiyan olmakla beraber vicdanlı ve doğru adamdı. Bu Türk’ün , dinine bağlılığını güzel baktı ve hatta hoşlandı.

Çılgın Kurt’u konağın yer katında bir odaya kapadılar. Yemek veriyorlar , bazan bahçeye çıkarıyorlardı. Fakat ne de olsa esirlikti ve pek ağır geliyordu.

Çılgın Kurt o zaman kendisiyle bırakılan kavalına sarılıyor , mahpus olduğu odanın dört duvarı arasından çok uzaklardaki Gökçen’e sesleniyordu.

Kavalı hoş ve yanıktı.
Macar beğinin adamları da kavalı dinlemeye ve zevk almaya başlamışlardı. Çılgın Kurt’un kaval üflemedeki ustalığı dağıla dağıla İmre Bator’un kulağına kadar gitmişti. Şimdi bazı geceler o bahçede ziyafet veriyor ve pek çok Macar birden bu Türk’ün üzüntülü kavalını dini bir suskunluk içinde dinliyordu. Bu kadar sert ve yırtıcı savaşçılar olan Türklerin öyle içten gelen , drama bir müzikleri oluşu Macarların esrarengizine gidiyordu.

Çılgın Kurt , vakur suskunluğuyla Macarların sevgisini kazanmaya başladı.
Fakat o , verilenden fazla hiç bir şey istemiyordu. Hatta kentte dolaşıp tozmaya dahi yanaşmıyor , ömrünün çoğunu konağın büyük bahçesinde geçiriyordu. Çılgın Kurt , bu bahçede kendiliğinden yemiş ağaçlarıyla ilgilenmiş , yeni fidanlar yetiştirmeye başlamıştı. Bu işleri iyi öğrenirdi.

Günden güne zayıflıyordu. Bu , esirlikten değil , kendisini saran kara sevdadandı. Gökçen onun tam varlığına işlemişti. Onun çaldığı kavalı dinliyor , dünyasından geçecek gibi oluyordu.

Bir kaç ayda bildiği yarım yamalak Macarca ile bir gün beğin muhafızlarından birisine :

– Şehrin yakınlarında yeşil , az ağaçlı , yassı bir tepe var mı ? diye sordu.
Nereden usuna esti de böyle bir tepeyi soruyorsun ?

Nereden estiğini yalnız Çılgın Kurt öğrenirdi. Şimdi aysız gecelerde o tepeye gidiyor , kaval çalıyor , bazan uzaktan çalınarak kendisine kadar gelen başka bir kavalın sesini dinliyordu.

Çılgın Kurt’un , bu esrarlı hali Macarlara tasa olmuştu. Bir kaç tanesi saklıca ardından giderek o tepeden ne yaptığını gözetliyor ve kavalını dinliyordu. Çok hoş çalıyordu. Zaman zamana da bir tümseğe başını koyarak uyuyor , göğe dalıyor , hatta bazan da kendiliğindene konuşuyordu.

Macar beğinin adamları arasında Mikloş isminde birisi vardı ki , Çılgın Kurt’la iyice dost olmuştu.
Bazı akşamlar konağın bahçesinde karşılıklı saz ve kaval müsabakası yapıyorlar , bazı bazı tepeye birlikte gidiyorlardı. Macarlar , o tepeye Kaval Tepesi ismini takmışlardı.

Bir gece Mikloş’u ürküten bir şey oldu. Yeniden Kaval Tepesi’ne gitmişler ve Çılgın Kurt , yeniden bir kaval faslı yapıp sunmuştu. Her zaman olduğu gibi şimdi Mikloş saz çalacaktı. Fakat daha tellere değer değmez Murad onu bileğinden yakalayarak :

– Dur , çalma , dinle ! dedi.

Mikloş , afallamış :

– Neyi ? diye sordu.

Çılgın Kurt , eliyle güneyde bir yeri göstererek yanıt verdi :

– Kavalı …

Mikloş , dikkatle dinledi.
‘Hangi kaval ?’ der gibi Murad’ın çehresine baktı. O hiç oralı değildi. Uzaklara bakarak bir ses dinliyordu. Gerçekten de dinliyordu. O sırada Gökçen , Yassı Tepe’de kaval çalıyor , Çılgın Kurt’a sesleniyor ve fantastik kudretiyle kavalının sesini çok uzaklardaki sevgilisine eriştiriyordu.

Mikloş , Türk sipahisine dikkatle baktıktan sonra : ‘Sanırım çılgın’ diye düşündü. Fakat aylardan beri aralarında olduğu halde en minik bir yanılgıyı gözükmeyen bu çılgının saklı bir tasayı olduğunu kestirerek acıdı ve ona sevgisi arttı.

Çılgın Kurt’un üç seneyi ebedi bir üzüntü içinde esir olarak geçti.
Macarlarda bir hazırlık vardı. Bir savaş hazırlığı…

Kendisine belirli edilmek istenmediği , o da etrafıyla ilgilenmediği halde sipahi gözüyle bunu kavramıştı. Yalnız bunu kavramış değil , seferin Türkler üzerine olduğunu da hissetmişti.

O gece uyuyup daldığı bir sırada Gökçen’in :

– Sipahi ! Artık dön ! diyen sesini atladı. Gayet açık bir biçimde dinlemişti. Gökçen’in o kristalden , o uyumlu sesiydi ve çok yakından söylenmişti. Herhalde Gökçen odanın içinde olmalıydı.
Odanın dört bucağını dolaştırdı. Kimseler yoktu.

Çılgın Kurt , yatağına oturarak sabaha kadar , şimdi uzağında olduğu yakınları düşündü.

Güm doğduğu zaman kararını vermişti. Macar kendi yurduna sefer ederken , Gökçen onu çağırıken artık buralarda duramazdı. O zaman gözlerinde bir perde kalktı. Nasıl olmuştu da üç yıldır bunu düşünmemişti !

O gün etrafına apayrı bir gözle bakıyordu. Etrafını gözlemek , işi planlamak ve harekete geçmek için yarım gün yeterdi.
En kısa yol olan bu yol riskliydi. Erdil ve Eflak üzerinden gitmeye karar verdi.

Gece olurken ilk tespit ettiği ata sıçradı. Güzergahını evvelden planlamıştı. Dört nala sürmeye başladı. Geceleri Kaval Tepesi’ne giderek geç zamanlara kadar orada kalmasına alışkın olan Macarlar kaçışı ertesi sabah olmadan kavrayamazdı. Bu düşünceyle atını süratli sürüyordu.

Dönüş sıkıntılı oluyordu. Gündüzleri ormanlarda , ırmaklarda saklanmak , geceleri yürümekle yapılan bu yolculuk riskliydi de.
Bir iki kere Macar köylülerinden biraz öte beri alıp yemiş , sonra da yabani yemişler ve otlarla kanaat etmişti.

Bir akşam üç yol ağzında yolunu afalladı. Gökyüzü kapanık olduğu için yıldızlara bakarak doğrultu olasılığı da yoktu. Aksi bir yola gitmek , o zamana kadar harcanan tam emekleri boşa çıkarabilir , kendisini yeniden esir düşürebilirdi. Çılgın Kurt , bir ara durarak uzun boylu düşündü. Çok bitkin olduğu için başını atının yelesine eğerek gözlerini kapadı.
Atının üstüne dinelerek bakındı. Kimse yoktu. Fakat omuzuna değişi ve sesi o kadar açık dinlemişti ki , kesinlikle orada birisi vardı :

– Gökçen ! diye seslendi. Çok uzaktan , pek hafif dinlenen bir ses yanıt verdi :

– Yürü !

Çılgın Kurt , kararsız etmedi. Büyücü , peri kızı sevgilisi , mucizevi güçleri olan Gökçen kendisine yol gösteriyordu. Tam bitkinliğinin geçtiğini hissetti. Şimdi mesafeleri yırtarak aşıyor , sanki bir an evvel Gökçen’e kavuşacakmış gibi at sürüyordu.
Zira yalnız uzun bir yolu geçmiş olmakla kalmadı , bayağı besin de buldu. Fazla olarak şimdi yanında bir baltası vardı.

Bu balta , sonraları işine yaradı. Azıcık Macarca bildiği için Macar ülkelerinden geçmesi o kadar efor olmamıştı. Fakat Eflak’a girince iş değişti. Gayet kaba , hayvan kadar yabani ve domuz kadar pis olan Ulah’ların arasından geçmesi  hiçte basit olmadı. Bir kaç kere başı belaya uğradı. Ulahlarla kapışıp kafa , göz yardı.
Bir gün bir batağa saplandı. Az kalsın boğuluyordu. En güçlüsü de Eflak beğinin çerileriyle çatışması oldu. Baltasıyla bayağı vuruşup bir ikisini yıktıktan sonra atını  güneye çevirerek dizgin boşalttı. Ardına düşen Ulahlar , okla atını bir yere çarpıp onu yaya bıraktılar. Fakat Çılgın Kurt , Tuna’yı bakmıştı.

Olanca süratiyle koşarak kendisini nehre attı. Ardındayı gözleyerek kulaçlamaya başladı. Ulahların her ok sürükleyişlerinde suya dalıyordu. Akşam karanlığı çökmekte olduğu için daha çok üstelemediler.

Çılgın Kurt , karşı kıyıya çıkınca Yaradana şükretti.
O kadar bitkindi ki , sırt üstü uyuyarak derin solumaya başladı. Yanına gelip kim olduğunu soran Niğbolu beğinin çerilerine :

– Evvel azıcık su verin de içeyim , dedi.

Bu muntazam Türkçeyi duyan çeriler birbirlerine bakıp dudak büktüler. Biri :

– Türk’e benziyor , dedi.

Çılgın Kurt uyuduğu yerden kalkarak hiddetle sordu :

– Gavura mı benzeyecektim ?

Çerilerden biri onun giyimini işaret etti :

– Bu kılık ne ?

Çılgın Kurt ayağa fırladı :

– Ne kılığı olacak ? Esir kılığı….

– Bunları beğe anlatırsın…

Bunu açıklayarak Çılgın Kurt’u Niğbolu beğinin karşısına götürdüler.
İZLEDİ GEÇİDİ

Çılgın Kurt , Niğbolu’da olduğunu beğin huzuruna çıktığı zaman bildi.
Niğbolu beği , Macarlarla yine savaşın başladığını açıkladıktan sonra Çılgın Kurt’a bir ekip sipahi giyimi buldu. Harçlık verdi ve Karası tımarlılarının nerede bulunduğunu öğren için üç yıldır uzak kaldığı tımarına gitmesi için izin etti.

Üç yıldır yerinde bulunmadığı için tımarını başkasına vermiş olabilirlerdi. Bu düşünceyle , aynı zamanda çoluk çocuğunu ve hele Gökçen’i bakmak isteğiyle , ne kadar süratli gitmek kabilse o kadar süratli giderek ve denizi aşarak Karası’ya vardı.
Bunu Çakır’ın sağladığını , onun da bir iki yol Gökçen Kız’ı bakarak sağlığını bildiğini Çılgın Kurt öğren.

Evdeşi Melek Hatun’u solgun ve cılız buldu. Üç kızı gelişmişti. Hele büyük kızı Zeynep şimdi yirmi yaşında boylu boslu gelinlik kız olmuştu. Genç bir köy ağası onu istiyordu.

Çılgın Kurt , Karası Bayrağı tımarlılarının hep birden , savaş için Tuna boyunda olduğunu bilince onlara katılmak için elini acele yakaladı.

Köyünde ancak bir hafta kaldı.
Zeyneb’in düğününü savaş dönüşü yapacağını açıklayarak yola koyuldu.

Çılgın Kurt , cepheye koşuyordu. Fakat dosdoğru oraya gitmeden evvel bir çark çizerek Gökçen’in obasına uğrayacaktı. Kırk yaşlarında gün bakmış bir Sipahi olmasına karşın yirmi yaşındaki bir gencin coşkusunu dinliyordu. At çatlatırcasına giderek obaya , her zaman vardığından daha seri erişti. Artık Yassı Tepe’nin yolları , beynine karış karış işlemişti. Uzaklardan kendisine kavalı ile seslenen , esirlikten kaçması gerektiğini andırdıran , üç yol ağzında afalladığı zaman doğru yolu gösteren insan üstü Gökçen’e yaklaşmanın vicdan çarpıntısı içindeydi.
Alan bomboştu ve Gökçen’den yapıt yoktu. Atından indi. Gökçen’in her zaman dayandığı ağaca yaklaştı. Onu ilk kez buraya katlanarak kaval çalarken bakmıştı. Şimdi neredeydi ? Acaba can vermiş müydü ? Gökçen can verir müydü ?

İçinde bir sızlama duydu. Başını ağaca yasladı. Tam bu yeşil alan , ta aşağıda akan suya kadar Gökçen’in beğliği idi. Burada yalnız onun emîri geçer , başkaları yaklaşamazdı dahi.

Başını kaldırarak bakındı.
Nasıl da kıyasıya vuruşmuşlar , nasıl onulmaz yaralar almışlardı ? İşte o onulmaz yaraları Gökçen onarmıştı. Gönlü de , gövdesi de Gökçen sayesinde yaşıyordu.

Ya o son gece ? Gökçen’in gözlerini gösterdiği o mübarek gece ?.. Ah şu yere batası esirlik !… Kendisini üç sene sevgilisinden ayırmış , üstelik de şimdi onu kaybetmişti.

Çılgın Kurt’un gözleri birden ağacın gövdesine takıldı. Buraya bıçakla bir ağaç resmi kazılmıştı. Bu fotoğraf , gövdesine kazıldığı ağacın kendisine tıpa tıp benziyordu.
Sonra üçüncü bir ok geliyordu. Fakat bu kıvrık bir oktu. Yarısına kadar , aşağıya indikten sonra öbür yarısı kıvrılarak yukarıya dönüyor ve okun temreni yukarıya yönelmiş bulunuyordu. Bunun üstünde iki ok resmi yer alıyor ve sonuncu okun temrani ağaç fotoğrafına dokunuyordu.

Bunları Gökçen’in yaptığı belirliydi. Başka ki yapabilirdi ki ? Acaba manası neydi ? Çılgın Kurt , fazla akıl yormadı. Ağaçtan uzaklaşıp yeniden ağaca gelen oklar Gökçen’in buradan uzaklaştığını , fakat yeniden döneceğini bildiriyordu.

İçi neşeyle dalgalandı ve aşağıya , şifalı su ile yıkandığı yere doğru yürüdü.
Birden durarak oluğun içindeki etrafa baktı. Gökçen’in etrafındaydı. Yanında da ufak bir kutu duruyordu. Onu da tanıdı. Gökçen’in anasından getirdiği ilaçtı. Beyaz etrafı açtı ve bir tarafında kızıl kan lekelerini bakınca kaşları çatıldı. Gözlerini dikti. Bunlar kir değil , kanla yazılmış yazı idi. Etrafı ters tutarak doğrulttuktan sonra kanla yazılmış olan yazıyı okudu : Yeniden geleceğim. Altında da bir imza : Gökçen.

Çılgına döndü.
Her eforluğu yenmesini öğrenirdi. Mürekkep denilen nesne boya değil miydi ? İşte Gökçen , boyaların en hoşuyla , kendi kanıyla mektup yazıyordu. Çılgın Kurt , yine heyecanlandı ve etrafın kanla yazılı yerini öptükten sonra yere bakarak düşünmeye başladı. Gökçen yazı yazmasını öğreniyor muydu ? Bunun üzerinde fazla durmadı. Satı Ana’ya gitmeye karar verdi. Etrafı ve em paketini alarak atını atladı.

Satı Ana seksen beş yaşındaydı. Iyice kocamış , hareketlerine ağırlık gelmişti.
Çılgın Kurt’u :

– Nerelerdeydin oğlum ? diye karşıladı.

Çılgın Kurt , başından geçenleri kısaca anlatınca , ihtiyar bayan başını salladı :

– Yaradanın işine bak ! Bunların hepsini Gökçen Kız bizi açıklıyordu.

– Nasıl öğreniyordu da söylüyordu ana ?

– Oğul ! Onun işine us erer mi ? Sana peri kızıdır yahut cindir dedim ya. Kaç sene evvel oba beğinin oğlunu öldüresiye bir yerinizi incitmişlerdi. O yaralarla kim olsa yaşamazdı. Bu kız ne yaptıysa yaptı , onu yaşattı.Geçen yıl kuraklık oldu. Yağmur duaları falan kar etmedi. Gökçen yağmur yağdırdı. Bütün oba halkı binlerce taş yığıp yağmur yağdıramadı da bu kız , bir tek taşla bu işi yaptı. Yada taşı derler , tılsımlı bir taşmış. Türklerin ilk atasından kalmışmış. Bu yakınlarda da köyün hocasından okuyup yazma öğrendi…

Deli Kurt’un sesi yükseldi :

– Ne ? Okuyup yazma mı öğrendi ?

– Öğrendi ya… Hoca , böyle akıllı kız görmedim diyordu. Gökçen sekiz on günde kavrayıvermiş. Hoca da kızın büyücü olduğunu söylüyordu. Ders verirken kız acayip , tılsımlı gibi bir yazıyla birşeyler yazarmış.

Hoca o yazı nedir diye sormuş. Öğrettiklerini yazıyorum diye cevap vermiş. O yazıyı kimden öğrendin diyince de anamdan öğrendim demiş. Hoca , yazının ne yazısı olduğunu öğrenmek istemiş. Adını söylemişti ama unuttum.

Deli Kurt , Varsak obasında duyduklarını hatırlayarak sordu :

-Uygur yazısı olmasın ?

– Evet . Velhasıl kızın öyle işleri var ki , insan yapamaz , ancak cin yapar.

– Ne gibi ana ?

– Ne gibi olacak ? Yaz kış aynı giyimleri giyer , üşümez. Yassı Tepe’deki kuyunun suyunu oradaki taş oluğa doldurup yıkanır.

Deli Kurt , yıllardır ilk defa gülümsedi :

– Bunda ne var ana ? Belki o şifalı suda yıkandığı için bu kadar sağlamdır.

Satı kızdı :

– Ne söz anlamaz çocuksun sen ! Dur da bitireyim. Sen onun yalnız yaz gününde mi taş oluğa girip yıkanır sandın O , yaz kış demiyor , o kuyudan su çekip oluğu dolduruyor , sonra içine girip yıkanıyor. Kara kışta , hayvanların bile donup yola çıkamadığı soğuklarda oraya gidip geliyor. Sade yıkansa iyi. Sonra da çıkıp vücudunu karla oğuşturuyor.

Gökçen’in insan üstü olduğunu kabul eden Deli Kurt bile bu kadarına inanmadı :

– Amma da yaptın ana ? Bunu da kim görmüş ?

– Kim görecek ? Kara kışta yolları oraya düşen Akkavakoğlu Ahmed’le Ali… Kızı öyle görünce ödleri patlamıştı. Kışlağa nasıl geldiklerini görmeliydin !

– Deli Kurt , sözü uzatmak istemedi :

– Peki ana , dedi. Koca bölükbaşı Çakır  hemen boynuna sarıldı ve takıldı :

– Neredeydin be keyif ehli ? Başımızdan neler geçtiğini bir bilsen… Yanko diye bir Macar başbuğu çıktı. Anamızdan emdiğimizi burnumuzdan getirdi. Geçen yıl Hermanstad ve Vasag önünde bizi iki defa bozdu. Birincisinde başbuğumuz Mecid Beğ şehit oldu. İkincisinde Başbuğumuz Kula Şahin Paşa tutsak oldu. Binlerce sipahi ve akıncı kaybettik. Sen nerelerdeydin ? Yıllarca haberini alamadık ama o büyücü kız senin sağ olduğunu ve kaval çaldığını söylüyordu.

Çakır , bunları söyleyerek sustuktan sonra bir şey hatırlamış gibi yeniden söze başladı :

– Evet , evet… Senin bir kavalın olacaktı… Ne yaptın ?

Deli Kurt , cevap vermeyerek kemerine iliştirilmiş kavalı gösterdi. Sizi hala çocuk huylu gördükçe ben de kocadığımın farkına varmıyorum. Altmış yaşında olduğumu biliyor musun ? Bu yaşta insanın bağında oturup ayran içmesi yakışık alır , ama bir defa savaşa alışmışız. Ne dersin ? Alışmış kudurmuştan beterdir…

Deli Kurt , bölükbaşlarıyla selamlaşıp Evren’le tokalaştıktan sonra dizideki yerini aldı.

1443 yılının 3 kasım günü idi. Osmanlı Padişahı İkinci Murad Beğ , bundan önceki iki yenilişin öcünü almak için ordusunun başına geçmişti. Sırp Beği Brankoviç de orada idi.

Padişahın tuğları kalkınca mehter takımı savaş nöbeti vurmaya başladı. Osmanlı ordusu çok hırslı gözküyor , Macarlar ve müttefikleri olan Sırplar , Ulahlar ve Almanlar da bunu anlamış gibi sıkışık düzen halinde bekliyorlardı. İlk hücumu her zaman Macarlar yapardı. Fakat bugün saldırışı Türklere bırakmış gözüküyorlardı.

Murad Beğ’in buyruğu üzerine Evrenuzoğlu İsa Beğ kendi buyruğundaki birliklerle taaruza geçti. Yıldırım hızıyla düşmana doğru at teptiler. Bir yandan da ok yağmuruna tutuyorlardı.

Büyük kalkanlarla kendilerini koruyan zırhlı Macarlarla bu ok yağmuru pek de tesir etmiyordu. Akıncılar bir kaç defa geri çekilerek yeniden saldırış denemesi yaptılar. Boşuna… Macar dizisini sökememişler , üstelik düşmanın ok atışlarıyla bir çok kayba uğramışlardı.

Bunun üzerine padişah , Turahan Beğ’in de saldırışa katılması için buyruk verdi. Turahan Beğ , eski bir savaş kurdu idi. Göğüs göğüse geldiler.

Deli Kurt , Karası Sancağı atlılarıyla Osmanlı ordusunun sol kanadının ucunda , ikinci dizide bulunuyor , sıranın kendilerine gelmesi bekliyordu. Padişah , savaşı idare ettiği tepeden , çatık kaşlar ve sert bakışlarla ileriye bakıyor , gidişi beğenmiyordu. Turahan Beğ atlıları da Macarı yaramamışlardı. Yanı başındaki elli altmış solak’tan başka yeniçerilerle birlikte bütün birliklerin ileri atılması için buyruk verdi. Onun manevralarına meydan bırakmadan , akşama kadar kesin bir sonuş almalıydı.

Bütün Osmanlı ordusu , düzgün diziler halinde savaş haykırışlarıyla düşmana saldırdı. Karasılar en soldan ok serperek seğirdim yapmışlar sonra dalkılıç Macar dizilerine dalmışlardı.

Karanlık basarken iki ordu ayrıldığı zaman Murad Beğ , ordusunun fazla kayıp verdiğini , birliklerin birbirine karışmış olduğunu , Yanko’nun ise henüz son kozlarının oynamamış bulunduğunu gördü. Ne yapsalar , düşman , çaşıtları ile haber alıyordu. Çevre gavurla doluydu. Murad Beğ çekilme kararını verdi ve ordu , savaş yorgunluğu arasında sessizce ve düzenle Sofya’ya doğru çekilmeye başladı.

Murad Beğ , Macarların kendisini düzgün bir şekilde takip edemeyeceklerini sanıyor , düşman birliklerini birbirinden ayrılırsa onları teker teker vurup yenmeyi tasarlıyordu. Fakat umduğu olmuyor , hatta her zaman aralarında geçimsizlik çıkan Macarlarla Ulahlar ve Sırplar ve sefer büyük bir anlayış içinde harbediyor ve ilerliyorlardı.

Sofya’dan bir gece vakti geçerek Filibe’ye doğru yollandılar. Deli Kurt , soğukta daha çok sızlayan sol pazısına aldığı yarayı düşünmüyordu bile. Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri Aksak Temür Beğ’ie yapılan kırk yıl önceki Ankara Savaşı müstesna , böyle bir yenilme görülmemişti. Haydi , öteki yeniliş hiç olmazsa Çağataylıya karşı olmuştu. Onlar da Türktü. Ya bu sefer ki ? Macar umduklarından da zorlu çıkmıştı. Deli Kurt , üç yıllık tutsaklığının öcü alınmadı diye kızıyor , Gökçen’e kavuşma gecikti diye de kendi kendini yiyordu.

Osmanlı Başkumandanı Padişah Murad Beğ , en doğru tedbir olarak ordusunu İzledi Geçidi’ne götürüyordu. Kışın soğuğundan da buzlardan engeller yapılabilirdi.

Murad Beğ , ordusuna korkunç bir buyruk verdi. Askerin bir takımı , bütün gece , ertesi sabah buz tutması için dağın yamacına su akıtırken , bir takımı geçidin her yerine iri buz parçaları yığıyordu. Bu işler sabaha kadar , bir dakika dinlenilmeden yapıldı. Ortalık ışıdığı zaman düşman ordusunun taaruz için yürüyeceği yol baştan başa buzlarla kaplı idi. Murad Beğ , iyi düşünmüş , iyi yapmıştı.

24 Aralık 1443’te Macarlar Yanko’nun yiğitliğinden hız alarak taaruza geçtiler. Bir yandan baltalarla buz engellerini kırıyorlar , bir yandan da Osmanlı oklarına karşı kalkanlarıyla siper ederek ilerliyorlardı.

Bölükbaşı Çakır’ın otuz sipahisi , Macarların en son azılılarının bulunduğu bir kesime düşmüşlerdi. Burada at üzerinde savaş yapılamayacağı için yaya idiler. Macarlar da yaya geliyor , iki taraf her an biraz daha yaklaşıyordu.

Biraz sonra göğüsleştiler. Ayakların kaydığı bir yerde yapılan savaş bir acayipti. Macar zırhları çok dayanıklı olduğu için değme sipahi vuruşu bile onları kolay kolay kesemiyordu.

Yenilerek buraya kadar çekilmek ve Macarlar kaysın diye yamaca su akıtmak Deli Kurt’un ağrına gitmişti. Deliliği tutmuştu. Bir Macarı devirdi. Evren yanı başında aynı gözü peklikle kılıç savuruyordu. Bu ilk kademeyi dağıttılar. Sağ kalan bir kaçı yüze geri etti.

Fakat arkadan daha sık olarak geliyorlardı. Okları bittiği için onların yaklaşmasını beklemekten başka yapılacak iş yoktu. Bu sırada Çakır’ın öfkeli haykırışı işitildi :

– Gavuru burada da yenemezsek tımarına dönmek nasip olmasın !…

Gözler bölükbaşıya çevrildi : Yüzündeki kılıç yarasından kan sızıyordu. Yaman bir boğuşma daha oldu. Düşmanı yine attılar.

Öğle olmuştu. Macarlar yeniden yürüdüler. Yanlarında Lehliler de vardı. Karasılıların zayıflayan kesimine de bir çok yardımcı gelmişti.

Kimi sipahi , kimi akıncı , kimi yeniçeri idi. Belliydi ki bu sefer son koz oynanacaktı.

Deli Kurt , ömründe ilk defa tehlikeli bir işin içinde olduğunu seziyordu. Buzların üzerinde karma karışık boğuşuyorlardı..

Deli Kurt , yanında Evren ve Koç Mehmed olduğu halde çelik zırhlı Macarlarla yıldırım gibi kılıçlaşıyor , biraz beride , bütün Karası Sancağının tımarlılarından sağ kalmış olan on , on beş kişi , vurulan sancak beğlerinden sonra başlarına geçen Çakır Bölükbaşı ile birlikte , hala düzgün bir dizi halinde vuruşuyordu. Türk ordusu savaşı kaybetmiş , İzledi Geçidi’nden aşağıya atılmıştı.

Deli Kurt , binlerce cesedin yattığı yerden doğrularak kalkınca olanları hatırladı. En sonra başına vurulan bir topuz kendisini bayıltıp yere sermişti. Elini tereddütle başına götürdü. Tulgası başında yoktu. Demek ki topuz , onu parçalamıştı. Kendini bir yokladı. Umursanacak bir yarası yoktu. Kolunda , yüzünde bir kaç çizgi…Hepsi o kadardı. Yanı başında bir kıpırdama oldu. Gavur elinde kalacağım.

Deli Kurt’un aklına Gökçen’in merhemi geldi :

– Merak etme , kalmazsın dedi. Koynundan merhemi çıkardı. Tokatlı Mehmed’in giyimleri zaten göğsünden parçalanmıştı. Sonra bacağındaki yaraya baktı. Dizinin üstünden kılıç yemişti. Oraya da sürdü.

Deli Kurt , kendini sağlam hissediyordu. Hatta Tokatlı Mehmed’i de sırtında taşıyabilirdi. Artık burada , Macarın içinde durmaya gelmezdi. Bu düşünceyle ayağa kalktı. Birden tuhaf oldu. Çünkü ta yanı başında yatan , tulgası düşmüş zırhlı Macarı tanımıştı. İmre Bator’du. Gözleri ilk önce bir Macarı gürnce aklına kendi ordusundan ölenler geldi. Acaba kimler ölmüştü ? Fakat daha bir adım atmadan içi sızladı. Arkadaşı , yerdeşi , bölükbaşı Evren , koca yiğit sırt üstü yatıyordu. Bir iki adım attı. Beride , hala kılıcını sımsıkı tutan Koç Mehmed delik deşik olmuş gövdesiyle serili duruyordu. Gözün alabildiği alanda o kadar çok ölü vardı ki , aralarında tanıdıkların , bildiklerin bulunmamasına imkan yoktu. Bir Macarın ve bir yeniçerinin üstünden atlayarak daha ileriye göz attı. İşte … Korktuğu olmuştu. Koca Bölükbaşı Çakır’ın duası tutmuş , gavuru yenemedikleri için tımarına dönmek nasibini kaybetmişti. Kahraman yüzü , Tanrıya bakar gibi göğe çevrili , gözleri hafifçe aralıktı. Onun da tulgası düşmüş , kır saçları ve bıyıkları kana bulanmıştı.

Deli Kurt daha fazla araştırma yapmak istemedi. Her şehit , içini sızlatacak olduktan sonra… Tokatlının yanına dönmeye başlarken bir ölüye takıldı. Böyle bir anda ve yerde tamamen lüzumsuz kaçan bir merakla Deli Kurt eğilerek şehidi çevirdi. Tulgasızdı. Başında börk vardı. Dikkatle bakınca , yüzü gözü kan içindeki bu ölüyü tanıdı. Türkmen beğinin oğlu idi.

Ellerini açarak bir Fatiha okudu. Çakır’ın , Evren’in , Koç Mehmed’in , Türkmen beğinin ve bütün şehitlerin ruhuna gönderdi. Sonra bu uhrevi vazifeyi yapmış olmanın verdiği kuvvetle Tokatlı Mehmed’i sırtına alarak , tahminle , Türk ordusunun çekilmiş olduğu bölgeye doğru yollandı.
KORKUNÇ AYDINLIK

Deli Kurt sabaha kadar durmaksızın yürüyerek daha güneye çekilmek üzere olan Türk ordugahını buldu. Bu , Tokat Beği Balaban Beğ’di. Deli Kurt kendini tanıttı. Balaban Beğ  onun Karasılı olduğunu öğrenince tok bir sesle :

– Bütün yoldaşların şehit oldu , dedi.

Deli Kurt buna :

– Tokat Sipahilerinden Mehmed’i de getirdim , diyerek cevap verdi.

Deli Kurt’un getirdiği Tokatlı Mehmed , Balaban Beğ’in en gözde Sipahisiydi. İzledi Geçidi savaşından sonra onu ortalarda göremeyince şehit oldu veya tutsak düştü sanıp acımıştı. Sağ olduğunu öğrenince sevinçle bağırdı :

– Nerde ?

– Çadırın önünde…

Balaban Beğ nöbetçiye seslendi. Tokatlı sipahi , Deli Kurt’un bütün kahramanlığını , nasıl vuruştuğunu , bir kişinin yapamayacağı işleri nasıl yaptığını görmüştü. Kendi başından geçenleri bir iki sözle bitidikten sonra Deli Kurt’un savaşını uzun uzun anlattı.

Balaban Beğ , memnundu. Bu yenilmenin bozgun haline gelmemesi böyle eşsiz yiğitlerin kahramanlıkları sayesinde olmuştu. Vakit kaybetmeden padişahın huzuruna çıkarak bunları anlatmış , padişah da Deli Kurt’a bölükbaşılık vermişti. Çakır’ınkiler de Murad Beğin buyruğu ile senindir , dedi.

Deli Kurt , sevinilecek ve övünülecek hiç bir tarafını bulamadığı sırtında bir yük gibi taşıyarak Karası’ya döndü. Oosmanlılar , Macarlar ve müttefikleriyle uğraşırken fırsatı yine kaçırmayan Karamanoğlu taaruza geçmiş , yine bazı şehirleri ele geçirmişti.

Bu durum karşısında padişah , ordusunun büyük kısmını , beğlerin buyruğunda olarak Macarlara karşı bırakarak kendisi daha küçük bir kuvvetle Anadolu’ya geçti. Fakat kuruntusu boşa çıktı. Çünkü Murad Beğ , onu huzuruna çağırarak Karası’ya yeni sancak beği tayin olununcaya kadar sancağın tımar işlerini düzene koyması için buyruk vermiş , bölükbaşılık buyrultusu da eline tutuşturmuştu. Ayrıca bir kese de akça vererek :

– Göreyim seni adaşım , demişti , devlete daha çok hizmetler eder , Tanrının izniyle alay beği de olursun.

Böylece otağdan çıkınca yanında bir kaç azap ve şehit tımarlıların eşyalarını taşıyan bir kaç at olduğu halde yola koyulmuş , yurduna dönmüştü.

1444 yılının baharı idi. Yanında azaplar ve yük atları olduğu halde tımarları birer birer dolaşıyor , şehit sipahilerin ailelerine baş sağlığı diliyor , şehitlerin onaltı yaşını geçmiş oğlu veya kardeşi varsa kadıların huzurunda hemen tımar senetlerini yazdırıyordu.

Bir ay süren bu işlerin sonunda , padişahın verdiği keseyi de Koç Mehmed’in kalabalık ve yoksul evine bıraktıktan sonra kendi köyüne geldi ve bir kaç gün yatarak kaç ayın yorgunluğunu giderdikten sonra kalkarak ne yapacağını düşünmeye başladı.

Hatunu Melek , gebe idi. Bir kaç gün sonra Türkmen obası yaylağa çıkacaktı. Deli Kurt , çoluk çocuğunu da oraya götürüp yazı Satı Ana’nın yanında geçirmeye karar verdi. Zaten Çakır’ın ve Evren’in şehit düşmeleri dolayısıyla koca anaya baş sağlığında bulunmak da lazımdı.

Deli Kurt , iyi bir kağnı hazırlatarak içini şilteler ve yastıklar döşetti. İkinci bir kağnıya da çadırları ve eşyaları koydu. Kendisi ve üç kızı atlara binecekler , evdeşinin kağnısını topuz Ahmed idare edecekti.  Topuz Ahmed on altı yaşlarında , çok sadık ve becerikli bir çocuktu. İhtiyarlayınca şaşılığı ve yüzünün gülünçlüğü büsbütün artan İlyas yıldan yıla iştahı açıldığı için büsbütün şişmanlamış , yusyuvarlak bir şey olmuştu.

Topuz Ahmed’e , yapılacak işi bir kere söylemek yeterdi. ‘Peki ağam’ der , denileni aynen yapardı. Piç İlyas öyle değildi. Bir şey söylendiği zaman ‘O türlü yapacağımıza bu türlü yapsak olmaz mı ?’ diye hemen saçma bir fikir söyler , çok defa sözü bir söyleyişte kavrayamazdı. Şarap bulamadığı zaman bile sarhoştu. Bir takım macunlar kullandığı söyleniyordu.

Piç İlyas’ı da adam saymak şartıyla yedi kişi , dört at ve iki kağnıdan ibaret olan kafile , gün doğmadan çok önce yola koyuldu. Bu güzel haziran gününde , çamursuz yollarda yürüyerek hiç bir yerde mola vermeden giderlerse geceleyin Türkmen obasına varabilirlerdi.

Kafilede kimse konuşmuyor , yalnız ara sıra İlyas’ın bir iş yapıyormuş gibi görünmek isteyerek öküzlere bağıması işitiliyordu. Adeti olduğu üzere boyuna yiyordu. Oturduğu yerin arkasında bir torba ve büyük bir testi vardı. Torbadan durmaksızın öte beri çıkarıp yiyor , beş altı lokmadan sonra da küçük tasına şarap doldurup içiyordu. Susan kafilen yolcuları arasında onun keyfine diyecek yoktu. Arada bir Türkçe , Rumca , Sırpça yarım yamalak şarkılar da söylüyor , fakat hiç birinin sonunu getiremiyordu. Onun bu mırıltılarından canı sıkılan Deli Kurt , atını yaklaştırarak sordu :

– Bre Piç ! Ne dırlanıp duruyorsun ?

İlyas kekelemeye başladı :

– Aman Murad Ağa ! Ben aşk şarkıları söylüyorum !

– Bre sen aşktan ne anlarsın ?

– Aman Murad Ağa ! Ben dünyanın birinci aşığıyım. Buna rağmen sert bir sesle buyruk verdi :

– Şarabını daha çok içip şarkını içinden söyle. Seni ve aşkı beraber düşünmek hoş değil…

Deli Kurt’un isteği olmuş , biraz sonra sızıp kağnıdaki yüklerin üzerine uzanan İlyas’ın sesi kesilmişti.

Türkmen obasına gecenin geç vaktinde vardılar. Deli Kurt bu zaman Satı Ana’yı rahatsız etmek istemediği için onu uyandırmayarak çadırlarını onun çadırının yakınına kurdurdu. Birinde üç kız , birinde kendisiyle Melek Hatun , küçük çadırda da Topuz Ahmet yatacaktı. Zaten o , çok pis olduğu için öyle çadırda falan yatacak hali yoktu. Yazın şurda burda , kışın da ahırlarda yatardı. Deli Kurt , yorgun ve hasta olan evdeşine Gökçen pınarından getirdiği ferahlatıcı suyu içirdikten sonra dikkatle hazırladığı döşeğe onu yatırdı. Kızlarını ve Topuz Ahmed’i de çadırlarına gönderdikten sonra anlaşılmaz bir inatla gelmeyen uykusu yüzünden çadırın önüne oturarak sabahı bekledi.

Bugün Satı Ana ile ömrünün en güç karşılaşmasını yapacaktı. Gözü Satı Kadın’ın çadırında idi. İçi sıkılıyordu. Sabah biraz daha geç doğsa ne iyi olurdu.

Nihayet , istemeyerek beklediği an geldi. Çadır kapısı aralanarak Satı Kadın çıktı. Bütün obada başlayan canlanma kıpırdanışları arasında Deli Kurt ilerleyen ihtiyar kadının karşısında durdu. Satı Ana önce gözlerine inanamadı. Sonra şaşkınlıkla sordu :

– O da ne ? Murad , sen misin ?

– Benim ana ! Bir adım atarak analığının elini öptü ve onun Çakır’la Evren’i sormasını önlemek isteyen bir duygu ile yeni kurulmuş çadırları göstererek :

– Çoluk çocuk hep buraya taşındık. Bir kaç güne kadar da bir torunun daha olacak…

Deli Kurt , en uzun konuşmasını yapmıştı , sustu. Satı Ana çadırlara bakıyordu, Kendisininkine en yakın olanını göstererek sordu :

– Bunda kim var ?

– Kızlar.

– Şunda ?

– O , hatunla benim çadırım.

Satı Ana ciddileşmişti. Küçük çadırı gösterdi :

– Ya bu kimin ?

– Topuz Ahmed’in … Benim uşak…

Kadın , gözlerini Deli Kurt’un gözlerine dikti. Şehit oldular !

Kadın birkaç an , söylenenin manasını anlamamış gibi Murad’a baktı. Sonra gözlerinden buruşuk yüzüne iki damla yaş inerken :

– Allah devlete , millete zeval vermesin. Kaç kere şehit anasıyım , dedi. Gözlerinde çoğalan ve iyi görmesine engel olan yaşları eliyle sildikten sonra sözlerini tamamladı :

– Öz oğlumla süt oğlum şehit olduysa Allah , ahiret oğluma ömür versin.

Bunu söyleyerek Deli Kurt’u bağrına bastı ve hıçkırdı.

Satı Ana , Melek Hatun’a çok iyi bakıyordu. Türkmenlerin binlerce yıllık tecrübelerine dayanarak ‘Gürbüz bir oğlan doğuracak’ diyordu.

Deli Kurt , gariplik içindeydi. Gökçen’in dönmesine daha epey zaman vardı. Oba beğini ziyaret ederek oğlunun şehit olduğunu bildirip baş sağlığı dilemiş , sonra kendisine ait işlerle uğraşmaya başlamıştı.

Kendisine ait işler , hatunun rahatını sağlamakla Çakır’dan kendisine kalan eşyayı düzene koymaktı. İki deri torbanın içinde olan bu eşyayı Topuz Ahmed’in çadırına yerleştirmişti. Bunlar eskimiş olmalarına rağmen , gayet güzel ve sağlam sipahi torbalarıydı. Deli Kurt , kendisininkileri İzledi Geçidi savaşında kaybettiği için Çakır’dan kalan bu hatıraları kendisi kullanacaktı.

Topuz Ahmed’i , su getirmesi için Gökçen Pınarı’na yolladıktan sonra  onun çadırına girdi ve torbalardan birini açarak içindekileri önüne döktü. Küçük bir deri kesenin içinde iki tane tahta kaşık , başka bir kesede temizleme işlerinde kullanılan kil , birkaç çevre , yeni bir börk , bir de yadigar olduğu anlaşılan Bursa işi bıçak vardı. İkinci torbada da buna benzer şeyler çıkmıştı. Fazla olarak bir divit takımı ile birkaç parça kağıt duruyordu. Çakır , bölükbaşı olduğu için bazı kayıtlar tutmak mecburiyetinde olduğundan , divit takımı ile kağıtları almış olacak diye düşündü. Fakat kağıtlardan bazılarının katlanmış ve yazılı olduğunu görerek ilgilendi.

Bunlardan üç tanesi Çakır’a yazılmış mektuplardı ve ikisinin altında ‘İsa’ imzası vardı. Deli Kurt yıpranmış ve solmuş olmalarından eskiliğine hükmettiği mektupları , Çakır’ın niçin saklamış olacağını kendi kendisine sorarak bir tanesini okudu :

Çakır Ağa !

Allah cümlemizi yanlış işten ve yazık işlemekten korusun. Doğacak çocuğum erkek olursa karındaşlarım onu sağ bırakmaz. İşler senin sadakat ve ehliyetine kalmıştır. Bütün akça Hasan Çelebi’dedir. Hatunun sağlıkla ulaştığını bildir. Sağ ve esen ol. Bizi duadan unutma.

İSA

İçinde bir takım büyük ve tehlikeli işlerden imalar bulunmasına rağmen ‘Hasan Çelebi’ adı olmasaydı , Deli Kurt , bu mektupla ilgilenmeyecekti. Fakat Çakır’la İstanbul’a gizlice giderek görüştüğü Hasan Çelebi’yi ve bunun babandan kalma paradır diye verdiği bol akçayı hatırlayınca şöyle bir düşündü. ‘Doğacak çocuğum erkek olursa karındaşlarım onu sağ bırakmaz’ ne demekti ?

Bu soruya cevap veremeyince ikinci mektubu okudu :

Çakır Ağa !

Bala Hatun’un haberini alıp sevindim. Bizim işimiz güçleşmekte ve ölüm meleği her an başımız üstünde dolaşmaktadır. Hatun emniyette olduktan sonra bunu tasa saymam. Allah kullarını birer şekilde yargılar. Duam seninledir , bilmiş ol .

İSA

Tehlike içinde olan ve Çakır’a mektup yazan bu İsa kimdi ? Bala Hatun herhalde onun evdeşi olacaktı. Çakır’ın İsa adlı birisinden bahsettiğini hatırlamıyordu. Mektupları kemerindeki keseye yerleştirerek torbaları yeniden doldurup çadırdaki yerine koydu ve çıktı.

Melek Hatun’un doğum sancıları başlamıştı. Satı Ana , obanın terübeli ebe kadınını getirmiş , hazırlıklara başlamıştı. Kızları arada bir öteye beriye koşturup bazı şeyler getiriyordu.

Deli Kurt , Satı Ana’nın büyük çadırında sabırsızlıkla gezinip duruyor , kadının her gelişinde verdiği ‘Göreceksin , oğlan olacak’ müjdesinin gerçekleşmesi için dua ediyordu.

Bu ağrıların yarım gün kadar sürebileceğini biliyor , fakat telaş etmez gözükmesine rağmen sabırsızlanıyordu. Satı Ana için çok ağır sayılacak torbayı indirdi ve bağını çözdü.

– İçinde , bir kutu olacak , onu bana ver.

Deli Kurt , bir kutu için fazla büyüklükte olan süslü bir nesneyi çıkararak uzattı. Satı Kadın gülümsedi :

– Aman be oğul ! Senden kutu istedim , kutu… Sandık değil… Oğlan babası olacağım diye kutu , sandık seçemez oldun , dedi.

Deli Kurt , torbaya göz atınca kutuyu görüp çıkardı. Satı Kadın söylenmekte devam ediyordu :

– Ha , şöyle … Kutu sandığın o sandığı da al. Acaba bunamış mıydı ? Neler söylüyordu ? Şaşkınlıkla :

– Anamın sandığı mı ? diyebildi.

– Ananın sandığı ya … Sevincinden ananı da mı unuttun ?

Bunu söyleyerek elinde kutu olduğu halde çadırdan çıktı. Deli Kurt apışıp kalmıştı. Bu kadın gerçekten bunamış mıydı ?

Satı Kadın , yaşı icabı birçok şeyleri unutmaya başlamıştı. Bu arada Deli Kurt’tan Bala Hatun’un oğlu olduğunu gizlemek lüzumunu unutmuş , yıllarca sakladığı küçük sandığı kendisine verivermişti. Bu , büyükçe bir kutu kadardı. Bir ipekli kumaş kesesinin içinde saçlar vardı. Çocuk saçları olacaktı. Başka bir kesede bir nazarlık gözüne çarptı. Sonra elmaslı bir altın yüzük ve gümüşten yapılmış küçük bir kaplumbağa…

Hayretler içerisinde sandığı karıştırıyordu ! Bunlar neydi. Bala Hatun’un sandığı… Bala Hatun’un kendi anası olduğunu söylüyordu. O güne kadar anasını ‘Ayşe’ diye belletmişti.

Biraz daha karıştırınca eline bükülü kağıtlar geçti. Yine imzalı mektuplar… Tıpkı öteki mektupların yazısına benziyordu. Çakır’ın torbasında bulduğu mektupları kemerinden çıkarıp açtı. Bu şimdikilerle yan yana yere dizdi. Aynı İsa yazmıştı. Okudu :

Canın aziz Bala Hatun’um ,

Emniyette olduğunu öğrenip Hakka hamdettim. Seni , gövdendeki canla birlikte Allah’a havale kıldım. Oğlum doğarsa adını Murad koy. Kosova’da şehit olan dedemi bütün hanedanımdan kutlu sayarım. Duam üzerinedir. Sen de beni duadan unutma.

İSA

Deli Kurt’un beyni bir anda allak bullak oldu. Bunlar ne demekti ? Anası Bala Hatun olunca , bu İsa’nın da babası olması gerekiyordu. Öyleyse ana , baba diye kendisine bellettikleri Ayşe ile Osman neci oluyordu ? Bu Satı Kadın ‘Anan Bala Hatun’ derken büsbütün uydurmuş muydu ? Babası İsa olunca onun ‘Kosova’da şehit olan dedem’ dediği Murad kim olabilirdi ? Kosova’da şehit olan Murad… Aman Yarabbi ! … Deli Kurt , dünya başına yıkılmışcasına bir şaşkınlık geçirdikten sonra mektubu tekrar okudu. Osmanlı Elinde bir tek hanedan vardı : Osmanlı Hanedanı … Artık hiç bir şüpheye yer kalmamıştı ki , bu mektubu yazan İsa , Kosova’da şehit olan Murad Beğ’in torunu yani Yıldırım Beyazıt’ın oğlu olan İsa Beğ’di. Bu İsa Beğ de kendi babasıydı …

Deli Kurt , yeniden ‘Aman Yarabbi !’ diyerek ayağa fırladı ve birden bire gözlerinden bir perde açıldı. Hatıralar yıldırım hızıyla beyninden geçerken vaktiyle mana veremediği küçük şeyleri kavramaya başladı. Demek ki , bunları istemeyerek ağzından kaçırmıştı. Torlak Kemal ile yapılan savaştan sonra o zaman şehzade olan şimdiki padişah İkinci Murad Beğ , Deli Kurt’u huzuruna çağırdığı zaman Çakır’ın gösterdiği telaş ve titizliği hatırlıyordu. Ya o Hasan Çelebi kimdi ? Kendisine verilen para ancak bir şehzadenin parası olabilirdi. O kadar çoktu. Ya her şeyi bile Esen Börü’nün kendisine ‘yüce bir soydansın’ demesi …

Evet , gözlerinden bir perde kalkmış , aydınlığa çıkmıştı. Saçtığı ışıkla o kadar muhteşem bir gerçeği aydınlatıyordu ki , korkmamaya imkan yoktu. Demek ki , kendisi bir Osmanlı şehzadesiydi. Yani her an Azrail’in kılıcı altında yaşayan birisi. Buna sevinmek mi , yerinmek mi gerektiğini anlamadan Satı Ana içeri girdi. Gülüyordu :

– Müjdeler oğul ! dedi. Gürbüz bir oğlun oldu. Adını ne koyalım ?

Deli Kurt gürler gibi cevap verdi :

– İsa olsun !

Satı Kadın’ın gülümsemesi dudaklarında donup kaldı. Gözleri yerdeki sandığa ve onun dağılan eşyasına ilişti. Her şeyi anlamıştı. Fakat artık yaptığı yanlışı düzeltmeye imkan yoktu. Bu sandıkta bir iki mektubun saklı olduğunu , o mektuplarda Deli Kurt’un bilmemesi gerekli sırlar bulunduğunu biliyordu ama artık olan olmuştu. Buna rağmen itirazdan geri kalmadı :

– Koyacak başka ad bulamadın mı ?

Deli Kurt sarhoş gibiydi. Umursamaz bir genişlik içinde gülerek cevap verdi :

– Canım nine ! Mehmed yahut Musa , Süleyman yahut Mustafa veya Ertuğrul da olabilirdi ama hepsi bir kapıya çıkar …

UNUTULMAZ AYRILIK

Deli Kurt , bitkinliği bir türlü geçmeyen evdeşini , doğumun onuncu gününde , Yassı Tepe’nin eteğindeki şifalı suya götürdü. Topuz Ahmed’i , tepeye gözcü koyduktan sonra kuyudan çektiği sıcak suyu taş oluğa doldurdu , analarını ve küçük kardeşlerini suya sokup yıkadıktan sonra kurulayarak ağacın altına getirmelerini kızlara söyleyerek kendisi ağacın yanına döndü.

Üç kız kardeş , kendilerine verilen işi kusursuz yaptılar. Melek Hatun ferahlamış ve açılmış olduğu halde , ağacın dibindeki keçeye uzandı ve akşama kadar orada kaldığı müddetle Satı Ana’nın ayranını içip , yemeklerini yiyerek İsa’yı emzirdi.

Bu ziyaretleri üst üste yapmaya başladılar. Topladı , güçlendi , yüzü pembeleşti. İsa’ya gelince , o zavallı , dünyadan habersiz , anasının gürleşen sütünü emiyor , bol bol uyuyor , biraz ablalarının kucağında geziyor ve büyüyordu.

Deli Kurt , birkaç defa oğlunu kucağına almış , fakat onun masum bakışları karşısında büyük bir teesür duyarak bırakmıştı. Bu üzüntü nerden geliyordu ? Onu pek kurcalamak istemiyor , fakat ‘bu çocuk talihsiz olacak’ diye içinden gelen bir ses yüreğini parçalıyordu. Bir insanın kim olduğunu söyleyememesi gerçek bir talihsizlikti. Kendisi de talihsiz doğmuştu ama bugüne kadar şerefli bir sipahi olarak yaşamıştı. Sipahi olmak az şey değildi. Fakat babası , anasını yanlış bir isimle bellemeye mecbur olmak kötü idi.

Deli Kurt , bir de Gökçen’i düşünüyordu. Onu sevmek de hem büyük bir bahtiyarlık , hem de kutsuzluktu. Evli ve dört çocuk babası olmasa işin kutsuzluk yönü olmayacaktı. Fakat bölükbaşı da olsa iki evli bir sipahi görülmüş , işitilmiş nesne değildi. ‘Şehzadece bir iş olacak’ dedi.

Şimdi , Yassı Tepe’nin arkasındaki düzlükte , Gökçen’in dayandığı ağacın altına oturarak gün öldürmeyi huy edinmişti. Gökçen’in çizdiği ok resimlerine uzun uzun bakıyor , gece olunca kaval çalıyordu.

Bir akşam yine hüzünlü bakışlarıyla ufku süzerek karanlığın çökmesini bekledikten ve kavalını çalmaya başladıktan sonra birisinin kendisine seslendiğini duyarak kavalı kesti , başını çevirdi. ‘Murad Ağa’ diye bağıran bir adam aksaya aksaya yaklaşıyordu. İlyas’ın cevabı pek hoştu :

– Dünyada kaç İlyas var ağa ! Piç İlyas !

Deli Kurt , büyük kederi arasında gülümsedi :

– Kaybolmuştun. Şimdi nereden çıktın ?

İlyas yaklaşmıştı. Elindeki iri testiyi yere koyarak cevap verdi :

– Testi boşalmıştı da , doldurmaya gittim.

– Testini neden buraya getirdin ?

– Testimi buraya getirmedim. Onu yukarıda bıraktım.

– Ya bu ne ?

– Onu da sana getirdim ağam.

Deli Kurt , kızar gibi oldu :

– Bre ! Senden şarap isteyen mi oldu ?

Piç İlyas , buna gayet tuhaf fakat yıldırım tesiri yapan bir karşılıkta bulundu :

– Padişah Murad Beğ tahtını bırakıp çekildi de…

Deli Kurt , heyecanlandı :

– Ne dedin ? Murad Beğ çekildi mi ?

– Evet ağam. Efalk’ı Macar aldı. Sırbistan Sırp beğine verildi. Murad Beğ Macar’a tutsak düşen damadı Mahmud Çelebi’yi kurtarmak için yetmiş bin altın ödedi. Sonra da tahtını bırakarak Manisa’ya çekildi.

– Ya yerine kim geçti ?

– Oğlu Mehmet Beğ …

– O daha çocuk be !…

Deli Kurt , bunu istemeyerek söylemişti. İlyas bile yine sarhoş olduğu halde bu sözün manasızlığını anlamıştı :

– Çocuk ama beğ oğlu . Osmanlı tahtına Piç İlyas’ı geçirecek değiller ya …

Deli Kurt güldü :

– Doğru söylüyorsun İlyas. Yarın çadıra uğrayıp akçanı al. Ama bir daha da buraya , bu ağacın altına geleyim deme …

İlyas , eliyle göğsüne vurdu :

– İlyas yok mu , Piç İlyas ? Yaşasın Piç İlyas !… Piç İlyas bir daha buraya gelirse bacakları kırılsın… Kafası kopsun … Şarapsız kalsın  …

Sonra yuvarlanır gibi bir hareketle uzaklaştı ve gözleriyle onu takip eden Deli Kurt :

– Murad Beğ çekildi ha ! … Demek dünya yükü ona da ağır gelmeye başladı , diye söylendi.

Günler geçip gidiyordu. Satı Ana’nın buyruğunda her şey öyle bir düzeninde gidiyordu ki , Deli Kurt’a Yassı Tepe’de kaval çalmaktan başka bir iş kalmıyordu.

Bir akşam yine kavalını alıp gelmiş , Gökçen’in ağacına yaslanarak günün iyice kararmasını beklemiş , sonra kavala el atmıştı. Gökçen gibi ta uzaklara duyuracak kadar çalamıyordu ama yine de usta bir kavalcı olduğunu belli ediyordu. Bu ezgiler gönlünden geliyor , çalarken aklına gelen babası İsa Beğ , anası Bala Hatun, Çakır ve Evren için bir şeyler söylüyor , sonra bunların hepsini unutturan Gökçen’i düşünerek üflüyor , üflüyordu.

Kaval çalarken gözleri yıldızlara değince onların parlaklığı , aklına hemen Gökçen’in ışıklı gözlerini getiriyor , geceleyin öten bir kuşun sesindeki güzellik , Gökçen’in billur sesini düşündürüyordu. Kavalını yanına koyarak başını ağaca dayadı. Yorgunluk çıkarmak ister gibi gözlerini kapayarak öylece kaldı. Bu bir uyku değildi. Uyku ile uyanıklık arasında , insanlarda ara sıra görülem bir durumdu.

Birden kendisine ‘Sipahi !’ diye seslenişle ayıldı. Gözlerini açmamıştı :

– Sipahi ! Beni bekle !

Gökçen’in sesiydi. Ağacın arkasından geliyordu. Başını çevirdi. Kimsecikler yoktu. Bu sefer aynı ses önünden geldi :

– Sipahi ! Beni bekle !

O ürpertici , gönüllere işleyici sesti. Yüzünü döndürdü. Ses hafifliyordu :

– Mutlaka bekle !.. Mutlaka Bekle !… Mutlaka ….

Heyecanla ayağa kalktı. Gözleri şifalı suyun doğrultusunda idi. Orada bir çift yeşil ışık parlıyordu. Işıkları süzerken birden bire söndüklerini gördü. Sonra sağda , solda , yakında , uzakta birçok yeşil ışıklar parlayıp sönmeye başladılar.

Deli Kurt , içinde duyduğu ürperti ile geriye doğru bir adım attı ve ayağının altında bir çıtırtı duydu. Aynı ışığın altında ağaca baktı. Ağaca … Gökçen’in ağacına … Gözleri ağacın gövdesine , Gökçen’in kazmış olduğu ağaç resmiyle oklara kaydı. Hey ulu Tanrı ! Sarhoş muydu ? Yoksa düş mü görüyordu ? Biraz daha sokularak yakından baktı. Daha akşamleyin , Gökçen’in ilk yaptığı halde duran bütün ok resimleri kaybolmuş , yalnız ağacın resmi kalmıştı. Yanlış mı görüyorum diye elini sürerek yokladı. Yanlış görmüyordu. Ağacın gövdesinde yalnız ağaç resmi vardı. Ne yeşil ışıklar gözüküyor ne de ses işitiliyordu. Hızlı adımlarla obanın yolunu tuttu.

Üç gün sonra obaya gelen ulak umulmadık bir haber getirdi. Macar ve yandaşları barış andlaşmasını bozarak yeniden yürüyüşe başlamışlar , çouk padişah Mehmed Beğ de Manisa’da ki babasına yazarak gelip ordunun başına geçmesini bildirmişti. Murad Beğ Manisa’dan çıkmıştı. Bütün sancaklara hızlı ulankal göndemişti. Kendisi de bölük bölük , alay alay sipahileri toparlayarak yıldırım gibi bir çabuklukla Karası’ya geliyordu. Ertesi sabah erkenden oba halkından olan iki sipahi ve dört çebeliyi de alarak yola çıkacaktı. Akşamdan Satı Ana ile vedalaştı. Çadırında bazı hazırlıklar yaptı. Babasının mektuplarını anasının küçük sandığına yerleştirerek bunu evdeşine emanet etti. Kemerine yalnız anasından kalmış olan tek mektubu soktu. Titrek bir kadın yazısıyla yazılmış olan bu satırlat nedense Deli Kurt’a çok dokunuyordu. Sonra evdeşi ve kızlarıyla vedalaştı. Mini mini İsa’yı kucağına alarak biraz sevdi. Hala o hazin ve masum bakışlarla , Deli Kurt’u yaralıyan bakışlarla bakıyordu. Tek oğlunu öptü ‘İnşallah devlete , millete yarar kişi olursun’ dedi ve annesine verdi. Topuz Ahmed’e de veda etti. Atına atladı.

Obayı dolaşarak sipahilerle cebelilere ertesi sabah nerede buluşulacağını söyleyip Yassı Tepe’ye yöneldi.

Atını otlara bırakıp Gökçen’in ağacı dibine çöktü. Daldı kaldı. Sevdiği kızı görmeden savaşa gidecekti. Boru değil , Macar savaşına gidiyordu. Gitmeden önce bu kutlu yerde sabahlamak ne hoş olacaktı.

Burası hayatının en tatlı hatıralarıyla dolu bir yerdi. Gökçen onun hayatını burada kurtarmış , Gökçen’in dizinde burada yatmış , Gökçen’in gözlerini burada görmüştü. Yalnız onun sesini işitmek , yahut dizinde yatmak veya gözlerini görmek bir ömre değerdi. O , bu bahtiryarlıkların hepsini birden tatmıştı. Gökçen … Gökçen …

Bu yalnızca güzel bir kız değildi. İnsan üstü , olağan üstü bir kızdı. Yalnız bu kadar mı ya ? Bir pehlivan gibi güçlü , sipahi gibi binici , nişancı , vururcu , kırıcı idi. Ya o kavalı ?

Deli Kurt , yüreğinin hızla çarptığını duydu. Suna boyu ile süzülür gibi yürüyüşünü , billur gibi sesini , insanı delirten ışıklı gözlerini hatırladı. Gökçen’in gözleri … İçinden yeşil ışıklar saçılan , bakılamayan o korkunç güzellikteki gözleri…

Deli Kurt , hatıralarla kendinden geçmişti. Sonra bu hatıraların yanına yenileri katılmaya başladı. Aynı kandan , aynı soydan iki adaştan birini padişah Murad Beğ , birini Bölük başı Murda yapan cilveyi… Tanrı böyle yazmıştı. Ne denebilirdi ki !…

Bunları düşünürken birden bire yanı başında bir gölge gördü ve bir ses işitti :

– Sipahi !

Deli Kurt , toparlandı. Aman Yarabbi !…Hayalet değil , Gökçen’in ta kendisiydi. Yanı başına kadar sokulmuş , atının üstünden peçesiz ışıl ışıl gözleriyle kendisine bakıyordu.

– Geldin mi Gökçen ? diye seslendi. Bu , bir kavaldı. Deli Kurt ne diyeceğini şaşırdı. Kısa bir susma oldu. Sonra Gökçen’in billur sesi havayı titretti :

– Yarın yine savaşa gidiyordun , değil mi Sipahi ? Dört yıl seni bekledim. Geleceğini biliyordum. Sabaha kadar daha epey zaman var. Bu zamanı seninle dipdiri konuşarak geçirmem için şifalı suda yıkanmalıyım. Günlerdir at sırtında uyumadan geldim. Beklersin değil mi?

– Yıkan Gökçen… Suyunu ben çekerim ….

Deli Kurt , kuyuya doğru yürüdü ve oluğu doldurmaya başladı.

Gökçen , Deli Kurt’un yanına gerçekten dipdiri olarak gelmişti. Sonra niçin anasının yanına gittiğini anlattı. Deli Kurt onu hayretler içinde dinliyor ve yeşil ışıklı gözlerine dalarak kendinden geçiyordu. Bir aralık Gökçen’in :

– Yorgunsun , dinlen diyerek başını dizlerine yatırdığını farketti. Sonra tan atıncaya kadar çaldığı kavalını dinledi .

Ortalık aydınlanırken kalktı. Gökçen’in dizlerinden kalkmak üç yıllık tutsaklıktan bile güçtü. Fakat buyruk padişahtan geliyordu ve kendisi de tımarlı bir sipahi , bir bölükbaşıydı.

– Beni sen yaşattın Gökçen ! Üstümde büyük hakkın var. Vedalaştılar. Biraz uygunsuz düştü ama Deli Kurt , bu kadar sevdiği kıza sarılmaktan kendini alamadı. Gökçen de ona sarılmıştı. Öpüştüler.

Deli Kurt , dünya güzeli Gökçen’in dudaklarıyla kavrulmaktaki tadı , dirliği boyunca unutamazdı. Ölürken en son anacağı an da bu an olacaktı.
VARNA MEYDAN SAVAŞI

İkinci Murad Beğ günlerdir yolda idi. Her gün yeni katılanlarla büyüyen ordusunu Bursa’dan Gemlik’e getirmiş , oradan Kocaeli yarımadasına girerek Anadolu hisarı önüne gelmişti. Daha yolda iken Cenevizlilerle anlaşmıştı. Onlar da Hıristiyandı ama Tanrıları akça idi. Akçayı alınca gözleri döner, Hıristiyanlığı falan düşünmezlerdi. Hıristiyan ordusunu yok etmeye gelen şu Türk ordusunu sırf alacakları oaranın hatırı için Rumeli kıyısına geçireceklerdi.

Pazarlık yapılmıştı. Cenevizler her Türk askerini bir altına geçireceklerdi. Murad Beğ hazinesini dökmekten çekinmedi. Kırk bin altını vererek kırk bin askerini karşıya geçirdi.

Edirne’ye doğru hızlı bir yürüyüş başladı. Büyük bir sessizlik içinde yürünecek , sağa sola taşmalar olmayacaktı. Gece yürüyüşleri yapıyorlar , Hıristiyan ahali ile rastlaşmamaya dikkat ediyorlardı.

Güz başlamıştı. Fakat havalar çok güzel , çok düzende gidiyordu. Sözün kısası tam yürüyüş mevsimi ve savaş havasıydı.

Deli Kurt’un bölüğündeki sipahiler hep yeni ve genç erlerdi. En yaşlısı yirmi beşinde bulunuyordu. Deli Kurt kırk bir yaşı ile kendisini bunların arasında kocamış olarak görüyordu.

Zorlu düşmana gidiyorlardı ama bu savaşta kendisine ölüm yoktu. Gökçen yanılmazdı. Ah Gökçen…Gökçen….Adını anarken bir tuhaf oluyordu. O , insan değildi ki…Peri kızı idi. Peri kızından da üstün bir şeydi.

Deli Kurt , Gökçen’le dolu olduğu halde ordu ile Şıpka Geçidi’ni geçti. Gökçen’le dolu olduğu halde Tırnova’yı aştı. Gökçen’le dolu olduğu halde Niğbolu’ya vardı.

Buraya ikinci gelişiydi. Gökçen’in sesini çok uzaklardan Macar tutsaklığından kaçtığı zaman burada Türk toprağına basmıştı. Murad Beğ hızla arkalarına düştü. Onların yürüdüğünün iki misli yol alıyordu. Razgard ve Şumnu üzerinden aştılar.

9 Kasım 1944 akşamı Murad Beğ ordusu Varna önüne geldi. Düşman , birkaç saat önce gelmiş ve dört bin adım uzakta Türk karargahının kurulduğunu görünce dehşete düşmüştü.

Onlar Murad Beğ’i daha hala Anadolu’da sanıyorlardı.

Deli Kurt , o gece Karası Sancağı sipahilerini dolaşarak padişahın ertesi günkü savaş için olan buyruklarını bildirdi. Atlar bile kişnemiyordu. Nöbetçilerden başka herkes bir yere çökmüş , kimi uyukluyor , kimi göğe bakıyor , kimisi de okuyordu.

Deli Kurt da okuyanlar arasında idi. İsli bir çıranın ışığı altında Yasin okuyordu.

Düşman ordugahı ise ışıklar arasında idi ve gürültüler geliyordu. Ertesi günü burada bir hesaplaşma olacaktı.

Gece bitti, Güneş doğdu. İki ordu , ters cephe ile vuruşacaktı. Çünkü Türkler , daha sonra gelmişler ve düşmanın kuzeyinde yer tutmuşlardı. Türk ordusunun sağ kanadına Turahan Beğ kumanda ediyordu. Bunun buyruğunda Rumeli sipahileri vardı. Sol kanadına Karaca Paşa kumanda ediyordu. Bunun buyruğunda da Anadolu sipahileriyle akıncılar ve azaplar bulunuyordu. Akıncılarla azaplar sol kanadın sol ucunda idiler. Başbuğ olan İkinci Öurad Beğ ise kapıkulu askeriyle geride duruyordu.

Savaş , Murad Beğ’in buyruğu ile başladı. Azaplarla akıncılar düşmanın sağ kanadına , onu çevirecek şekilde yaklaştılar. O zaman sol kanadın kumandanı olan Karaca Paşa , buyruğundaki bütün Anadolu sipahilerini taaruza kaldırdı.

Deli Kurt , bölüğüne saldırış buyruğunu vermişti. Kısa bir zamanda düşmanla göğüs göğüse geldiler. Kendisi ve bütün Anadolu sipahileri zorlu Macarlarla karşılaşacaklarını sandıkları halde önlerinde Hırvatları bulmuşlardı. Hırvatlar , Macarlardan daha iri ve boylu idiler , ama onlar gibi sert asker değildiler…

Deli Kurt , bölüğü ile birlikte Hırvatların içine daldı. Kılıcı kalkıp iniyor , her inişte bir Hırvat’ı yere indiriyordu. Bölüğü de öyle idi. O genç çeriler de büyük bir istekle vuruşuyorlar , iri Hırvatları dağıtıp şaşkına çeviriyorlardı.

Kendisini bir aralık bir tümsekte bulan Deli Kurt , sağ kanada çabuk bir bakış fırlattı. Rumeli sipahileri de düşmanla kılıç kılıca idiler. Yer gök kılıç şakırtısından ve savaş haykırışından inliyordu.

Hırvatları bataklığa doğru sürüyorlardı. Boşuna çabaladılar. Kısa bir zaman sonra canlı Hırvat kalmamıştı.

İşte o zaman Anadolu tımarlarının özlediği iş oldu. Yanko Hunyad zırhlı Macarların ardına Boşnakları da takarak Karaca Paşa’nın Sipahilerine yandan saldırdı. Bu saldırış gerçekten yaman ve korkunç bir saldırıştı. Çünkü hem yandan yapılıyor hem Macarlar tarafından yapılıyor , hem de bunu Ynako Hunyad idare ediyordu.

Deli Kurt ve bölükdaşları toplu bir halde idiler. Sancak beğinin de yanında bulunuyorlardı. Bu , biraz önceki yalnız Hırvatları kırmakla geçen savaşa benzemiyordu. Bir yandan Macarları deviriyorlar bir yandan da kendileri düşüyorlardı. Sancak beğinin , gerideki Yeniçerilerin soluna doğru çekilme buyruğunu verdiğini işittiler.

Deli Kurt çekilmelerden hoşlanmazdı. Yarısı şehit olmuş bulunan bölüğünü kendi çevresinde toplamıştı. Yüzleri Macara dönük olduğu halde çekilecekler , düşmana sırt göstermeyeceklerdi.

Fakat zırhlı Macarların saldırışı , safları parçalayacak bir şekilde yapılıyor , bunu önlemek için yalnız bölükbaşılar değil alay beğleri , sancak beğleri bile ön safhada vuruşuyorlardı. Macarlar onu sancağından ve kılıcından tanımışlardı. Üstüne doğru geliyorlardı. Deli Kurt , beğler beğinin yanındaki çerilerin birer birer düştüğünü gördü. Gözleri bir anda kendi sipahilerinden ikisini görerek bağırdı :

– Bre Dursun !.. Bre Mustafa !… Beğlerbeğini yalnız bırakmayalım ! ?

Karaca Paşa’ya doğru at sürdüler. Deli Kurt , ilk vuruşunu yaptı. Tam bir sipahi vuruşuydu. Zırhlı olduğu halde Macar atlısı devrildi. Arkasından bir vuruş daha yapıp bir Macarın kılıcını düşürdü. Dördüncü vuruş kendisine savrulan bir kılıcı çeldi. Bu Macarla at üstünde kılıçlaştılar. Dursun’un bir dürtüşü onu da devirdi. Fakat bu sırada arkadan yeni gelen Macar atlılarının çarpışı Deli Kurt’u iki sipahisinden ayrıldı ve o bir kaç düşmanla sarılmış olduğu halde dövüşen , kendini korumaya çalışan Karaca Paşa ile yalnız kaldı. Paşa haykırdı :

– Davran bre bölükbaşı !…

Karaca Paşa’ya bir kaç kılıç değimişti. Zırhları kendisini kurtarıyordu. Devirdi de… Fakat başka bir Macarın kılıcı da paşayı tulgasız bıraktı. Şimdi o , düşmanları için daha kolay bir vadı. Buna rağmen paşanın yanına gelebildi.

Anadolu tımarlıları vuruşa vuruşa ve kırıla kırıla , yeniçerilerin soluna doğru çekiliyordu. Fakat Beğlerbeği Karaca Paşa ile Bölikbaşı Deli Kurt , çekilen sipahilerin yerini bir deniz gibi bürüyen Macar dalgaları ortasında küçük kız ada gibi kalmışlardı. Umutsuzca çarpışıyorlardı.

Bu ana baba gününde Deli Kurt , kendisi için ölümü aklına bile getirmiyordu. Gökçen yanılmazdı. Bütün kaygısı beğlerbeğini kurtarmaktı. Karaca Paşa , uzun kargısı ile dürtüşler yapıyor, Macarları yaklaştırmamaya uğraşıyordu. Gerileyen Türk saflarıyla aralarından yirmi adım ya var , ya yoktu. Bunu bir aşabilseler… Fakat Macar bırakmıyor , saldırış üstüne saldırış yapıyordu.

Deli Kurt , tulgası düşmüş olduğu için sol eliyle kalkanını kullanarak başını koruyordu. Üst üste savrulan kılıçları tutmak için kalkanını kaldırıyor , fakat o zaman , kısa bir an için olsa da önünü göremiyor , atını kendi haline bırakıyordu.

Yine , başını korumak için kalkanı ile siper aldığı bir sırada atının tökezlediğini hissetti , hemen arkasından da kendisini yerde buldu. Ödeşmişlerdi. Fakat aynı anda Karaca Paşa’nın da atı yıkılmış , beğlerbeği yere kapaklanmıştı.

Deli Kurt , birkaç Macarın birden Karaca Paşa’ya kılıç üşürüdklerini görerek seğirtti , kılıcını savurup kendine yol açarak yanına vardı. Ölüm dirim anı idi. Beğlerbeği kalkmak için davrandı. Fakat başına yediği bir kılıçla yine kapaklandı. Deli Kurt , vuran Macarı görmüştü. Eğilerek kılıcını at ayağı hizasında savurdu ve Macarın atı devrilirken sol elindeki kalkanını atarak Karaca Paşa’yı omuzundan kavrayıp kaldırdı. Kargısını sımsıkı tutuyordu. En yakın Macar’a sert bir dürtüş yapmaktan geri kalmadı. Çevrildikleri zaman bütün çerilerin yaptıkları gibi Deli Kurt da Karaca Paşa ile sırt sırta vermişti. İyice yorulmuş kolu ile kılıç savurarak kimseyi yaklaştımamaya uğraşıyordu. Birden beğlerbeğinin sesini duydu :

– Benim işim bitti bölükbaşı… Kendini kurtarmaya bak !…

Deli Kurt , o can pazarı kargaşalığında kısacık bir an için başını geriye çevirecek zaman bulmuş ve alnına kılıç yiyen Karaca Paşa’nın sırtüstü yere düştüğünü görmüştü. Bir Macar kargısının da örme zırhını delerek paşanın göğsüne saplandığını gördü. Arkasından beğlerbeğinin ‘Allaaah’ diyen sesini işitti. Karaca Paşa şehit olmuştu.

O zaman Deli Kurt , artık yapılacak başka bir iş kalmadığı için Türk saflarına katılmak üzere yalın kılıç ileri atıldı. Deliliği tutmuş olduğu için Macarlar onu durduramıyorlardı. Tulgasız ve kalkansız olduğu halde öyle vuruşlar yapıyordu kş , bir adamı biçiyor , yahut bir atı yarıya kadar biçerek yere seniyordu. Fakat düşmandan sıyrılmış ve Sipahi saflarına katılmıştı.

Anadolu sipahileri büyük kayıp verdikleri halde düzgün bir çekilişle yeniçerilerin soluna gelmişler ve saf bağlamayı başarmışlar , fakat beğlerbeğini şehit vermişlerdi.

Bu düzgün safları görünce Macarlar durdular ve kendilerine bir çeki düzen vermek için gerilediler.

Deli Kurt , sağına baktı. Rumeli sipahileri de yeniçerilerin sağına doğru çekiliyordu.

Murad Beğ , planının ilk kısmını başarı ile tatbik etmişti. Evvelce kendisini yenmiş olan Yanko Kunyad’ın nasıl bir kumandan olduğunu biliyor , Macarların askerliğini iyi tanıyordu. Bu ilk çatışmada düşman daha çok kayıp vererek sayı üstünlüğünü kaçırmış , buna karşılık biraz ilerlemişti. Fakat şu da vardı ki , o bütün kuvvetini savaşa sokmuş olduğu halde kendisini kapı kulu askerleri daha çarpışmaya katılmamışlardı.

Yanko burada aldandı. Püskürtüp geriye attığı sipahilerle azap ve akıncıları yenilmiş ve ezilmiş sanarak ortadaki Kapıkulu askerine yüklendi.

Deli Kurt , yeniçerilerle kapıkulu sipahilerinin düşmana ok serptikten sonra geri çekildiklerini gördü. Düşman , çekilen ortadan ilerleyecek , böylece sağ ve sol kanatlar onun gerisinde kalacak , bu sırada ilerleyecek olan sağ ve sol kanatlar düşmanı çember içine almış olacaktı.

Macarlar , yeniçerileri sürerek Türk karargahına doğru ilerlerken , sağ ve sol kanatlardan hücum boruları öttü ve düşmanın bitmiş sandığı sipahilerle azaplar ve akıncılar düşman ordusunu kuşatacak şekilde ileri atıldı.

Akşam oluyordu. Macar ordusu çevrilmişti. Fakat Macar atlıları da Murad Beğ’in karargahının önüne kadar gelmişti. Savaşın en korkunç boğuşması burada yapılıyordu. Artık tımarlı , akıncı , azap , yeniçeri birbirine karışmış , son güçleriyle savaşı bitirmeye uğraşıyorlardı.

Deli Kurt , uzun zamandır birkaç azapla birlikte padişahın on adım ilerisinde düşmanla vuruşuyorlardı. Yanında bir iki yeniçeri ile Sekbanbaşı Yazıcı Doğan vardı. Kimi atlı , kimi yaya olan Macarlarla çala kılıç savaşıyorlardı. Kılıçlar çentiliyor  kalkanlar parçalanıyor , tulgalar kırılıyor ve savaşçıların soluması bütün sesleri bastırıyordu.

Macar kralı , yanında birkaç beğ olduğu halde padişaha doğru ilerliyor , Osmanlı askerleri onları durdurmak için canlarını düşlerine takıyorlardı. Murad Beğ bunu görüyor , kılıcını çekmiş olduğu halde soğuk kanlılıkla yerinde duruyor ve her taraftaki durumu görerek ona göre buyruklarını veriyordu. Yanında Azap Beğ vardı.

Birden zırhlı bir Macarın , iki eliyle kaldırdığı büyük kılıcını korkunç bir indirişle indirdiği görüldü. Sekbanbaşı Yazıcı Doğan bu kılıçla yere serilmiş , Deli Kurt da kılıcını , karnına doğru Macarın atına batırmıştı. Fakat arkadan Macar kralı Ladislas geliyordu. Eğer o sırada bir azap eri vuruşu çelmeseydi , Deli Kurt sağ kalmayacaktı. Rüstem adındaki bu azap , kralın hücumunu savdıktan sonra atının ayaklarına doğru bir savuruş yaptı. At kapaklanmış , kral yere düşmüştü. Deli Kurt , ayağa kalkan kralla karşı karşıay idi. O sırada herkes bir başkasıyla uğraşmakta olduğundan , bu ikisinden birine yardıma gelen kimse yoktu. İki savaşçı kılıçlarını çarpıştırdılar. Sonra havada hızla dönen kılıçlar görüldü ve ötekilerine benzemeyen bir ses işitildi. Gür bir sesle bağırdı :

– Bre Murad ! Vuruştuğun yetişir. Artık savaşı kazandık. Buraya gel !…

Deli Kurt , padişahın sesini işitince kendine gelmiş ve Murad Beğ’e doğru yürümüştü. Kılıcını sol eline aldı. Sağ eliyle bağrına basıp baş eğerek Padişahı selamladı. Padişah gülümseyerek eliyle bir şey gösteriyor ve :

– Artık düşman dayanamaz , diyordu. Deli Kurt , Murad Beğ’in gösterdiği yere baktı. Koca Hızır adında yaşlı bir yeniçeri , kralın başını keserek kargıya takmış ve havaya kaldırmıştı.

Gün batarken Macar ordusu yok edilmişti. Deli Kurt , Gökçen’in verdiği emi yaralarına sürdükten sonra kalanını da bölükdaşları için kullandı. Yarası olmayan yok gibiydi. Sonra bulunduğu yerde derin bir uykuya daldı. O kadar yorgundu ki ne yaralarının acısı , ne gecenin soğuğu bu uykuya engel olamadı.
YOLLARIN SONU

Deli Kurt , yaralar , bereler içinde tek başına Karası’ya dönüyordu. 10 Kasım 1444’te Macarlarla yandaşlarını yenmişler , ertesi sabahta krallarının öldüğünü ve kumandanları Yanko’nun kaçtığını bilmeyerek yük arabaları arkasında bekleyen Macar birliklerine saldırarak yok etmişlerdi. Çok şehit verilmiş , fakat büyük bir zafer kazanılmıştı, İzledi’nin öcü alınmıştı.

Savaştan sonra Murad beğ , yanında Azap Beğ ve Deli Kurt olduğu halde alanını geziyordu. Yığın yığın şehitler , yığın yığın Macar ölüleri gözün alabildiğine uzanıyordu. Acı duymamak kabil değildi.

Birden Murad Beğ durdu. Macar ölülerini göstererek :

– Şunlara bak Azap Beğ , dedi. Azap Beğ tarihin unutamayacagı cevabı verdi : – İçlerinde bir tane ak sakallı bulunsaydı bu halde düşmezledi ! Aralarında bir tane yaşlı , ak sakallı kişi yok.
Sonra Çılgın Kurt’a dönerek :

– Bölükbaşı , dedi. Bugün nasıl vuruştuğunu baktım. Devletin ekmeği sana helal olsun. Seni alay beğliğine yükseltiyorum. Kendi atlarımdan da iki tanesini sana vereceğim. Başak bir dileğin var mı ?

Çılgın Kurt’un gözleri parladı , çehreyi kızardı. Elini göğsüne basıp başını indirdikten sonra :

– Dileğim sıhhatindir padişahım ! Beni hemen yurduma salarsan yetişir , dedi.

İşte şimdi padişahın izniyle , orduyu beklemeden köyüne , tımarına , çoluk çocuğuna , Gökçen’e dönüyordu.
O kadar doluydu ki , arada bir kendisinin kim olduğunu dahi unutuyordu. Tımarlı Murad diye yaşarken bir de Osmanoğlu İsa Beğ’in oğlu olma , başka bir deyişle Osmanlı şehzadesi olmak , onu sanki iki kişilikli bir insan vaziyetine sokmuştu. Gökçen tam varlığını doldurmasa , oan her şeyi unutturmasa o zaman , saklı bi Osmanlı şehzadesi olmanınm ne belalı nesne olduğunu düşünebilecekti. Fakat bir tek düşünceden başka her endişeden o kadar sıyrılmıştı ki , riskler içinde yüzdüğünü kavra.

Dört nala gitmek istiyor , fakat yolların balçığı atların süratini kesiyordu.
Her zaman kendisini Gökçen’e kavuşturmak için kısalan yollar bu sefer neden değişmişti. Birde ‘Ya Gökçen’i bulamazsam’ diye düşündü ve bu düşünce ile içi olmadık biçimde sızladı.

Yollar bitmiyor , sonunda Gökçen olan yollar kendisine oyun ediyordu.

Atını mahmuzladı. Boşuna … İki karışlık balçıkta at nasıl gidebilirdi ?

Çılgın Kurt , artık çevresiyle tam alakasını kaybetmişti. Sırtında gocuğu olduğu halde ıslandığının farkında değildi.
Hatta köyüne varmadan evvelki son konakta , bir handa gecelerken bir kaç yolcunun kendisine bakarak saklıca birşeyler konuştuğunu da bak.

Gözünde alay beğiliği , şehzadelik yoktu. Hatta Melek Hatun’la kızlarını , hatta minik İsa’yi dahi düşünmüyordu. Gözünde ancak Gökçen vardı. Deli bir secgiye yakalanmış olduğunu kavrıyordu. Gökçen … Büyücü dünya hoşu Gökçen … İnsan üstü, peri kızı Gökçen … Sonra onun kavalı … Hele kristal sesi … Hele gözleri… Yeşil ışıklar saçan gözleri…

Çılgın Kurt , bitmeyecek gibi uzayan geceyi büyük bir kasvet  içinde geçirdi.
Erkenden yola düştüğü zaman yağmurun da , balçığın da vahim bir hal aldığını baktı ve sıkıldığını duydu.

Çılgın Kurt yağmusuz balçıksız havada yarım günde basitlikle alabileceği yolu tam bir günde eforlukla tamamlayarak akşam basarken köyüne vardı. Yağmurdan olacak , görünürde kimseler yoktu. İçinde bir esrarengizlik dinleyerek atını sıçradı. Kapıyı bir yere çarptı.

Her zaman kapıyı Zeynep açar  , Melek Hatun da onun ardında durarak trajik tebessümüşüyle kendisine bakardı.
Zira içerden kapıya yaklaşanın yürüyüşü Zeyneb’in çevik yürüyüşü değildi. Bu ağır , vurdumduymaz bir yürüyüştü. Çılgın Kurt , bir önsezi ile bu işten sev ve kapıyı kimin kalemtıraşını merak ve sabırsızlıkla bekledi. Yolların bir trülü bitmeyişi gibi atların bir cinsli yürüyememesi gibi kapıya yaklaşan da bir cinsli tokmağa el atamıyordu. Nihayet gelebildi. Kapıyı ağır ağır açtı ve Çılgın Kurt , karşısında onu bakınca beyninden bir yerinizi incitilmişe döndü.
Bu da ne demekti ? Bu pis gavur bozuntusu kendi evinde ne arıyordu ? Gözlerini arkaya dikerek bakındı. Evdeşi , çocukları yoktu. Birden çehresini kan bürüdü. İlyas’ı iterek içeri girdi. Bir vefat suskunluğu vardı. Oracıkta , yerde karma karmaşık bir sofra kurulmuştu ve büyük şarap testisinden de belirliydi ki bu sofra İlyas’ındı. Yavaş fakat çok sert bir sesle sordu :

– Bre piç ! Burada ne arıyorsun ?

İlyas , ağzındaki lokmayı yutmuş olduğu halde yanıt vermiyor , şaşılaşan gözleriyle bakıyordu.
Iyice ayyaş olduğu halde çok korkak ve utangaç bir hali vardı. Çenesi titriyordu. Karşısındakinin bir adım attığını bakınca her yeri birden titremeye başladı.  Kekeleyerek mırıldandı :

– Seni bekliyordum ağam !

Çılgın Kurt , yine şaşaladı. Çok pis olduğu için evlere alınmayan , her zaman ahırlarda uyuyan İlyas’ın böyle ev içinde bulunması fantastik bir şeydi :

– Bre , beni ne diye bekliyorsun ?

Bu suali yanıtsız kaldı.
Hiddetli gözükmemeye çalışarak sordu :

– Hatunla çocuklar nerde ?

Piç İlyas insanın kanını donduran bir üşengeçlikle bir Çılgın Kurt’a bir şarap tesitisine bakıyor , fakat bir şey söylemiyordu. Çılgın Kurt bağırdı :

– Sağır mısın ? Hatunla çocuklar nerde ?

Çehreyi vahim bir biçim almıştı. İlyas iyice korktu ve yeniden bir şey açıkla eliyle batı istikametini işaret etti. Batıda Türkmen obası vardı ve Çılgın Kurt Varna seferine çıkarken hepsi de orada idiler.
Bbu kadar devamlı yağmur yağarken hala yaylada , çadır altında olamazlardı ya … Fakat şu mendebur neden oba tarafını gösteriyordu ?

– Obadalar mı ?

– Evet ağam !

Birden Çılgın Kurt’un çılgınlığı yakaladı. Bu pis sanırım kendisiyle eğleniyordu :

– Bre kart domuz ! Benimle alay mı ediyorsun ? diye sanki kükredi ve eline geçirdiği ağır bir nesneyi , ne olduğunu farketmeden İlyas’ın kafasına fırlattı. Bereket versin yakalatamamış fakat İlyas’ın feryadı akşam suskunluğunda köyü çınlatmıştı.
Köyün imamı Bayram Hoca kapıda duruyor ve kendisine bakıyordu :

– Aman Murad Ağa ! Hiç yoktan elini kana mı bulayacaksın ?

– Sen misin Bayram Hoca ? Bari sen açıkla. Nedir bu işler ?

İmam içeriye girmiş , İlyas’ın şarabını bakmıştı :

– Burada duracağına git de ağanın atlarını ahıra sok , diye bağırdı. Oonun tökezleyerek çıkışını izledikten sonra :

– Hele bir otur da soluk al ağa , dedi.

Bayram Hoca’nın bir şeyler açıklayacağı belirliydi.
Uyku ile cingözlük arasında gibiydi. Böyle olduğu halde imamın kararsız geçirdiğini farkederek söze girişti :

– Bayram Hoca ! Giriş yapmaya davranma. Ne öğreniyorsan bir an evvel açıkla da bileyim. Çocuk değilim ki avundurasın…

İmamın kaşları çatılmıştı. Yere bakıyordu. Din adamı edasıyla şöyle dedi :

– Murad Ağa ! Kazaya rıza gerek. Takdir böyle imiş. Hatunun merhum oldu…

Çılgın Kurt bu sözün anlamını birden bire kavrayamadı.
Ortalığı tufan bastı. Her şeyi aldı , götürdü…

Yaradanın afeti… Tufan… Çılgın Kurt , devamlı yağan yağmuru ve yolların balçığını andırdı. Sonra birden irkilerek bağırdı :

– Ya çocuklar ?

İmam , büyük bir çabayla karşısındakinin çehresine bakabildikten sonra , kabir başında dua edenlerin sesiyle :

– Onlar da can verdiler , diyebildi.

Çılgın Kurt’un çehreyi korkuyla gerilmişti. Bağırdı :

– Ya İsa ?

Bayram Hoca’nın yanıtı koca alay beğini sanki can evinden bir yerinizi incitti :

– O da can verdi !

Çılgın Kurt , başını yukarıya kaldırarak :

– Ah ! Oğlum ! diye inledi.
Ağlamıyordu. Fakat efkârdan can verecek hale gelmişti. Her şeyi öğrenmesi için Bayram Hoca ilave etti :

– Senin Satı Kadın da , Topuz Ahmed de hep boğuldular. Tam obadan ancak sekiz on birey kurtuldu. Kurtulanların biri benim baldız. Yüzen bir ağacı yakalayıp canını kurtarmış. Olanları ondan dinledim. Senin İsa’yı kurtarmak için Topuz Ahmed’le büyücü kız , canlarını dişlerine takarak sonuna kadar uğraşmışlar ama su baskın üçünü de alıp götürmüş….Çılgın Kurt , tıkanacak gibi oldu :

– Büyücü Kız mı dedim ?

– Evet !

– Gökçen mi ?

– Canım çehreyi peçeli kız işte…Gökçen olacak.

Çılgın Kurt , eliyle göğsünü tutarak :

– Allah ! Ok dokundu ‘ diye bağırdı.
Can evinden bir yerinizi incitilmişti. Benzi sapsarıydı. Ayakta duracak eforu kalmamıştı. Bayram Hoca , mumu yakarak odayı aydınlattıktan sonra :

– Allah sana sabır versin ,Murad Ağa ,dedi.

Büyük facia… Günahları taşmış biri var ki Allah bu cezayı verdi …

Günahları taşmış birisi…Bu acaba kendisi miydi ? Devletin bir askerini öldürüp düşman ülkesine saklıca gitmişti. ‘Sen evlisin , aradan çekil’ diyen Türkmen beğinin oğluyla vuruşmuştu. Yassı Tepe’de Gökçen’le büyülü geceler geçirmişti.
Ama belki de şu büyücü kızdır…

Gökçen ha ?.. O kadar iyi vicdanlı olan  o kız günahkardı ha ? Çılgın Kurt , acı acı tebessümdü. İnsanları ne kadar yanlış tanıyorlardı !

Gökçen ve vefat… Bu ikisini birden düşünmek ne kadar yakışıksız ve ters düşüyordu. Gökçen can verebilir miydi ? Gökçen can vermiş müydü ? Ya o kristal sesi , hele o ışıklı gözleri ne olmuştu ?

Direnemiyordu. Direnemeyecekti. Atları ahıra yerleştirip gelen İlyas’a pek çok akça vererek sofrasını kaldırmasını , atlara bakmasını ve ahırda yatmasını açıkladıktan sonra oda da dolaşmaya başladı.

Koskoca dünyada kimsesi kalmamıştı.
Yedi sekiz şahsı birden kaybetmek ne demekti ? Bu acıya nasıl direnecekti. Birden Beğlerbeği Karaca Paşa ile birlikte Macarlara karşı yaptıkları vahim savaşı anımsadı ve

– ‘ Keşke orada can verseydim ‘ diye söylendi. Can Ver. Fakat artık kendisine yaşıyor denebilir miydi ?

Mum yavaş yavaş söndü. Şimdi oda kapkaranlıktı. Suskun ve duygusuz duvarlar , bu zifiri karanlık içinde sabaha kadar , kutsuz bir erkeğin , kahramanlığı dolayısıyla alay beği olan bir sipahi’nin , saklı bir Osmanoğlunun hıçkırıklarını dinlediler….

Sabahın erken  süresinde Çılgın Kurt en elit atını getirterek binerken çehreyi solgun ve yorgundu.
Bu saçlar bir gecede ağarmış ve o koca bahadır çökmüş , kocalmıştı. Kırk bir yok dimdik kaldıktan sonra , vefatçık yaralar alıp esirlik sürükledikten sonra , işte nihayet bir gecenin içinde bu hale gelmişti.

Yassı Tepe’ye gidiyordu. Gökçen’in anılarıyla dolup taşan o mübarek yeri bir daha bakmadan edemeyecekti. İçinde bir duygu vardı. Yassı Tepe’yi aşınca , oradaki ağaca katlanmış olan Gökçen’i yeniden bakıvereceğini sanıyordu.

Hava soğuktu.
Rüzğar ve güneş , topragı süratle kurutuyordu. Su Baskın , tufan yapacağını yaptıktan sonra bitmişti :

İkindiye doğru obanın yaylağına vardı. Görünürde değişen hiç bir şey yoktu. Burada bir trajedi kasrıganın estiğine dair en minik iz dahi görünmüyordu. Yassı Tepe’ye yöneldi.

İlk gelişindeki coşkuyu yine dinliyordu. Şimdi tepeye varınca aşağıya bakacak , ağacın altında Gökçen’i bakacaktı. Yaklaştı. Tepeye vardı ve durdu. Vicdanı süratle çarotı.
Vahim su baskın onu da alıp götürmüştü. İçinde büyük bir acı duydu. Gökçen’in dayandığı , üstüne ağaç ve ok fotoğrafları kazdığı , kendisinin , gölgesinde Gökçen’in dizine uyuduğu ağaç sökülüp gitmişti.

Şifalı suyun olduğu yere doğru ilerledi. Yoktu. Ne kuyu ne de taş oluk kalmıştı. Acaba yanlış mı gelim diye düşünerek etrafına bakındı. Olabilir miydi ? Burası onun karış karış bildiği yerdi.

Gökçen’e ait iki anıyı yerinde tespit edemeyince ‘Gökçen Pınarı’na’ doğru at sürdü.
Pınar olduğu gibi duruyordu. Sevdalıların dua ettiği oınar…Atından indi. Eğilerek bir kaç yudum içti. Çehresini yıkadı. Alnını ferahlattı. Bu soğuk günde dahi alnının serinliğe gereksinimi vardı. Sonra ayağa kalkarak ellerini açtı. Gözleri ıslanarak ‘Yaradanım’ Beni Gökçen’ tez kavuştur’ diye dua etti.

Yaşlar , gözlerinden bol bol akıyordu. Koynundan bir ak etraf çıkararak gözlerini sildi. Birden , bir şey anımsamış gibi etrafı açarak baktı : Bu Gökçen’in etrafıydı.
‘Yeniden geleceğim…’

Bunu , şimdi kaybolan şifalı suyun başına bırakmıştı. ‘Yeniden geleceğim’. Yazıyı okuyunca Çılgın Kurt’un gözlerinden yaşlar boşandı. ‘Artık gelmeyeceksin’ dedi ve gözlerini silerek ilave etti : ‘Bu sefer ben sana geleceğim…’

Gökçen’in iki sözcüklük mektubu Çılgın Kurt’a başka bir mektubu anımsattı. Babasının iki mektubu ile birlikte kemerinde gizlediği bu mektup , anası Bala Hatun’undu.

Bu bir mektup değil , perişan anasının can vereceği gece karaladığı bir beklenti idi.
Seni Allah’a itimat ediyorum , ilginç ve perişan oğlum’

Anası ve Gökçen… İki büyük hasreti… Yalnız o kadar mı ? Ya öbürler ve oğlu ? … Ya babası  ? … Ve bunların yanında Satı Kadın , Çakır , Evren hatta Topuz Ahmed ?..

Şimdiye kadar pek çok ölüleri metanetle anmıştı. Ya şimdi bu yufka vicdanlılık nereden geliyordu ? Gökçen her şeyi alıp götürmüştü. Gökçen’in ölümünden katlanılamazdı. Onun için ağlamaya başlayınca da artık hiç bir ölü için katı vicdanlılık şovlamazdı.
Gidiyordu. Burayı bakmaya sabredemeyecekti. Burada her şey Gökçen diye haykırıyordu. Kederli gözlerle etrafına bakınarak uzaklaştı.

Çılgın Kurt , ertesi sabah erkenden köyü terketti. Yalnız köyü değil her şeyi bırakıyordu. Çökmüş , bitmiş , mahvolumuştu. Kaçıyordu. Tımarını , alay beğliğini , evini bırakarak bilmediği bir yere gidiyordu. Nereye gideceğini kendisi de öğren. Yollar nereye götürürse oraya gidecekti.

Dünkü güneş yoktu.
Hiç kimseye bir şey açıklamadan yola çıkmıştı. Gökçen’e kavuşuncaya kadar böyle gidecekti.

Issız ve suskun yollar uzayıp gidiyor ve ‘niye diğerlerini de düşünemiyorum’ diye vicdan cefayı dinleyen Çılgın Kurt, yalnız Gökçen’le dolu olduğu halde , bu tükenmez mesafelerde at sürüyordu.

Arada bir köylerden geçiyor , insanlara , hayvanlara , otomobillere tesadüfüyor. Fakat hiç birini bakmadan yoluna devam ediyordu.

Gece indi. Karanlık yavaş yavaş her yeri örttü ve ebedi yollarda kah ‘Allah’ diye inleyerek , kah ‘Gökçen’ diye sayıklayarak giden yolcuyu anladı.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş