Eğitim

Dil ve Mit – Ernst Cassirer Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Dil ve Mit – Ernst Cassirer Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Dil ve Mit kimin eseri? Dil ve Mit kitabının yazarı kimdir? Dil ve Mit konusu ve anafikri nedir? Dil ve Mit kitabı ne konu alıyor? Dil ve Mit PDF indirme linki var mı? Dil ve Mit kitabının yazarı Ernst Cassirer kimdir? İşte Dil ve Mit kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…

Kitap

Kitap Künyesi

Yazar: Ernst Cassirer

Çevirmen: Onur Kuzgun

Yayın Evi: Pinhan Yayıncılık

İSBN: 9786059460392

Sayfa Sayısı: 120


Dil ve Mit Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Bu eserin ana kavramları dil ve mit. Hangisi daha ilkin ortaya çıkmış, aralarında nedensellik ilişkisi var mı? Eğer yanıt olumluysa hangisi ötekinin sebebi? Yoksa aralarında bir tür karşılıklı nedensellik mi var? Ya da tümden başka bir seçenek: Her ikisi beraber başka bir ortak kökten mi türemiş? Yahut tersten bakacak olursak ileriye doğru bir sual: Kökleri belirlendikten sonrasında bu ikisi hangi sonuçların sebebi?

20. yüzyılın ilk yarısının en etkin düşünürlerinden önde gelen Cassirer insan kültürünün, dinsel tasavvurların, kavramlaştırmanın yanında, söz büyüsü ile mecazın gücünden hareket ediyor ve bu temel sorulara yanıt arıyor.


Dil ve Mit Alıntıları – Sözleri

  • “çoğumuz hakikatin öğle ışığından çekiniyoruz.”
  • “Dini duygu için bir tanrının gücü unvanlarının bolluğunda ifadesini bulur; oldukça-adlılık daha yüce olan, kişisel bir makama haiz bir tanrı için ön-koşuldur.” Mısır yazılarında İsis, bin-adlı, on-bin-adlı, myrionyma olarak karşımıza çıkar; Kuran’da Allah’ın kudreti ifadesini “yüz isminde” * bulur. Tanrısal adların bu bolluğuna Amerikan yerlilerinde bilhassa Meksikalıların dinlerinde de rastlanır.
    * İslam geleneğinde ” Allah’ın yüz adı ” şeklinde bir tabirden ziyade ” Allah’ın 99 adı ” tabiri mevcuttur. Ancak bazı sufi geleneklerde Allah’ın bir isminini gizli saklı olduğu rivayeti yaygındır. Dolayısıyla yazar, bu gizli saklı adla beraber sayıları bu miktara ulaşan isimlere işaret eden ” Allah’ın yüz adı ” ifadesine herhangi bir kaynakta rastlamış olabilir.
  • “Adın, taşıyıcısının vekili şeklinde işlev görmesi,” der Dietrich, Eine Mithrasliturgie yapıtında: “adın söylenınesinin bir kişiyi varlığa çağırmakla eşdeğer olabilmesi; gerçek bir güç olduğundan bir addan korkulması; onu söyleyebilmek, bilen kişiye o gücün denetimini bahşedeceğinden adın bilgisinin aranan bir şey olması; tüm bu olgular ilk Hıristiyanların hala hissettikleri ve ‘Tanrı’yla’ yerine ‘Tanrının adıyla’ veya ‘İsa’yla’ yerine ‘İsa’nın adıyla’ derken ifade etmeye çalışmış oldukları şeyi açıkça gösterir.
  • Mitoloji en yüksek anlamda, zihinsel etkinliğin tüm ihtimaller içinde sahalarında dilin fikir üstüne uyguladığı güçtür.
  • Sözcükte içerilen fizyolojik – büyüsel güce duyulan inançtan, onun tinsel gücünün gerçekleştirmesine geçmek için insan zihnin uzun bir evrimsel yolu aşması gerekmektedir. Hatta, ona organik nesneler dünyasından daha yakın olacak, sevincine ve kaderine fizyolojik doğadan daha oldukça dokunacak o dünyayı insana açan gerçekte sözdür, dildir. Şu sebeple insanoğlunun bir topluluk içindeki varoluşunu mümkün kılan dildir ; sadece cemiyet içinde, bir “Sen” ile ilişkisi içinde, insanoğlunun öznelliği kendisini bir “Ben” olarak ileri sürebilir.
  • Yaygın bir adete bakılırsa, eğer bir çocuğa dedesinin adı veriliyorsa bu, dedenin çocukta dirildigine, tekrardan bedenlendiğine yönelik inancın ifadesidir.
  • [Max Müller’in] vardığı netice şudur:
    “Tıpkı Homeros’un zamanında olduğu şeklinde bugün de mitoloji vardır, yalnız onu algılayamıyoruz, bu sebeple bizzat kendimiz onun gölgesinin tam da içinde yaşamaktayız ve çoğumuz hakikatin öğle ışığından çekiniyoruz.”
  • “Georg von der Gabelentz, dil bilimi ile alakalı kitabında, İÖ 3. yüzyılda Çin imparatorunun yazdırdığı, meşru bir halde yaygın kullanımda olan birinci şahış zamirinin o tarihten itibaren yalnız imparatorun kendisine tahsis edildiğini bildiren bir fermandan bahseder.”
  • “Yaygın bir adete bakılırsa, eğer bir çocuğa dedesinin adı veriliyorsa bu, dedenin çocukta dirildigine, tekrardan bedenlendiğine yönelik inancın ifadesidir.
    Bir çocuk dünyaya gelir gelmez göçmüş atalarından hangisinin onda tekrardan doğduğu problemi ortaya çıkardı; sadece bu mesele rahipce çözüldükten sonradır ki bebeğin atasının adını almış olduğu merasim icra edilebilirdi.”
  • “..zihnin yöneldiği her şuur içinde ne olduğu direkt fiili mevcudiyetin ve etkinin terimlerine çeviri edilir.”
  • …tıpkı Homeros’un zamanında olduğu şeklinde bugün de mitoloji vardır, yalnız onu algılayamıyoruz, bu sebeple bizzat kendimiz onun gölgesinin tam da içinde yaşamaktayız ve çoğumuz hakikatin öğle ışığından çekiniyoruz.


Dil ve Mit İncelemesi – Kişisel Yorumlar


Dil ve Mit PDF indirme linki var mı?


Ernst Cassirer – Dil ve Mit kitabı için internette en oldukça meydana getirilen aramalardan birisi de Dil ve Mit PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan bir çok kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF’leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Ernst Cassirer Kimdir?

20. yüzyılın mühim filozoflarından biri olarak gösterilen Ernst Cassirer, 1874’de Breslau’da dünyaya gelmiştir. 1892’de Berlin’de hukuk öğrenimine başlamış, sadece ondan sonra eğitim alanını Alman Edebiyatı ve felsefe olarak değiştirmiştir. 1894’de hocası George Simmel vasıtasıyla, Hermann Cohen’in yazılarıyla tanıştıktan sonrasında Cassirer 1896’da Marburg Üniversitesi’nde Cohen’den felsefe eğitimi almaya adım atar. 1899’da Cohen’in yanında doktorasını Descartes’ Kritik der mathematischen und naturwissenschaftlichen Erkenntnis (Descartes’ın Matematiksel ve Doğabilimsel Bilgi Eleştirisi) tezi ile tamamlar. Bu süreçte, Yenikantçı Marburg okuluna katılır ve Cohen’in yanında, Paul Natorp ile de çalışır. Onun 1902’de yazdığı ve mühim bir Leibniz yorumu olarak kabul edilen Leibniz’ System in seinen wissenschaftlichen Grundlagen (Bilimsel Temelleri İçinde Leibniz’in Sistemi) eseri, Cassirer’in ilk bağımsız çalışmasıdır. İlk cildi 1906’da gösterilen ve data probleminin zamanı üstüne aydınlatıcı bir yapıt olan üç ciltlik Das Erkenntnisproblem in der Philosophie und Wissenschaft der neueren Zeit (Yeniçağ Bilimi ve Felsefesinde Bilgi Problemi) emek vermesi Cassirer’in doçentlik tezidir. Bu eserin ilk iki cildi felsefî ve doğabilimsel bilgiyi, 1920’de gösterilen üçüncü cildi Kant sonrası sistemleri mevzu alır. 1906 da doçent olan Cassirer, Hamburg üniversitesine çağrıldığı 1919 yılına kadar, Berlin Üniversitesi’nde vazife yapmıştır. Zamanının fikir perspektifine bakılırsa çığır açıcı olarak görülebilecek ve data ve bilim teorisi nitelikli bir araştırma olan Substanzbegriff und Funktionsbegriff (1910) (Töz ve Fonksiyon Kavramları), onun kendi bilgiteorisel düşüncelerini yansıtır. Yine bu bağlamda o, fizikteki gelişimleri, klasik fizikten çağdaş fiziğe geçişi oldukça detaylı inceler ve data teorisi açısından yorumlar. Zur Einstein’schen Relativitatstheorie (1921) (Einstein’ın Rölativite Teorisi Üstüne) eseri, çağdaş fizikteki gelişimleri data teorisi açısından inceleyen ve bu gelişmelerin data teorisine etkilerini yorumlayan ilk felsefî çalışmalardan biridir. O, bu çalşmasını yaparken, Einstein ile de yazışmıştır. Berlin’de bulunmuş olduğu süre içinde Cassirer 1912’den itibaren Kant’ın eserlerinin basımı ile uğraşmıştır. Bu esnada yazdığı Kants Leben und Lehre (Kant’n Yaşamı ve Öğretisi) (1918), Kant üstüne derinlemesine ve detaylı bir çalışmadır. Cassirer’in Berlin dönemindeki eserlerinde biri de, Alman zihin zamanı üstüne değişik bir emek harcama olan Freiheit und Form (Özgürlük ve Form) (1916)’dur. Cassirer’in aslolan fikir çizgisi, Hamburg Üniversitesi’nde göreve başladıktan sonrasında netleşir. Bilhassa onun Warburg kütüphanesi çevresinde toplanan bilim adamlarıyla ve kütüphanenin kültürel ortamıyla tanışması, bu mevzuda aslolan belirleyici unsur olmuştur. Onun felsefî sistemine de adını veren temel eserleri; Philosophie der symbolischen Formen I, Die Sprache, (1923) (Sembolik Formlar Felsefesi I, Dil); Die Philosophie der symbolischen Formen II, Das mythische Denken (1925) (Sembolik Formlar Felsefesi II, Mitik Düşünme); Philosophie der symbolischen Formen III, Phanomenologie der Erkenntnis, (1929) (Sembolik Formlar Felsefesi III, Bilginin Fenomenolojisi), bu ortamda en verimli zeminini bulmuştur. Cassirer’in Hamburg’ta yaşamış olduğu süre içinde yapmış olduğu çalışmalardan bazıları ise şunlardır: Die Begriffsform im mythischen Denken (Mitik Düşünmede Kavram Formu), Sprache und Mythos (Dil ve Mitos), Individuum und Kosmos in der Philosophie der Renaissance (Rönesans Felsefesinde Evren ve Birey), Die Philosophie der Aufklärung (Aydınlanma Felsefesi). Cassirer 1933’e kadar Hamburg Üniversitesi’nde felsefe profesörü olarak yaşamını sürdürür. 1929-1930 yıllarında bu üniversitenin rektörlüğünü de yapar. Bu göreviyle o, bir Alman üniversitesindeki ilk Yahudi rektör vasfını da kazanır. Ancak nasyonal-sosyalistlerin iktidara gelmelerinden sonrasında İngiltere’ye göç eder ve konuk öğretim üyesi olarak 1933-1934 yıllarında Oxford’ta ders verir. 1935 senesinde İsveç’e giden Cassirer Göteborg Üniversitesi’nde felsefe profesörlüğü yapar. 1939’da İsveç vatandaşlığına kabul edilir. ABD’ne göç edene kadar yapmış olduğu çalışmalardan bazıları ise şunlardır: Determinismus und Indeterminismus in der modernen Physik (Modern Fizikte Determinizm ve İndeterminizm), Descartes, Zur Logik der Wissenschaften (Kültür Bilimlerinin Mantığı Üstüne), Die Platonische Renaissance in England und Schule von Cambridge (Cambridge ve İngiltere’de Platonculuğun Yeniden Doğuşu) Wesen und Wirkung des Symbolbegriffs (Sembol Kavramının Aslı ve Etkisi) Philosophie und exakte Wissenschaft (Felsefe ve Kanıtlamacı Bilim). 1941’de ABD’ne göç eden Cassirer Yale ve Columbia üniversitelerinde felsefe dersleri verir. 1944’de İngilizce olarak yayınladığı An Essay on Man (İnsan Üzerine Bir Deneme) eserinde hem kendi felsefî düşüncelerinin oldukça genel bir özetini verir, hem de kültüre antropolojik açıdan bir bakış sergiler. Ölümünden bir yıl sonrasında gösterilen The Myth of State (Devlet Efsanesi)’de, hem devlet terimine değişik bir bakış, hem siyasal düşüncenin tarihsel gelişiminin değişik bir yorumu, hem de nasyonal sosyalizm üstüne felsefî değerlendirmeler yer alır. Cassirer 1945’te Amerika’da hayata veda etmiştir.


Ernst Cassirer Kitapları – Eserleri

  • Dil ve Mit
  • Rousseau, Kant, Goethe
  • Kant’ın Yaşamı Ve Öğretisi
  • Devlet Efsanesi
  • Sembolik Formlar Felsefesi 1 – Dil
  • İnsan Üzerine Bir Deneme
  • Sembol Kavramının Doğası
  • Sembolik Formlar Felsefesi II – Mitik Düşünme
  • Kültür Bilimlerinin Mantığı Üstüne
  • İnsan Nedir?
  • Rölativite Teorisi Üstüne
  • Rönesans Felsefesinde Birey ve Evren
  • Sembolik Formlar Felsefesi 3
  • Language and Myth


Ernst Cassirer Alıntıları – Sözleri

  • Inanan, kendi inancını başkalarına bildirmelidir. O, inancın hakkaten sağlam olması için, inancını kendi dini tutkusuyla ve heyeca­nıyla doldurmak zorundadır. (Kültür Bilimlerinin Mantığı Üstüne)
  • İnsan dili, aslolan özünde mecazidir. Teşbih ve benzetmelerle doludur. İlkel anlığının bu teşbihleri yalnızca mecazi bir anlamda anlama gücü yoktur. O, onları birer gerçeklik olarak ele alır ve bu ilkeye bakılırsa düşünüp eylemde bulunur. İşte bizi atalara tapınmanın başlangıçtaki ilk biçimlerinden, insanlara tapınmadan nebat ve hayvanlara ve sonunda doğadaki büyük güçlere tapınmaya mecazi adların, bu sözcüğü sözcüğüne yorumu götürmüştür. İlkel toplumda yeni doğan bir evladı bitkilerin, hayvanların, yıldızların ya da diğeri organik nesnelerin adları ile adlandırmak, ortak ve yaygın bir alışkan­lıktır. Erkek çocuk, «Kaplan» ya da «Aslan», «Kuzgun» ya da «Kurt»; kız çocuk ise, «Ay» ya da «Yıldız» diye adlandırılır. Tüm bu adlar kö­kenlerinde, insanlara yüklenmiş bazı kişisel nitelikleri dile getiren epitheta ornantia’*lardan başka bir şey değildiler. İlkel anlığın, tüm te­rimleri sözcüğü sözcüğüne anlama eğilimi yüzünden, bu tamamlayıcı adların ve mecazi unvanların yanlış yorumlanması kaçınılmazdı. İşte, doğaya tapınmanın gerçek deposu budur. Mesela, «Şafak» sözcüğü birisi için geçerli bir ad olarak bir kez kullanıldığında, bu şekilde dik­kati çekmiş olan şahıs ile ilgili gelenekler, yabanılın eleştirici olmayan anlığında şafakla özdeşleştirilecek ve onun serüvenleri, şafak vakasına en uygun bir şekil içinde yorumlanacaktır. Ayrıca, bu adın ya yakın kabilelerin üyeleri ya da aynı kabilelerin değişik zamanlarda yaşamış olan üyeleri tarafınca taşınmış olduğu bölgelerde, şafağa ilişkin ay­kırı bazı soy ilişkileri ve tutarsız bazı serüvenler anlatılacaktır (Devlet Efsanesi)
  • Mitoloji en yüksek anlamda, zihinsel etkinliğin tüm ihtimaller içinde sahalarında dilin fikir üstüne uyguladığı güçtür. (Dil ve Mit)
  • Modern “simgesel mantığın” kurucularından önde gelen George Bole, “for­mel bilim” teriminin, ondan sonra “soyut” matematiğin gelişimiyle tam olarak onaylanan anlamıyla belirledi. O, çözümleme süreçlerinin ge­çerliliğinin, mevcut sembollerin yorumlanmasına değil, onların bağlantı yasalarına bağlı bulunduğunu ifade eder. “Seyir” problemindeve teriminde özetlenen güçlüklerin hepsinin, son on yılda matematiğin içinde yine filizlenip burada mühim bir yer işgal etmesini, ilk başta oldukça şaşkınlık verici olarak görmekte fayda vardır. Şimdilik ise bu kavganın iyi mi sonuçlanacağı belli de­ğildir ve bu kavgayla, matematik ve mantığın ilişkisi, tekrardan şüpheli ve yoruma açık bir hal almış şeklinde görünmektedir. Bir tarafta, saf matematiği hem mantıkta temellendirme, hem de onu tamamen mantığa geri götürme istekleri ve her ikisi içinde herhangi bir kati sınır çizme imkanını ilkesel olarak reddetme anlayışı bulun­maktadır. (Sembolik Formlar Felsefesi 3)
  • Tarihimde masalların yokluğu korkarım ki yazdıklarımın garip­liğini birazcık azaltacaktır. Ama, eğer bu tarih insansal vakaları çar­pıtmayıp aynen onlara benzeyeceği için tam bir geçmiş bilgisine haiz olmayı isteyen araştırıcılara destek sağlar ve onlarca ya­rarlı diye değerlendirilirse sevineceğim. Benim tarihim, geçici bir dönemin şov-parçası olarak değil, tüm dönemlerin malı ola­cak şekilde yazılmıştır (Devlet Efsanesi)
  • “Dini duygu için bir tanrının gücü unvanlarının bolluğunda ifadesini bulur; oldukça-adlılık daha yüce olan, kişisel bir makama haiz bir tanrı için ön-koşuldur.” Mısır yazılarında İsis, bin-adlı, on-bin-adlı, myrionyma olarak karşımıza çıkar; Kuran’da Allah’ın kudreti ifadesini “yüz isminde” * bulur. Tanrısal adların bu bolluğuna Amerikan yerlilerinde bilhassa Meksikalıların dinlerinde de rastlanır.
    * İslam geleneğinde ” Allah’ın yüz adı ” şeklinde bir tabirden ziyade ” Allah’ın 99 adı ” tabiri mevcuttur. Ancak bazı sufi geleneklerde Allah’ın bir isminini gizli saklı olduğu rivayeti yaygındır. Dolayısıyla yazar, bu gizli saklı adla beraber sayıları bu miktara ulaşan isimlere işaret eden ” Allah’ın yüz adı ” ifadesine herhangi bir kaynakta rastlamış olabilir. (Dil ve Mit)
  • Doğruların bilgisine sadece binlerce kez yanıldıktan sonrasında erişilebilir… (Kant’ın Yaşamı Ve Öğretisi)
  • Her direkt duyumlara ve idrak etme olayın­ dan, bizzat bu gerçekliğin ifade vasıtası, nakil aracı olarak kullanıl­ması için, bilincin kendine özgü bir etkinliği, bağımsız bir şekillen­dirme biçimi ortaya çıkar. Bu etkinlik ve şekillendirme seçimi, tüm direkt duyumlama ya da idrak etme olgularından farklıdır. Bunun için, bizzat bilincin temel durumunda inşa edilmiş bulduğumuz “do­ğal” semboller, bir yönüyle kullanılır ve alıkonulurken, öteki yö­nüyle aşılır ve geliştirilir. Şu sebeple, bu “organik” simgesel ifadelerde daima bilincin birimleri vardır. Bu birimler bütünden doğarlar fakat buna karşın bütünü temsil etme ve onu bu temsil vasıtasıyla doğ­ru anlamda tekrardan kurma enerjisini taşırlar. Var olan bir içerik, ken­di kendisinin haricinde, direkt verili olmayan, yalnız aracılık ya­pan başka bir şeye baş vurma kabiliyetine haizdir. Dilde, sanatta, mitosta karşımıza çıkan simgesel işaretler ise, bu varlık haricinde, daha belirgin bir anlam kazanmak için “var” değildirler; tersine, onlarda her varlık ilk olarak anlamdan doğar. Onların içinde ne olduğu saf ve muhteşem şekilde anlam taşıma fonksiyonuna karışır. Bilinç, bu­rada bütünü tek olanda kavramak için, artık bu şekilde verilmiş ol­ması ihtiyaç duyulan tek olanın teşvikine muhtaç değildir; tersine, burada şuur kendi kendine belirli anlam bileşimlerinin ifadesi olarak be­ lirli somut-duyusal içerikler oluşturur. Bilincin oluşturduğu içerikler olarak bu içerikler tamamıyla bilincin baskısı altında oldukları için, şuur içerikler vasıtasıyla, işaret eden ifadede görünmüş olduğu şeklinde, tüm diğer anlamlarıda özgürlükle tekrardan “meydana getirmeye” muktedirdir. Mesela biz verili bir fikri ya da tasarımı iradi bir ko­nuşma sesine bağlamak suretiyle onun gerçek içeriğine asla bir şey ekleyemeyiz. Ve normal olarak keskin şekilde incelenince, dil işaretleri­nin oluşturulmasında, içeriğin kendisi de, şuur açısından yeni bir kesinlik kazanmak için yeni bir karaktere bürünür. İçeriğin net ve apaçık zihinsel “taklidi”nin direkt doğruya dilsel “üretim” fiili­ne bağlanmış olduğu ortaya çıkar. Şu sebeple dilin görevi tasarımlarda mevcud farklılıkları ve belirlemeleri yalnızca yine etmek olma­yıp, onları bu şekilde görülebilir ve bilinebilir yapmaktır. Ve böy­lece, duyusal izlenimlerin karmaşasını azaltan ve bu karmaşayı bi­zim için ilk olarak kati bir yapıya kavuşturmaya başlamış olan zihinsel etkinlik özgürlüğü ortaya çıkar. (Sembolik Formlar Felsefesi 1 – Dil)
  • Hakikat ve gerçeklik, yalnızca, imgenin aynen bir mozaik şeklinde uyuştuğu tözsel unsurlar için uygun olur. Fakat psi­koloji eleştiricisinin kazanılmış olduğu bu kavrayışın, bizim gerçek psişik yaşantıda imgeyi kullanmamızı engelleme ve sınırlandırma zorun­luluğu yoktur. İmge en azından hayal olarak kabul edilse ve onun güya data teorisi bakımından maskesi düşürülse bile, imgenin şim­di görünüş olarak gerçekliğe haiz olması, şu demek oluyor ki onun, “hayal gü­cü”nün belirli ve mecburi yasalarına bakılırsa oluşması yeterlidir. Bilin­cin mecburi ve tertipli mekanizmi, imgeyi duyusal yaşantılardan ve onların birleştirilmiş bağlantılarından çekip çıkararak ön plana getirir. Böylece imgenin hissesine, kendiliğinden mantıki hak ve salt duyumlarnadan ayrılmış kendine özgü anlam içinde ne olduğu düşmez; fakat şimdi ona, ergonomik bir etkinlik, biyolojik bakımdan mühim işleyiş hakkı tanınır. Bu işleyişte, onun ayırıcı niteliği bulunur. Bizim önceki araştırmalarda algının “sembol kıymeti” olarak gösterdiğimiz şey, sensüalist düşünceye bakılırsa, saf bir ekonomik değerden başka hiçbir şey değildir. Bilinç kendini tamamen dolduran ayrı duyusal etkilere kendini her an aynı yoğunlukta veremez. O, tesirleri hep beraber aynı netlikte, aynı somutlaştırma ve bireyselleştirme içinde yaşayamaz. O süre şuur, kendine, içine tek tek içeriklerin girmiş olduğu ve bu içeriklerin ayrımsız şekilde akmış olduğu şemalar ve genel tablolar oluşturur. Fakat bu şemalar, izlenimlerin yoğunlaşmasından ve kı­saltılmasından başka bir şey olması imkansız ve olmak da istemez. Bilinç, görmenin keskinliğine ve yeterliliğine bağımlı olduğunda, bu kı­saltmalar yine ortadan kaldırılmak zorundadır. Orada sembol de­ğerleri yerine “gerçek” değerler, şu demek oluyor ki güncel duyum değerleri yer­leştirilmelidir. Buna bakılırsa, her simgesel düşünme ve idrak etme, salt negatif bir kalite; üstünden atmaktan ve üstünden atma zorun­luluğundan doğan bir niteliktir. Bir şuur, ayrıntılarda yaşama ve onların hepsini aynen direkt kavrama gücüne haiz olsaydı, simgesel birlik oluşumlarına ihtiyacı olmazdı. Bu şuur tek tek parçalarda ya da bütünlükte temsili olarak kalmak yerine, tamamen “bilfiil bulunan” bir şuur olurdu. (Sembolik Formlar Felsefesi 3)
  • Philolaos “sayının doğası ve gücü”nü, yalnız tüm insani eserlerde ve sözlerde, tüm plastik sanatlarda ve müzikte değil, aynca tüm “doğaüstü ve tanrısal şeyler”de100 arar. Öyleki ki, sayının doğası ve gücü, burada, Platon’daki Eros şeklinde “büyük aracı” haline gelir; dünyevi ve tanrısal olanın, ölümlü ve ölümsüzün yerlerini değiştirir ve onları dünya düzeninin birliği için bir araya toplar. (Sembolik Formlar Felsefesi II – Mitik Düşünme)
  • «Bırakınız insan bana usunun gücüyle diğeri yaratıklar üstünde haiz bulunduğunu sandığı büyük üstünlükleri hangi te­meller üstüne kurmuş bulunduğunu açıklasın. Bu göksel dönüş deviniminin, başının üstünde oldukça yükseklerde dolaşan güneş, ay ve yıldızların bitimsiz ışıklarının, o sonsuz okyanusun muhteşem ve korku verici devinimlerinin yüzyıllar boyu kendi rahatlığı ve yararı için oluşup süregitmekte oldukla­rına onu kim inandırdı? Dünyanın bütününe egemen olmak bir yana, en minik bir parçasını bile bilme gücü olmayan, kendisinin efendisi olmak yerine başka şeylerin haksızlıklarının kölesi olan bu acınacak zavallı ya­ratığın kendini dünyanın efendisi ve imparatoru diye adlandırmasından daha komik bir şey düşünülebilir mi?» (İnsan Üzerine Bir Deneme)
  • Mitik düşünmede mevcut olan bu, bağıntı parçalarının somut­laşması yada cisimleşmesini düzenleyen kendine özgü ilke, bu dü­şünmenin tek tek tüm kategorilerinde izlenebilir. Nitelik kategori­siyle başladığımız süre, mitik düşünmenin parça ve tüm arası­na asla kati bir sınır ayrılığı yerleştirmediği, mitik düşünme açı­sından, parçanın, hem bütünü temsil etmiş olduğu, hem de direkt tüm olduğu görülmektedir. Niteliği, bileşik ilişki formu olarak kabul eden bilimsel düşünüş için, çoğul şeylerden biri, büyüklüktür; şu demek oluyor ki birlik ve çokluk, kendi içlerinde, aynı zorunluluğa haiz ve gerçek­ten bağıntılı olan unsurlar teşkil ederler. Unsurların bir “tüm”e bağlanması, onların kati ayrılmışlığını, unsurlar olarak onların değişik olmalarını gerektirir. Bu bağlamda sayı, Pythagorasçılar tara­fından, ruhun içinde tüm şeylere uyan ve böylelikle şeylere ilk cismaniliği ödünç olarak veren, sınırı olan ve sınırsız şeylerin tüm iliş­kilerini ayıran bir şey olarak tanımlanır. Her uyumun mümkünlüğü şeklinde zorunluluğu da, işte bu ayrılığa dayanır. Şu sebeple “benzeyen ve akraba olan şeylerin bundan bu şekilde asla ahenge ihtiyacı yoktur; bu­na karşılık benzemeyen ve akraba olmayan ve benzemez şekilde bölünmüş olanlar, dünya düzeni içinde onları bir arada dokunabilecek bir uyum vasıtasıyla birleştirilmelidir.”Mitik düşünme, “oldukça renkli karışık şeylerin uzlaşması ve değişik şeylerin bir arada uyumlu kullanımı” demek olan bu şekilde bir uyum yerine, yalnız parçanın bütünle aynı düzeyde oluşu ilkesini tanır. Tüm bölüme, kendi tüm mitik-tözsel doğasıyla geçmiş olduğu ve adeta duyusal ve maddi olarak herhangi bir halde “sokulduğu” için, bu anlamda parçadır. Bir insanoğlunun saçlarında, tırnaklarında, elbisesinde ve ayak izinde, o insanoğlunun tümü sanki içerilmiş halde bulunur. İnsa­nın geride bıraktığı her izin, onun üstünde tüm olarak etkide bu­lunabilecek ve onu tüm olarak tehlikeye sokabilecek gerçek bir parça olduğu kabul edilir. (Sembolik Formlar Felsefesi II – Mitik Düşünme)
  • “En çok anlatılan hikâye, tam bir dakikalık örneği olan ve günlük yaşam düzenini saate göre ayarlayan Kant’ın bu düzeni sadece bir kez bozmasıdır:?Rousseau’nun Emile’ yayımlandığında günlük yürüyüşlerinden vazgeçmişti, çünkü içine dalıp gittiği kitabı okumayı bırakamamıştı.” (Rousseau, Kant, Goethe)
  • “Yaygın bir adete bakılırsa, eğer bir çocuğa dedesinin adı veriliyorsa bu, dedenin çocukta dirildigine, tekrardan bedenlendiğine yönelik inancın ifadesidir.
    Bir çocuk dünyaya gelir gelmez göçmüş atalarından hangisinin onda tekrardan doğduğu problemi ortaya çıkardı; sadece bu mesele rahipce çözüldükten sonradır ki bebeğin atasının adını almış olduğu merasim icra edilebilirdi.” (Dil ve Mit)
  • …düşünmek, ölmüşlere ilişkin olanı kimi zaman ‘benim’ sanmaktır, fakat bunun pek bilincinde değilizdir. (İnsan Nedir?)
  • Her şeyden ilkin ise, tanrının adı olan kelime, onun özünün ve tesir gücünün bilfiil bir parçasını teşkil eder. İsim, içinde her hususi tanrının varlığını sürdürdüğü ve etkili olduğu bir güç-alanına işaret eder. O süre, duada, ilahide ve tüm dini konuşma formlarında, her tanrının, onlara tahsis edilmiş olan isimlerle adlandırılmasına itina gösterilip dikkat edilmesi gerekir. Şu sebeple tanrı, ona sunulan istekleri, yalnız doğru şekilde çağırılırsa kabul eder. (Sembolik Formlar Felsefesi II – Mitik Düşünme)
  • “Annemi asla unutmayacağım” der Jachmann’a ; “bu sebeple benim içimde iyiliğin ilk tohumunu o ekip yeşertmiştir ;kalbimi tabiatın etkilerine o açmıştır; benim kavrayışımı o uyandırıp geliştirmiştir ; ve onun öğrettikleri yaşamımda daima pozitif yönde bir etkiye haiz olmuştur.” (Kant’ın Yaşamı Ve Öğretisi)
  • Homeros ve Hesiodos, tanrılarına ölümlüler içinde ayıp ve yüz karası olan tüm şeyleri yüklemişlerdir: Hırsızlık, zina, birbirini aldatma şeklinde… Xenophanes bu yalancı tanrıların karşısına kendi yeni ve yüce dinsel ülküsünü koymaktadır. Bu, tüm söylencebilimsel ve insanbiçimsel dü­şünce sınırlamalarından bağımsız bir tanrı anlayışıdır. İnsanlar ve tanrılar içinde en büyük olan ve ne şekil ne de fikir yönün­den ölümlülere benzemeyen bir tanrı vardır. O, her şeyi görür, her şeyi düşünür ve ne olursa olsun her şeyi duyar. Bu tanrı, anlığının düşünme gücü vasıtasıyla tüm şeylere zahmet çekmeksizin egemen olur (Devlet Efsanesi)
  • “Yalın” sayıların taşımış olduğu aynı niteliğin Grekler’ den Cermenler’e aynen taşındığı; o halde sözgelişi yalnız üç, yedi, dokuz ve on ikiye değil, bununla beraber onların çarpımıyla elde edilmiş sayılara da hususi mitik-dini güçlerin tahsis edilmiş olduğu iyice düşünülürse, o süre en sonunda bu “kutsallaştırma” sürecine karışmamış olan herhangi bir sayısal nitelikli belirlemenin neredeyse asla mevcut olmadığı görülür. Burada, mitik biçim verme dürtüsüne sınırsız bir oyun alanı açılır ki, bu oyun alanında mitik biçim verme dürtüsü, kati ve mantıki nitelikli ölçü ve “nesnel” tecrübe ilkelerinin hiçbirini dikkate almadan, serbestçe dolaşır. (Sembolik Formlar Felsefesi II – Mitik Düşünme)
  • Modern dil felsefesi, dile, felsefi bir bakışa gerçek bir hareket noktası bulmak için iyi mi “içteki dil formu” terimini yerleştiri­yorsa, aynı şekilde benzer bir “içteki biçim”un bilimsel data ve sa­nat için, mitos ve din için de kabul edilebileceği ve aranabileceği söylenebilir. Ve bu biçim, direkt doğruya, bu alanların tek tek olgularının tamamlayıcı özeti yada toplamı anlamına gelmez; aksi­ne, bu alanların inşası için onlara lüzumlu olan yasa anlamına gelir. Elbette bu yasanın doğrulanma yolu, yalnız yasayı olgularda gös­termek ve onlardan “soyutlamak”tır; fakat bununla beraber bu soyut­lama, yasayı, tek olan şeyin içeriksel mevcudiyeti için mecburi ve temel unsur olarak gösterir. Kendi tarihsel akışında felsefe, her za­man bu şekilde bir hususi kültür formları analizi ve eleştirisi görevinin azca ya da oldukça bilincinde olmuştur. Fakat normal olarak felsefe bu göreve ço­ğunlukla pozitif yönde olmaktan oldukça negatif bir maksatla girişmiştir. Felsefenin bu çabası bu eleştiride, daha oldukça her ayrı formun olum­lu neticelerinin temellenmesinden ve tasvirinden ziyade, yanlış ta­leplerin savunulmasına yaklaşır. Grek sofistlerinden itibaren septik mitos ve data eleştirisi var olageldiği şeklinde, septik dil eleştirisi de var olmuştur. Zihnin tüm temel formlarının, hakkaten ortaya çık­mak ve gelişmek için, kendilerini bir parça olarak değil, bir tüm olarak ifade etme ve bundan dolayı kendileri için sırf bir göreli geçer­lilik yerine mutlak bir geçerlilik talep etme çabasını titizce sürdür­dükleri iyice düşünülürse, bu mühim negatif düşünüş biçimi anlaşılabilir hale gelir. Bu formlar, kendi hususi alanlarının içine kapanıp kalmazlar, aksine, zihinsel yaşantının ve varlığın tamamım ifade et­meye yönelen kendine özgü şekillendirme çabası içindedirler. Kültürdeki çatışmalar ve kültür terimindeki karşıtlıklar, ayrı ayrı yö­nelişleri içinde barındıran bu sınırsız-olana doğru çabadan ortaya çıkar. Bilim bir araştırma formu içinde oluşur; bu araştırma formu, bilim hemen hemen yerleşemeden ve kendini kanıtlamadan ilkin, onu her mevzuda düşünmenin ilk ayırma ve bağlama fiiline dayanmaya zorlar. Sözü edilen bağlama ve ayırmalar ise, kendi ilk ifade ve kalınca­tılarını dilde ve genel dilsel kavramlarda kabul eden durumlardır. Fakat bilim, dili temel ve araç-gereç olarak kullanmak suretiyle, aynı za­manda mecburi olarak, bağlama ve ayırmanın dışına çıkar. Bundan bu şekilde, dilsel düşünmenin ilkesinden daha başka bir ilke tarafınca yönetilen ve bu ilkenin egemen olduğu yeni bir “logos” ortaya çıkar ve bu logos tam net ve tam bağımsız şekilde oluşur. Logosla karşılaştırılınca, artık dilin oluşumları yalnız, yeni ilkenin özelliği ve gücü vasıtasıyla ilerleyerek aşılması ihtiyaç duyulan sınırlar ve engeller şeklinde görünür. Dilsel düşünme formlarının ve dilin eleştirisi, gittikçe ilerleyen bilimsel ve felsefi düşünmenin tamamlayıcısı durumuna gelir. Ve geri kalan öteki alanlarda da aynı tipik gelişim seyri tekrarlanır. Ayrı zihinsel yönelimler, barışçı şekilde birbirini ta­mamlamak için, bir arada ortaya çıkmaz. Her biri sadece diğerlerine karşı ve diğerleriyle kavga içinde kendi gerçek enerjisini göstererek, oldukları şey haline gelirler. Din ve sanat, kendi saf tarihsel fa­aliyetlerinde, birbirine o denli yakınlaşır ve o denli nüfuz ederler ki, her ikisi bazen kendi içeriklerine ve içteki oluşum ilkesine bakılırsa de ayırt edilebilirler şeklinde görünür. Oluşumlarını Homer ve Hesiod’a borçlu olan Grek tanrılarından bahsedilmektedir. Ve öteki taraftan, gene de Greklerin dini düşüncesi, kendi ilerleme süre­cinde bu estetiksel başlangıcından ve ilk kaynağından kati olarak ayrılır. Xenophanes’ten itibaren, insan-biçimcilik olarak malum ve yararsız bulunan mitik-şiirsel, duyusal-görsel tanrı terimine, devamlı kati bir karşı duruş sergilenegelmiştir. Tarihte daima yeni yükseliş ve artışları görülen bu şeklinde zihinsel kavga ve çekişmelerde yegane son karar, en yüksek birlik makamı olarak felsefeden bekle­nebilir şeklinde görünüyor. Fakat dogmatik doğa ötesi sistemler, bu bek­lenti ve talebi yanlış şekilde yerine getirirler. Şu sebeple onlar, burada gerçekleşen kavganın üstünde değil, çoğunlukla ortasında bulunurlar. Onlar, erişmeye çalışmış oldukları soyut evrenselliğe karşın,’ karşıtlı­ğın kendisini tüm boyutları ve derinliği içinde kavramak ve bu kar­şıtlıklarda aracı olmak yerine, karşıtlığın yalnız bir yönünü temsil ederler. Şu sebeple, doğa ötesi sistemler, belirli bir mantıki, güzel duyu ya da dini ilkenin metafiziksel dayanaklarından başka bir şey değildirler. Metafizik sistemler bu ilkenin soyut genelliğine ne kadar oldukça kendi­lerini kapatırlarsa, bunu yapmakla, zihinsel kültürün değişik tarafları­na, bu kültürün formlarının somut topyekünlüğüne karşı kapılarını da o denli oldukça kapatırlar. Felsefi bakış eğer bu formların hepsinin üstünde olan ve öteki taraftan kati olarak onların ötesinde bulun­mayan bir perspektif; şu demek oluyor ki formların bütününü bir bakışta kuşatıp kavramayı ve tüm bu formların dıştaki bir aşkın varlık ya da ilkey­le olan ilişkisini değil de yalnız birbiriyle saf içkin ilişkisini incele­meyi mümkün kılan bir perspektif elde etmeyi başarırsa, o süre bu şekilde bir sonucun tehlikesini atlatabilir. O süre zihnin felsefi bir sistematiği; içinde her hususi formun kendi anlamım saf şekilde ken­di konumu vasıtasıyla elde edebileceği; formun içinde ne olduğunun ve anla­mının, ilişkilerin ve iç içe geçmişliklerin özgülüğü ve zenginliği va­sıtasıyla gösterilebileceği; formların, öteki zihinsel enerjilerle ve ni­hayet onların tümüyle beraber bulunmuş olduğu bir zihin sistematiği orta­ya çıkar. (Sembolik Formlar Felsefesi 1 – Dil)

YORUMLAR

YORUM YAZ!

Yorum Ekle



[

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş