Eğitim

Dinozorların Sessiz Gecesi 1 – Hoimar Von Ditfurth Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Dinozorların Sessiz Gecesi 1 – Hoimar Von Ditfurth Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Dinozorların Sessiz Gecesi 1 kimin eseri? Dinozorların Sessiz Gecesi 1 kitabının yazarı kimdir? Dinozorların Sessiz Gecesi 1 konusu ve anafikri nedir? Dinozorların Sessiz Gecesi 1 kitabı ne konu alıyor? Dinozorların Sessiz Gecesi 1 PDF indirme linki var mı? Dinozorların Sessiz Gecesi 1 kitabının yazarı Hoimar Von Ditfurth kimdir? İşte Dinozorların Sessiz Gecesi 1 kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…

Kitap

Kitap Künyesi

Yazar: Hoimar Von Ditfurth

Çevirmen: Veysel Atayman

Yayın Evi: Yeni Alan Yayıncılık

İSBN: 9789757114223

Sayfa Sayısı: 240


Dinozorların Sessiz Gecesi 1 Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Bu tarihin ürünü olan biz insanoğlu da dahil olmak suretiyle, bundan ortalama 750 milyon yıl ilkin bu gezegende tüm canlıların ortak atası olan bir canlı yaşadı. (Şimdilik) ve bu gezegende, en gelişmiş ürünü olarak insan bilincini ortaya çıkartan yaşam, ortalama 14 milyar yıldan bu yana süregelen, fakat içinde ne mucizelere, ne doğaüstü, fiziküstü müdahalelere, ne de esrarengizliklere yer olan bir tesadüf-zorunluluk ilişkisinin sonucu olarak meydana geldi.

Dinsel söylemin mitoslarına inatla akılsal destek arayanların, ‘ya din ya bilim’ ikilemini bilerek ya da bilmeyerek sürdürenlerin, bilimin attığı her adımla birazcık daha köşeye sıkışmak istemiyorlarsa, mucizeyi bilinemeyende değil de bilinende aramaları icap ettiğini söyleyen bu kitap ve dizi, senelerce sürecek tartışmaları başlatmaya aday olan bir başyapıt olacak.’


Dinozorların Sessiz Gecesi 1 Alıntıları – Sözleri

  • İnsanın düşünmeyeceği şey yoktur. Ama işte sırf düşü­nebildiği ve akla yatkın geldiği için, o şeyin ille de varolması ve o şekilde olması gerekmez.
  • TV yayınları bittikten sonrasında, TV aygıtımız açık kalır ve ek­ran boşalırsa, ekranda beliren “görsel- parazit”in bir kısmı­ne bu ışınların yol açmış olduğu da bilinmektedir. Anlayacağınız, ev­renin doğumunun yankısı, bu yoldan oturma odalarımıza ka­dar uzanmaktadır.
  • Giordano Bruno, güneşin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer edinen sayısız yıldızdan yalnızca biri bulunduğunu ileri süre­rek insan bilincini derinden sarsıcı temel görüşü ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üstünde yakılarak öde­mişti.
  • Saplantılaşmış bir eğilimle, kendimizi her şeyin odağı olarak görürüz. Ancak, gerçekliğin araştırılması ve incelenmesi, bizi bu yanılsamadan adım adım kurtaracaktır. (…) Bilimsel araştırma ve araştırmaların yerküremizin dışındaki uzaya doğru yönelmesiyle, bu gerçek de, ağır ağır kendini göstermeye adım atmıştır.
  • Napoleon, Laplace’a, gezegen sisteminin doğuşunu açıklamaya çalışan meşhur kitabında Tanrıya niçin yer vermediğini sorunca, meşhur alim gururla: “Bu varsayıma gerek duymuyorum bayım” diye cevap vermişti.
  • Kendisi sonlu olan ve durmadan değişen bir evren,sonsuz ve değişmez herhangi bir şey içeremezdi
  • AKIL İNSANDAN ÖNCE VARDI, İNSAN DIŞINDA DA VAR
    Bilinçli düşünme faaliyetinin gerçekleşmesini mümkün kılan beyinler hemen hemen ortada yokken, doğada akılla düzenlenmiş izlenimi veren vakalar meydana gelmiştir.
    Araştırmalar şu muhteşem bilgiye işaret etmektedir ki, canlı organik dünyada herhangi somut bir organizmanın varlığına bağlı olmayan bir zekâ, başka bir deyişle kendisini ağırlayan bir beyine gerek duymayan bir akıl, bir düşünebilme kabiliyeti vardır.
    Akıl (zekâ) bu dünyaya biz insanlarla beraber gelmemiştir. Belli bir hedefe ulaşmaya çalışmak, ortam ile uyum sağlamak, öğrenmek, öğrendiğini sınamak, deneyimlerini bellekte toplamak, hayal enerjisini kullanmak ve yaratıcı buluşlar yapmak, tüm bu beceriler ve kabiliyetler; bireysel beyinler ortaya çıkmadan fazlaca ilkin vardılar.
    Akıl (zekâ), hayal gücü, tasarlama, amaca yönelme becerisi; evrenin başlangıcında, evrenle beraber var oldukları için, Doğa yalnızca yaşamı değil, beyni ve bilinci de yaratmıştır.
    Gerek evrende gerekse doğada aklın (zekânın) belirtilerinin ve izlerinin, insanlardan ve insan bilincinden fazlaca ilkin ortaya çıkmış olduğu bir gerçektir. Akıl insandan ilkin vardı, insan haricinde da var.
    Canlı tabiatın her alanında karşımıza çıkan düzeni ardında, onu dışardan düzenlemiş ya da düzenleyen doğaüstü bir ruhun ve aklın var olduğu şeklinde -hayal gücü gerektiren- duygusal ve telaşlı sonuçlar çıkarmaktan kaçınmak gerekir.
    ][ Hoimar Von Ditfurth ](*1*)[ Hoimar Von Ditfurth ][ (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Biz, deyimi yerindeyse, aslına bakarsak yalnız yarının Neandertal’leriyiz. Bir bakıma geleceğin gerçekleşebilmesi için buradayız. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • “Michelson deneyi, Einstein’ın vardığı sonuca nazaran, ışık da dahil, hiçbir şeyin saniyede 300.000 km. hızla hareket eden ışıktan daha süratli olmayacağı ilkesinin benimsenmesiyle açıklanabilirdi.” (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Geldiğimiz noktada, merkezde oluşan ışının Güneş yüzeyine yetişmesi sonrasında da uzaya salınmasından ilkin, Güneş’in aynı za­manda sırf büyüklüğü yardımıyla bir tür hız kesici ve yumuşatıcı et­ki yaptığını, kendi ürettiği enerjinin tahrip edici enerjisini önleyici bir şemsiye görevi de üstlendiğini anlıyoruz. Merkezden çıkan enerji, o haliyle Dünyamız’a ulaşacak olsa, bugün yerimizde yeller esiyor olurdu. Bize kadar gelen enerjinin, o sert ve öldürücü- ışın biçiminde değil de bildiğimiz aydınlatıcı ışık ve tatlı, yumuşak sı­caklık biçiminde oluşunu, gezegenimizin içinde yıkandığı bu ılımlı ışık ve ısı denizinin bu özelliklerini Güneş’in böylesine büyük olu­şuna borçluyuz! Her bir enerji kuantı (demeti) merkezi terk ettik­ten sonrasında, minimum 600 bin kilometre uzunluğundaki bir alana yayıl­mış Güneş içi maddenin arasından geçmek zorunda kalmaktadır. Dünya ile Ay arasındaki uzaklığın ortalama iki katı kadar olan ve enerji kuantlarının çekirdekten yüzeye varıp sonrasında da bir anlamda gezegenlere “salıverilmelerinden” ilkin “akla karayı” seçip aştıkla­rı bu yol, hayatımızı kurtaran yoldur aslına bakarsak. Bu yolun, uzay bölü­mü öncesinin, daha ilkin sözünü ettiğimiz çekirdek kaynaşmaları yüzünden, aralarında nispeten “boşluk” bulunmayan atomlardan ibaret sert bir maddeden oluştuğunu biliyoruz. Enerji Kuantları, Güneş’in içindeyken bile ışık hızıyla hareket ettikleri halde, oradan yüzeye varmaları gene de, bu özelliklerden dolayı, epey süre alır. Serüvenlerle dolu, bir zikzak rota üstünde gerçekleşen bu yolcu­lukta, devamlı olarak yollarına çıkan atomlarca emilen ve sonrasında ge­ne ışın biçiminde “kusulan” bu enerji, sağa sola sapıp savrulup ye­niden emilir, tekrardan kusulur. Velhasıl, o atom senin bu köşe be­nim, sözümona ışık hızıyla merkezi terk edecek enerji, sonuçta tam da akıl durduracak bir gecikmeyle kendini uzaya atar! Bilgisayarların tek bir enerji kuantının bu koşullar altında yüzeye yetişmesi için geçecek süre süresini gösteren hesaplamalarından elde edilmiş sa­yı, “hadi canım sen de” dedirtecek cinsten olsa bile, kati ve tartış­masızdır. Bir enerji kuantı merkezden yüzeye tam 20 bin yıl devam eden bir seyahat yapar! Bu durumda, ışığında banyo yaptığımız aydınlatıcı enerjinin aşağı yukan Taş Devrinde Güneş merkezinde orta­ya çıkmış bulunduğunu söylememizde şaşırtıcı bir yan bulunmamakta­dır!
    Ama işin aslına bakılacak olursa, ışık, daha ilkin de söylediği­miz benzer biçimde, o zifiri karanlık merkezde ortaya çıkmamaktadır. Işının (enerjinin) o uzun ve zahmetli yolda “bitkin düşmesinin” bir so­nucu olarak, bildik halini almaktadır; neticede yüzeye ulaşan ve oradan, altı-yedi saniyede bizlere ulaşan şey, aslına bakarsak, o ilk başlangıç­taki müthiş gücün zayıf ve sönük yansısından başka bir şey değil­dir. Ama işte bu zayıf ve enerjisini yitirmiş yansı, tam da bizim işi­mize gelen tahammül sınırlarının içinde kalmaktadır; Güneş’ten al­ dığımız ısının ve ışığın ta kendisidir o. (Dinozorların Sessiz Gecesi 5)
  • Evrimin her basamağı, görünürde kendi içinde kapalı, başı ve sonu olan bir aşama dilimi olarak, tamamlanmış ve kusursuz görünür. Evrimin onca büyüleyici yanına rağmen, kim bilir en şaşırtıcı özelliği, bu basamaklardan her birinin, tamamlanmış, kusursuzlaşmış izlenimi vermesine karşın, onlardan birinde takılıp kalmadan, yoluna devam etmiş olmasıdır. Şu sebeple her basamak ortaya yeni bir olanak sunuyor, bu olanaklar da bir sonraki basamağın hazırlığı olarak, onu evrimin gündemine taşıyordu. (Dinozorların Sessiz Gecesi 3)
  • Geceleri orta­lığın kararmasına. Olbers gökbilim alanındaki araştırma ve düşüncelerinde, kendisinden ilkin kimsenin dikkatini çekme­diği belli olan garip bir çelişkiyle karşılaşmıştı. Madem ki evren sonsuz büyüklükteydi ve bu sonsuz büyüklükteki evre­nin her bir köşesi, aynı oranda dağılmış yıldızlarla doluydu, öyleyse tüm sema Güneşin batmasından sonrasında da tıpkı gündüz olduğu benzer biçimde apaydınlık olmalıydı.
    Bremenli doktorun başvurduğu ispatlama yolu aşağı yukarı şöyleydi: Sonsuz çokluktaki yıldızlar, sonuz büyüklükte bir aydınlık üretirler. Ama öte taraftan da herhangi bir yıldı­zın parlaklığı, yıldızın Dünyamıza olan uzaklığı arttıkça azalır. Bu azalma uzaklığın karesine eşittir. Anlayacağınız Gü­neşimizin bugün bulunmuş olduğu uzaklığın iki katı bir uzaklıkta bulunduğunu varsayalım. Bu durumda Güneş bizi, şimdikinin dörtte biri bir güçle ısıtıp aydınlatabilecektir. Ya da gerçekte Güneş kadar aydınlık olan, fakat ondan bin kez uzaklıktaki herhangi bir yıldız, bizlere Güneşin verdiğinin milyonda biri kadar ısı verebilir. (1 ÷ 1000x 1000 )
    Buraya kadar her şey yolunda görünüyor. Sonsuz çokluktaki yıldızlardan doğan sonsuz büyüklükteki aydınlık, yıldızların gittikçe artan uzaklığı yüzünden uzaklığın karesi ka­dar azalıp bizlere ulaşamıyor, diye düşünmek mümkündür. Gel­ gelelim Olbers’in de saptadığı benzer biçimde bu yanlış bir çıkarsama­dır. Şu sebeple artan uzaklıkla beraber bu kez yıldızların sayısı, aydınlıklarının azalmasından fazlaca daha çok artar. Bu artış, aydınlık benzer biçimde uzaklığın karesiyle değil; üçüncü gücüyle orantılıdır.
    Bunun ne anlama geldiğini gözümüzün önüne getirmeyi bir tecrübe edelim. Gelişigüzel bir varsayımla, 10 ışık yılı bir alan içinde Dünya çevresinde hafifçe ışıklarıyla gecemizi ay­dınlatan 100 yıldızın bulunduğunu kabul edelim. Şimdi bir adım daha atalım ve bunun iki katı bir uzaklık içindeki bü­tün yıldızları göz önüne alalım Yani 20 ışık yılı içindeki yıl­dızları. Bu durumda işin içine katılan ve averaj olarak öte­kilerden iki kat bizlere uzak olan yıldızlar, bu iki kat uzaklıklarından dolayı, ikisinin karesi oranında, şu demek oluyor ki önceki 100 yıldızı sağladiğının sadece dörtte biri kadar aydınlık sağlayacak­lardır. Şimdi gelelim işin can alıcı noktasına; Eşit aralıklı bir dağılım durumunda, iki kat daha uzaklıktaki yıldız sayısı ön­cekinin ne iki katı ne de dört katıdır. Uzaklığın üçüncü kuv­veti (n^3) hesabıyla bu sayı (2x2x2)x100 = 800’dür. Şimdi uzaklığı gene iki katına çıkaralım; 40 ışık yılı uzunluğundaki bir çapın oluşturduğu. Dünyayı da içine alan bir uzay küresi­ni inceleyelim. Bu durumda işin içine katacağımız yeni yıldızların sağlamış olduğu aydınlık, bu dört kat uzaklığın karesi oranında, şu demek oluyor ki 1/16 oranında azalacak, sadece bu varsayımsal küre içindeki yıldız sayısı da, dört kat uzaklığın üçüncü kuv­vetine 4^3 X 100 = 64 X lOO’e fırlayacaktır.
    Uzaklık arttıkça bu sıçramalı artış da sürüp gider. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Başlangıç koşullarını azca fazlaca bildiğimiz bu yeryüzünde bile, Dünya, bir kez daha sil baştan oluşsaydı, netice ne olurdu? sorusuna cevap vermekte hayal gücümüz tümden aciz kalırken, bu Dünyanın dışındaki olasıl gezegenler üstündeki hidrojen atomunun serpilip gelişmesiyle ortaya çıkmış olabilecek ve çıkabilecek somut “biçimlerin” neye benzeyeceğini şöyleki ucundan olsun kestirebilmemiz bile söz konusu olması imkansız. Başlangıcın bu verimli atomunun ve ondan türeyen ilk elementlerin yerçekimi gücünün bizim Dünyamızdakinden değişik olduğu bir gezegende, yeryüzündekine benzemeyen bir atmosferin altında ve yabancı bir Güneşin ışık spektrumu tesirinde ortaya ne benzer biçimde marifetler koymuş olabileceklerini düşlemek mümkün değildir. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Giordano Bruno, güneşin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer edinen sayısız yıldızdan yalnızca biri bulunduğunu ileri süre­rek insan bilincini derinden sarsıcı temel görüşü ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üstünde yakılarak öde­mişti. (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Hayatın ne olduğu mevzusunda eksiksiz, açık seçik ve her durumu kapsayacak seviyede genel geçerli bir tarif getirebilmenin olanaksızlığı, canlı olanın yeryüzünde ortaya çıkması ile beraber, zannedildiği benzer biçimde yepyeni, temelden değişik ve beklenmedik bir şeyin birden kendini gösterdiği anlamına gelmeyeceğinin de kanıtıdır. Hayatın daha fazlaca adım adım, basamak basamak ve gelişme zincirleri halkasında herhangi bir boşluk bırakmadan iyi mi ortaya çıktığını düşünecek olursak, tam olarak hangi durakta, hangi noktada ve hangi durumda ortaya çıktığını söylememiz olanaksızlaşacaktır. (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Bu dünyaya, şimdiye kadar sandığımız benzer biçimde, dünya bizim sahnemiz olsun diye (kendimizi kanıtlamaya, burada bulunuşumuza değip değmediğini anlamaya, sınanmaya; “kendimizi gerçekleştirmeye”, “tarihi” halletmeye ve doğurmaya ya da başka akla gelebilecek bir amaca katkıda bulunmak için) yerleştirilmiş değiliz. Daha fazlaca, bu dünyanın bir parçasıyız biz; geçmişte olduğu benzer biçimde hala ona aitiz, onun yasalarına tabiyiz ve ne amaca hizmet etmiş olduğu mevzusunda en küçük bir fikrimizin bulunmadığı, bizlerden asla etkilenmeden bizi fazlaca fazlaca aşarak ötelere geçecek bir gelişmenin içine yerleştirilmiş durumdayız. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Evrenin, tabiat tarihinin ve yeryüzündeki yaşamın insan bilinci ortaya çıkana kadar ortalama 14 milyar yıl süresince, herhangi bir akıl ve tinden, yaratıcı hayal gücünden, zekadan yoksun yönetmek zorunda kalmış bulunduğunu -sırf biz insanoğlu hemen hemen yeryüzünde bulunmadığımız için- evrimin bu şekilde bir yol izlemiş bulunduğunu varsaymamızın arkasında, sadece insanoğlunun evrenin merkezi olduğu yanılsamasına inanma saflığıyla bağışlanabilecek, inanılmaz bir kendini beğenmişlik yatmaktadır. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Virüsler aslına bakarsak “bedenden” yoksun salt kalıtım mekanizmalarıdırlar. Kendilerini saran hücre kabuğunun inşa planının yanı sıra kendi şifresini içeren nükleik asitten ibaret olan virüs, hücrelerden birini enfekte etmeden ilkin, ayaklarıyla, söz konusu hücrenin enfekte olmaya elverişli olup olmadığını saptar. Bu şekilde bakıldığında söz konusu bacaklar, yoklama işine yarayan birer tarama antenidirler. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Bu dünyaya, şimdiye kadar sandığımız benzer biçimde, dünya bizim sahnemiz olsun diye (kendimizi kanıtlamaya, burada bulunuşumuza değip değmediğini anlamaya, sınanmaya; kendimizi gerçekleştirememeye, tarih halletmeye ve doğurmaya ya da başka akla gelebilecek bir amaca katkıda bulunmak için) yerleştirilmiş değiliz. Daha fazlaca bu dünyanın bir parçasıyız biz; geçmişte olduğu benzer biçimde hala ona aitiz, onun yasalarına tabiyiz ve ne amaca hizmet etmiş olduğu mevzusunda en küçük bir fikrimizin bulunmadığı, bizlerden asla etkilenmeden bizi fazlaca fazlaca aşarak ötelere geçecek bir gelişmenin içine yerleştirilmiş durumdayız. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmasının sebebi, hücrelerinde kendilerine gıda sağlama görevini üstlenmiş sayısız “ yeşil köle” bulunmasıdır .. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)

YORUMLAR

YORUM YAZ!

Yorum Ekle



[

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş