Eğitim

Günümüz Hadis Problemleri – Yavuz Köktaş Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Günümüz Hadis Problemleri – Yavuz Köktaş Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Günümüz Hadis Problemleri kimin eseri? Günümüz Hadis Problemleri kitabının yazarı kimdir? Günümüz Hadis Problemleri konusu ve anafikri nedir? Günümüz Hadis Problemleri kitabı ne konu alıyor? Günümüz Hadis Problemleri PDF indirme linki var mı? Günümüz Hadis Problemleri kitabının yazarı Yavuz Köktaş kimdir? İşte Günümüz Hadis Problemleri kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…

Kitap

Kitap Künyesi

Yazar: Yavuz Köktaş

Yayın Evi: İnsan Yayınevi

İSBN: 9789755746722

Sayfa Sayısı: 430


Günümüz Hadis Problemleri Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Dün olduğu benzer biçimde bugün de hadîs ve sünnetle ilgili pek fazlaca sual sorulmaktadır. Düne baktığımızda mevzuyla alâkalı Hadîs Fetvâları adıyla bir literatür bile oluşmuştur. Bugün de aynı ivmeyle hadîsle ilgili sorulara yanıt verilmekte, bunun için kitaplar yazılmakta, internette siteler kurulmaktadır. Elinizdeki bu emek harcama karşılaştığımız ve sorulması olası sorulara bir yanıt arayışı neticesi ortaya çıkmıştır. Zira medya tartışmalarında olsun yada öğrencilerimizin bizlere yönelttiği sorularda olsun hadîs ve sünnete ilgi duyulduğu anlaşılmaktadır. Bilhassa medya tartışmalarında hadîs ve sünnete duyulan bu ilgi sıhhatli zeminlerde ele alınmamakta, bu da bir kafa karışıklığına sebep olabilmektedir. Bu çalışmayla hadîs ve sünnetle ilgili gündemde olup dört gözle beklenen sorulara kısa fakat doyurucu cevaplar verilmesi amaçlanmaktadır. Bununla beraber okuyucunun tartışmalardan faydalanabilmesi için azca da olsa bir hadîs alt yapısına haiz olması gerekmektedir. Bu emek harcama tamamen usûl, tarih, anlama, literatür çerçevesinde hadis problemlerinin incelenmesine tahsis edilmiş olup hadîs usûlüyle ve günümüz hadîs problemleriyle alâkalı seksen yedi soruya yanıt aranmış ve verilmiştir. Bu sorular bilhassa günümüzce sıkça sorulan ve hadîsten şüphelenmenin sebebi olarak ileri sürülen iddiaları kapsamaktadır.


Günümüz Hadis Problemleri Alıntıları – Sözleri

  • “Ben ve İbn Şihâb ilim talep ediyorduk. Sünen’i yazmaya karar verdik. Resûlullah’tan gelenleri yazdık. Sonra İbn. Şihab sahabeden gelenleri de yazalım dedi. Ben onlar sünnet değildir dedim. O ise tersine sünnettir dedi. O yazdı, ben yazmadım. O kazanmıştır, ben kaybettim.”
  • Hadislere Akılcı Yaklaşım
    Mu’tezile’nin akılcı olduğu biliniyor. Günümüzde Ehl-i Sünnet olduğu görünen insanlarda hadîslere akılcı yaklaşımın belirgin bir halde ortaya çıkmış olduğu bir vakıadır. Hadîslere akılcı yaklaşma ve akabinde reddetmenin sebepleri nedir? Hadîslere akılcı yaklaşanlarda göze çarpan özellikler nedir? Hadîsleri bu şekilde ele alanların temel yaklaşımları nedir?
    Hadîslere akılcı yaklaşmanın normal olarak değişik değişik sebepleri vardır. Hadîslere akılcı yaklaşanlarda dikkat çeken ortak özellikler de söz mevzusudur. Hadîslere karşı reddedici tavır almanın sebeplerini ve bunu besleyen temel yaklaşımları toplu olarak şöyleki belirlemek mümkündür:
    a. Oryantalistlerin etkilemesi: Oryantalistlerden etkilenerek hadîslere eleştirel yaklaşanlar vardır. Buna oryantalistlerin büyüsüne, albenisine tutulmak da diyebiliriz. Oryantalistlerden etkilenme iki türlüdür. Biri oryantalistlerin vardığı neticeleri alıp kullanma yada pazarlama; diğeri -bana nazaran daha tehlikeli olanı- ise oryantalist zihniyetle, üslupla, yaklaşımla ve metotla meselelere bakmadır. Bu, tam bir eksen kaymasıdır. Birincisinin tedavisi mümkündür, fakat İkincisinin tedavisi ise -olmakla birlikte- oldukça güçtür.
    b. Batılılarla siyasî ve ekonomik ortaklık içinde olup bir tek hadîslere değil, İslâm’ın temel meselelerine şaşı bakan insanoğlu vardır. Bu daha ziyade sömürgecilik dönemlerinde görülen bir durumdur. Şimdi var mı, doğrusu bilmiyorum. Batıliların finanse etmiş olduğu, onların vakıflarında, derneklerinde araştırma yapanlar var mı, bilemiyorum.
    c. Modernizmin tesiri: Hadîsleri çağdaş toplumlarda kendisi İçin ayak bağları görenler de vardır. Zira hadîsler Kur’ân’ın anlaşılmasında birincil görevi görür. Hadîsler olmasa Kur’ân’ın çağdaş topluma daha rahat uydurulabileceği düşünülmektedir.
    d. Psikolojik sebepler: Kişi okumuş olduğu hadîs kitaplarında bazı garip, acaib hadîslerle karşılaşmıştır. Buradan yola çıkarak “Böyle şey olmaz, bu hadîslerin hiçbirine güvenilmez!” diyerek feveran etmiştir. Şöhret, reyting benzer biçimde unsurları da buna dâhil edebiliriz. Hadîsleri reddetmek prim yapıyorsa, öteki bir ifadeyle hadîsleri reddetmek bir reyting unsuruysa insanoğlu bunun albenisine daha çok kapılabiliyor. Bazen de insanoğlu ufak yaşta eğitimleri esnasında yada okudukları medreselerde bazı katı kaide, yaklaşım, anlama yada yorumlama ile karşılaşabiliyor. Yetişkin durumunda başka saikların da etkisiyle çocukluk çağlarında edinilen bu durum hadîslere karşı negatif bir yaklaşım olarak dışa vurabiliyor.
    e. Davete engel görme: Bazıları da ilginçtir, bazı hadîsleri davete engel görmüş olduğu için reddetmiştir. Mısırlı ilim adamı M. Gazzâlî’nin tavrı boyledir. Öyleki anlaşılıyor ki, şahıs çeşitli kesimlere İslâm’ı anlatmaktadır. Bu arada hadîslerden meydana gelen sorulara muhatap olmaktadır. Bu sorular birazcık da zor olsa gerek. Hemen aklı ikna edecek cevaplar vermek kolay değildir. Bu sorulara yanıt arayıp zaman kaybetmektense esasen zannî olan haber-i vâhidleri reddetmenin daha ekonomik olacağı düşünülmektedir.
    f. Mahalle baskısı: Kişi çeşitli kesimlerle (meselâ laik kesimlerle…) iç içedir yada hadîslere karşı kitap, yazı ve medya yöntemiyle yaygın bir söylem vardır. Toplumun hadîslerden meydana gelen soruları olmaktadır. Bu sorular birazcık kafa karıştırmaktadır. Araştırılıp cevaplar aransa o kadar da bu kesimi doygunluk etmeyecektir. Bu kesimle teması koparmamak için hadîsleri reddetmenin kestirme bir yol olduğu düşünülmektedir. Bunun üstteki maddeyle bir farkı vardır. Üstteki maddede şahıs hakikaten çağrı işiyle uğraşmaktadır. Burada ise davetçi olmak zorunda değildir. Entelektüel bir tatminkârlık içinde bu şekilde davranışlar sergilenebilir.
    g. Bazı ideolojilerin tesiri: Yukarıda modernizm demiştik. Burada daha spesifik ideolojilerden anlatmak mümkündür. Meselâ feminizm. .. Bu anlayışın ağır basmış olduğu insanoğlu bilhassa hanımla ilgili hadîsleri rahatça, reddedebiliyor. Bu noktada kimi zaman ateistlerin yazdığı kitaplar bile hadîslere negatif yaklaşmaya sebep olabiliyor. Meselâ eşitlik… Hadîslerde -hatta Kur’ân’da- buna aykırı durumlar var ise derhal eleştirebiliyor. Meselâ sertlik kültürü… Hadîslerde zahiren bunu ifade eden durumlar var ise kolayca uydurma denilebiliyor.
    h. Hadîsi savunanların aşırılıkları: Bazen Öyleki oluyor ki, hadîsi savunduğu iddiasında olanlar sahîh mi zayıf mı bakmadan Ehl-i Sünnet bir kitapta geçen bir hadîsin kanıt bulunduğunu, asla reddedilemeyeceğini söylüyorlar. Yeri ulaştığında akıl almaz bir halde zayıf ve uydurma hadîslerle görüşlerini takviye ediyorlar. Bu ta doğal olarak bir antipati oluşturuyor. “Hadîsler böyle bir şey ise demek ki, hadîsler hep böyle karmakarışık, akıl almaz” benzer biçimde bir idrak ortaya çıkıyor. Bu da hadîslere negatif yaklaşmaya sebebiyet veriyor.
    i. Kur’ân’la hadîslerin çelişik olduğu iddiası: Bu da hadîsleri reddetmenin kolay bir yolu olarak tercih ediliyor. Zaten kati aykırılık tespit edildiğinde kimsenin bu tür hadîsleri kabul edeceği yoktur. Ama aykırılığı birazcık keyfimize birazcık çağdaş ideolojilerin baskısına nazaran belirliyoruz. Biraz da kendimizi aykırılık var diye zorluyoruz. Şefâatle ilgili, gaybla, kıyamet alâmetleriyle ilgili hadîsleri reddedenlerin tavrı böyledir: İllâ da şefâat Kur’ân’a aykırıdır; Kur’ân’a nazaran kıyamet ansızın kopacaktır; ansızın gelecek olanın alâmeti mi olurmuş… vs.
    k. “Kur’ân’da yok” modası: Hadîsleri inkârın çağdaş ifade tarzıdır. Aslında o kadar da çağdaş sayılmaz, fakat öyleki diyelim. Kadere inanç esastır; hayır, şundan dolayı Kur’ân’da yoktur. Kabir azabı haktır; hayır, Kur’ân’da yoktur. Hz. îsâ’nın nüzûlü söz mevzusudur; hayır Kur’ân’da bu tarz bir olay yoktur. Mi’râc haktır; hayır Kur’ân’da yoktur. Bu yaklaşımda din varlarla değil, yoklarla kaimdir, iyi mi oluyorsa!l.
    l.“Âhâddır, mütevâtir değil” modası: Hadîsleri reddetmenin bir başka şeklidir. Mütevâtir ile ilgili düşüncelerimizi bir başka soruda ifade ettik. Mütevâtir değil, diyerek hadîsleri reddetmek eskiden beri olsa bile günümüzde ayrı bir renk kazanmış ve moda olmuştur. Aslında bu şekilde diyenlerin mütevâtirden ne kastettiği de belli değildir. Bize nazaran âhâd-mütevâtir hadîsin durağan(durgun) olduğuna dair data kalpte hâsıl olduktan sonrasında bu şekilde diretmenin anlamı yoktur.
    m. Tarikatların yanlış uygulamaları: Tarikatların bazı yanlış uygulamaları, bilhassa müridler içinde görülen uygulama ve söylemler de hadîslerin reddine sebep olmaktadır. Zira bu söylemlerde aşırılık vardır. Uygulamalarda işi özünden saptırmak vardır. Tabii iyi bir araştırmacıya düşen papaza kızıp oruç bozmak değildir.
    n. Avamın yanlış algıları: Yukarıdaki maddeyle aynıdır. Ancak bu daha genel, müridler daha özeldir.
    o. Müslümanları Kur’ân’dan soğutmama: İlginç bir karşı çıkış örneğidir. Meselâ hayızlı kadının Kur’ân okumaması… Daha genel olarak “özürlü hallerinde namaz kılıp oruç tutmamaları… İllâ da okumaları gerekir. Neden? Kur’ân’dan uzak durmasınlar. Ayrıca doğal bu yasak Kur’ân’da yoktur. İllâ namaz kılsınlar. Neden? Allah’tan uzak kalmasınlar. Saf ve masum bir gerekçe, fakat Allah Resûlü’nün murâdı hilâfına… Bunu idrak etmek mümkün değildir. Bu yasağa uyulurken şahıs yakarma yapmaktadır. Zira bir yasağa uymaktadır. İllâ Kur’ân okusunlar diye diretmenin ne anlamı vardır. Kur’ân kurslarında yada bazı eğitim yuvalarında hususi hallerde Kur’ân okuyup okumama ise başka bir şeydir.
    ö. Hadîste ıztırab görme: Bazı reddiyeciler ise hadîsler içinde manayla rivâyetten meydana gelen lâfız farklılıkları gördüğünde derhal “bu metinler muztaribdir, amel edilmez” söylemine başvuruyorlar. Bunlar kimi zaman zayıf ve sahîh hadîsleri birlikte değerlendirip metinde ıztırab iddiasını dillendirebiliyor. Bu durum hadîsleri reddetmeye ayarlı bir Önyargıya haiz olunduğunu gösterir. Hz. Isa’nın nüzulü yada mi‘râc hadîslerini reddetmek bu tavra örnektir. Oysa mevzuyla ilgili fazlaca rivâyet var. Sahîh de zayıf da var. Manadan meydana gelen bazı problemler de söz konusu. Ama tüm bunlar bizi tercih imkânından yoksun bırakmıyor. Sahihleri esas almak mümkündür.
    p. Bilime aykırı görme: Bilhassa sineğin yemeğe düşmesiyle ilgili hadîs böyledir. Deve bevliyle tedavi, tıpla ilgili hadîsler buna dâhildir. Belki başka hadîsler de vardır. Burada bilimsel gelişmeler esastır. Ancak hangi bilimin bunu söylediğine dair açıklık yoktur.
    r.. Günümüzün toplumsal şartlarına aykırı olma: 1400 yıl önceki Arap toplumunun örfleriyle bugünün toplumlarının örf ve alışkanlıkları aynı değildir. Bu da tabiidir. Ancak bu uyumsuzluğu hadîsleri reddetmeye gerekçe kılanlar da vardır. Bilhassa yeme, içme, oturma, kalkma, evlilik, talâk vs. böyledir. Bunlar içinde örfle alâkalı olanlar vardır. Ama insanoğlu kendi şartlarını evrenselleştirmek ister. Her yerde onu arar. Yemeği parmakla yiyecek, parmakları yalamak, yere düşen ekmeği alıp yiyecek böyledir.
    s. Hadîslerde İsrâiliyyât izi var: Bu da hadîsleri kolayca reddetmenin bir yolu olarak denenmektedir. Buna daha önceki sorularımız içinde detaylı yanıt verdik. Belki bazı rivayetlere bunu uygulamak mümkündür. Ancak neye İsrâiliyyât denilecek neye denmeyecek mevzusunda ciddi bir yöntem ortaya konulamadığı için en küçük bir benzerliğe dayanarak hadîslere İsrâiliyyât damgası vurulmaktadır.
    ş. Alaycı yaklaşım: Bazı hadîsler alay konusu olabilmektedir. Reddedenler reddetmekle kalmayıp o hadîsi kabul edenleri alay konusu yapabilmektedir. Hz. Mûsâ’nın ölüm meleğini tokatlaması, gene Hz. Mûsâ’nın bir ayıbının taşa örttürülmesi, deve bevliyle tedavi, Kur’ân sahifelerini bir hayvanın yemesi… vs. Belki bazı hadîsler tenkide mevzu olabilir, fakat bu tarz şeyleri “İşte hadîsçiler bunları rivâyet ediyor!” diye alaycı bir tavır takınmak kişinin meselenin ne. kadar uzağında bulunduğunu göstermesinin yanında İlmî olmaktan da fazlaca uzak bir durumdur. İlmî meselelerde, âlimlerin ictihâdlarıyla, güvenilir râvilerin rivâyetleriyle dalga geçmek olmaz. Bu ciddiyetsiz bir yaklaşım olur.
    t. Çifte standart: Bu da hadîsleri reddedenlerde göze çarpan garip durumlardan biridir. Meselâ bunlar hadîsleri reddederler, fakat Hz. Peygamber’in “Benden Kur’ân’dan başka bir şey yazmayın!” hadîsini kanıt olarak kullanırlar. Yine bunlar hadîslere karşı çekinceli davranırlar, fakat politika mitinglerinde hadîs kullanarak liderlerini savunmaktan da geri durmazlar. Bunlar içinde hukukî hadîslere karşı çıkıp bir tek ahlâka dair hadîsleri kabul etmek isteyenler de vardır. Ayrıca ilginçtir, hadîslere eleştirel yaklaşanlar, bunu korumak için çaba sarfetmek için “Benden size nakledilen bir şey duyduğunuzda Kur’ân’a arzediniz…” şeklindeki mevzû’ hadîsi de kanıt olarak kullanabiliyorlar!
    u. Sahâbenin adaletine ta’n: Hadîs reddedenlerin yıkmaya çalışmış oldukları bir engel de sahâbenin adaleti mevzusudur. Sahâbenin adaletine yaklaşımları {hiç de} adil değil. Duygusal ve oldukça agresif. Bazen alaycı tavırlara kaçtıklarını söylemek mümkün. Ayrıca sahâbenin adaletini niye tenkid konusu yaptıkları da belli değil. Bundan ellerine ne geçecektir? Hadîsler tenkid edilecekse sahabe bu işe bulaştırılmadan yapılabilir. O halde niçin sahâbeye bulaşılıyor?!
    ü. Hadîsleri yanlış anlama: Hadîsleri reddedenlerin bir özelliği de hadîsleri ilkin yanlış anlamaları, sonrasında ona uydurma demeleridir. Kadının fitne oluşuyla ilgili hadîs böyledir. Ilkin fitneye yanlış anlam veriyorlar, sonrasında bu şekilde hadîs olmaz diyorlar. Bunun örnekleri oldukça fazladır.
    v. “Hz. Peygamber böyle şey demez” söylemi: İstismara fazlaca açık bir söylem olduğu açıktır. Hz. Peygamber söyleyeceklerini bizlere mi danışacaktı ki, bu şekilde söylüyoruz? Ancak ciddi olarak kullanılırsa güzel bir metin tenkidi kriteridir. Onun için Hz. Peygamber’in yaşamını, siretini, sünnetini ve Kur’ân’ı fazlaca iyi bilmek gerekiyor. İnsan hadîslerle yoğrulmalı, sünnet kişinin eti- kanına dönüşmelidir. Bu şekilde olunduğunda normal olarak bazı hadîsleri tenkid etmek mümkündür. Ama üç beş kitap okumakla, falan İzm ve ideolojiden etkilenerek “Hz. Peygamber böyle şey demez” demek ciddi bir sathiliktir.
    y. Emevî uydurması: Bu hadîsleri reddetmek için geliştirilen güncel bir tepki söylemidir. Bir hadîsi beğenmiyorsanız yada o hadîs birazcık geçmişle, tarihle, siyasetle alâkalı ise “bunlar hep Emevî uydurması” ifadesi bulunmaz bir söylemdir! Bazıları bunu tepe tepe kullanmakta mahir! Bunun bîr yansıması da falan hadîs için “sonraki gelişmelerin ürünüdür” diyerek onu reddetmektir. Bilhassa politika ve hilâfet ile ilgili hadîsler böyledir. Bunları siyasetçiler yada onların yandaşları uydurmuştur. Bu şekilde olunca zühd ve fakirlikle ilgili hadîsleri tasavvufçuların, meselâ sünnetin dindeki yerini vurgulayan hadîsleri aslına bakarsak sünneti dinde kanıt kabul edenlerin uydurduğunu anlatmaya bir engel kalmamaktadır.
    z. Anlamaya yatkın olmayıp telaşlı davranmaları: Bu da hadîs reddedenlerde görülen belirgin bir özelliktir. Anlamaya çalışmaktan ziyade derhal reddediyorlar. Sanki yetişecekleri bir yer var. Bu ne acil! Bu kadar aceleye gerek kalmış mıdır? İşte niçin bu kadar acil ediliyor sorusunun cevabı da yukarıda ifade ettiğimiz unsurlarda saklıdır. Ilkin idrak etmek ve yorumlamak esas olmalıdır. Ama takdir edilir ki, idrak etmek zor iştir. Aynen bina yıkmanın artık fazlaca kolay yapmanın zor olduğu benzer biçimde…
    Görüldüğü benzer biçimde hadîsleri şu yada bu şekilde reddedenlerde göze çarpan temel Özellikler ve temel yaklaşımlar genel olarak bunlardır. Bunlar normal olarak sorunlu yaklaşımlardır. Hiçbir İlmî özellikleri yoktur. Sathî ve de bir çok duygusaldır. Bunlara çalışmamızda yer yer temas ettiğimiz için ek olarak üstünde detaylı durmayı lüzumlu görmüyoruz.
  • Hz. Ebû Bekir’in kendi yazdığı hadîsleri yaktırdığı söyleniyor. Bu rivâyet doğru mudur?
    Hadîslerin yazılması meselesinde tereddüdle ilgili ilk örnek, Hz. Ebû Bekir’den rivâyet edilmiştir. Bu rivâyet Hz. Âişe’den nakledilir: “Babam Resûlullah’tan 500 kadar hadîs yazmıştı. Bir gece hiç uyuya-madı ve yatakta döndü durdu. Bu duruma üzülerek: “Babacığım, sâna yapılan bir şikâyet veya ulaşan bir haber yüzünden mi uyuyamadın?” dedim. Sabah olunca: “Kızım, yanındaki hadîsleri getir” dedi. Ben de getirdim. Ateş yaktırdı ve hepsini yaktı.” Sıhhati hususunda büyük muhaddis Zehebî ihtiyatı tercih etmiş ve buna “sahîh değil” demiştir. Dolayısıyla bu rivâyeti kabul etmek mümkün değildir. Sahîh olsa bile bunu -hadîsten şüphelenenlerin anladığı benzer biçimde değil- Hz. Ebû Bekir’in hadîslerin tespitinde fazlaca kırılgan davranılmış olduğu, hadîste en küçük bir hata vaki olmasına gönlünün razı olmadığı şeklinde anlayabiliriz. Sahâbenin -özellikle Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali’nin- hadîs tespitinde öteki sahâbeyi töhmet altında bırakmayı kastetmeksizin ne kadar ihtiyatlı ve kırılgan davrandıkları tarihen malum bir husustur.
  • Hadîslerin anlaşılması, hadîslerden yargı çıkarma, onlarla amel etme meselesi devamlı güncelliğini korumuştur. Tâ sahabeden bu yana âlimler, fakihler, müctehidler hadîsleri anlamaya çalışmış, onlardan yaşamı düzene sokacak hükümler çıkarmıştır. Şüphesiz bu aşamada hadîsleri Kur’ân’dan bağımsız düşünmemek gerekir. Zira hadîsler bir anlamda Kur’ân’ın açılımıdır, beyanıdır. Geçmişte âlimler tabir câizse kılı kırk yarmışlar, Allah ve Resûlü adına konuşmanın sorumluğunu devamlı taşımışlardır. Fetvâ vermek başlı başına bir sorumluktur ve oldukça ciddi bir İştir. Bir iki kitap okumakla, Kur’ân’ı mealinden birkaç kere hatmetmekle, beş on hadîs ezberlemekle olacak iş değildir. “Bir hadîs kitabını okuyayım ve sırayla onda geçen hadîslerle amel edeyim.” kabul edebilirsiniz. Ama bu hakikaten zor bir iştir.
    Hadîs kitabı okuma şevkinizi kırmak istemem. Ama hadîs kitabı okumakla hadîsle amel etmek, şu demek oluyor ki hadîsten yargı çıkarmak değişik şeylerdir. Onun için âlimlerimiz Riyâzu’s-Sâlihîn benzer biçimde kitaplar yazmıştır. Sade yurttaş da okusun, Efendimizin bir mü’minden ahlâkî anlamda iyi mi olmasını istediğini kavrasın diye… Bununla beraber Efendimizin hadîslerini okumak istiyorsak eğer, muhakkak şerhleriyle beraber okumamız gerekir. Belki Arapça bilmeyenlerin buna imkânı yoktur. O halde Arapça bilmeyenlere Rİyâzu’s-Sâlihîn’in Türkçe şerhini; Kütüb-i Sitte’nin İbrahim Canan ve Kemal Sandıkçı tarafınca meydana getirilen şerhlerini tavsiye etmek mümkündür.
  • 4. “Hadîsler de Kur’ân gibi uyulması gereken şeyler olsaydı, onlar da Kur’ân gibi yazılırdı. Hz. Peygamber Kur’ân’dan başka şeylerin yazılmasını yasaklamıştır. Bu da uyulması gerekenin Kur’ân olduğunu gösterir.”
    İlginçtir! Bu örnekte sünnete uymayı reddetmek için hadîslerden kanıt getirilmiştir. Bu çifte standartlık bir yana Hz. Peygamber’in ken- dişinden Kur’ân haricinde bir şey yazılmasını yasakladığına dair ifadeler doğrudur. Ancak bunun yanında Hz. Peygamber döneminde hadîslerin yazıldığı, Allah Resulü’nün buna izin verdiği vakıası da dikkate alınmalıdır. Bir delili alıp diğerlerini görmezlikten gelmek İlmî bir tutum olması imkansız. Mesele bu iki grup delilden birinin tercih edilmesi söz konusu olacaksa, kesinlikle hadîslerin yazıldığına dair hadîsleri tercih etmek gerekecektir. Bu sebeple bu hadîsler bayağı fazla ve çeşitlidir. Oysa yasak hadîsi bir sahâbiden nakledilmiştir.
    Hal bu şekilde olsa da İlmî olan tavır her iki grup hadîsi anlamaya çalışmaktır. Acaba yasak hadîsindeki yasaklık mutlak mıdır? İzin verildiğine nazaran mutlak değildir. O halde yasaktan ne kastedilmiştir? Bu mevzuda çeşitli te’vîller ileri sürülmüştür. İzin hadîsleri yasak hadîsini neshetmiştir. Bu durumda Allah Resûlü’nün bir dönem de olsa sözlerini yasakladığı anlamı çıkar ki isabetli değildir. Abdullah b. Amr benzer biçimde yazı bilenlere yazma izni vermiştir. Abdullah’ın haricinde da yazı yazanlar olmuştur. İzin niçin bir kişiye özgü olsun ki! Aynı anda hem yasağın hem de iznin bir öne sürülen nedeni olmalıdır.
    Büyük olasılıkla Hz. Peygamber Kur’ân sahifeleriyle karışmasın diye sözlerinin Kur’ân sahifelerinin kenarına yazılmasını yasaklamıştır. O dönem Kur’ân’ın muhafazasına büyük özen gösteriliyor, her türlü önlem alınıyordu. Belli ki, vahiy kâtipleri yada hususi mushafı olanlar yazdıkları Kur’ân sahifelerinin kenarına Hz. Peygamber’den duydukları bazı şeyleri derhal not ediyorlardı. Bunun ileride sıkıntılara yol açabileceğini düşünen Allah Resûlü buna engel olmak istemiştir. Bunun haricinde dileyen, yazabilen onun sözlerini istediği yere kaydedebilecektir.
    Son olarak şunu sormak gerekir: Bir şeyin kanıt olması yazılı olmasına mı bağlıdır? Yazılı olmayan şeyler kanıt olmaz mı? Bir şeyin kanıt olma şartı yazı olması imkansız. Zira sözü yazan adil biri değilse o sözün yazılması bir mana ifade etmez. Diğer taraftan meselâ namazı ele alalım. Tüm şartlarıyla beraber Resûlullah’ın bunu yazdırdığına dair bir bilgiye haiz değiliz. Şimdi namaz kılmayacak mıyız? Allah Resûlü, “Beni nasıl görüyorsanız öylece kılınız.” demiştir. Namaz nesilden nesile bu şekilde aktarılmıştır. Ne olacak şimdi?! Yine Kur’ân naklinde de birinci derecede ezberde olana saygınlık edilmiştir. Acaba Kur’ân sırf yazıldığı için mi hepimiz için kanıt oluyor yoksa yüzbinler nesilden nesile onu ezberden naklettiği için mi?
    O devrin yazı türünü düşündüğümüzde hakikaten zorlukları var, onun için gelişmiş ve (nokta ve hareke açısından) nisbeten değişmiştir. Elbette yazı fazlaca mühim bir takviye unsurudur, sadece birinci derecede Kur’ân’ı muhafaza eden tevâtüren ezberdir.
    ..
  • Sünneti inkâr edenlerin ileri sürdükleri deliller esasen dörttür. Bunları şu şekilde belirlemek ve cevaplamak mümkündür.
    1. “Din kat’î olmalıdır. Sünnet ise zannîdir. Kur’ân’da ise zan ve şüphe yoktur. Allah ‘Bu kitapta asla şüphe yoktur. ’ buyurmaktadır. Ayrıca Kur’ân zanna uymayı da yasaklamıştır.”
    Burada epey bir sorun iç içe sokulmuştur. Belli ki kat’îlikten tevâtür kastedilmektedir. Buna nazaran Kur’ân mütevâtirdir ve sübûtu kat’îdir. Sünnet ise âhâd haberdir ve sübûtu zannîdir. Buraya kadar doğrudur. Bundan sonrasında gelen yargı cümleleri ise oldukça problemlidir. “Sünnet zannî olduğu için Kur’ân ona uymayı aslında yasaklar.”
    İşte bu aşamada her zan (kastettiğimiz gâlib zandır) ifade edenin uyulmaması ihtiyaç duyulan şey olduğu tespiti sorgulanmalıdır. Bir kere Kur’ân’ın yasakladığı zan hakikat karşısında, kati data, vahiy karşısındaki zan- dır. Bu zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıyla inanç ve tevhid mevzularında zannın yeri yoktur. Diğer taraftan Kur’ân’ın sübût yönünden kat’î olduğu söylenebilirse de delâlet bakımından devamlı kat’î değildir.
    Bazı âyetlerin delâleti zannî olabilir. Ayetin zannî olması olası birkaç anlamının bulunmuş olduğu manasına gelir. Bu itibarla onun olası manalarından birisi tercih edilip uygulanırsa bu uygulamanın zannî olduğu, dolayısıyla batıl olduğuna derhal karar verilemez. O halde delâleti zannî de olsa biz nasslara uymakla mükellefiz. Bir şekilde nassları anlamada çaba sarfetmeli, şu demek oluyor ki ictihâd etmeli, arkasından oluşan gâlib zanna nazaran amel etmeliyiz.
    İmam Şâfiî’inin bu meselede ortaya koyduğu bir akıl yürütme vardır ki oldukça aydınlatıcıdır. Ona nazaran kat’î bir delille haram olan şey zannî bir delille mubah olabilir mi? Olabilir. Eğer mahkemede iki şâhid birinin bir adam öldürdüğünü söylerse o kişiye kısas uygulanır. Adam öldürmek kat’î delillerle haramdır. İki şâhidin şâhidliği ise zannî bir durumu ifade eder. Zira bunların yalan yada yanlış şâhidlik etmeleri muhtemeldir. O halde niçin bu şâhidliğİ kabul edip haram olan bir şeyi mubaha çeviriyoruz? Bu sebeple iki kişinin şâhidliğini kabul etmeyi Allah emretmektedir. Bunun benzer biçimde haber-i vâhid de olsa, bu tarz şeyleri nakleden râvilerin yalan yada yanlışlık yapma ihtimali de olsa Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına uymakla mükellefiz. Bu sebeple ona uymayı bizlere Allah emretmektedir.
  • Zayıf hadîslerle amel edilir mi yada ne tür mevzularda amel edilir?
    Zayıf hadîs derken kastedileni açıklamak durumundayız. Bu sebeple fazlaca zayıf da hafifçe zayıf da zayıf hadîs olarak adlandırılmaktadır. Oysa bunların teknik tabirleri farklıdır. Râviler için “oldukça zayıf, fazlaca zayif’ tabiri kullanılmaktadır; fakat hadîsler için fazlaca zayıf yada şiddetli- hafifçe zayıf tabiri teknik olarak kullanılmamaktadır. Bunun yerine fazlaca zayıf hadîsler için şiddetin derecesine nazaran mevzû’, metrûk ve münker terimleri kullanılır. Hafif zayıflar için de esasen bunların haricinde kalan terimler kullanılır. O halde burada zayıf hadîsle iki türü de kastedersek onlarla amel durumunu şöyleki açıklayabiliriz:
    Şiddetli zayıf hadîs: Bir başkasını destekleyemeyen ve bir başkası tarafınca desteklenemeyen “kizbu’r-râvinin, muttehem bi’l-kizbin, fasığın ve aşırı hata yapan” râvinin hadîsidir. Bunlar sırasıyla yukarıda dediğimiz benzer biçimde mevzu’, metrûk ve münker adını alırlar. Bunlarla amel aşağıdaki gibidir:
    1. İtikadî mevzularda: İtikadî mevzularda asla bu tür hadîslerle amel edilmez.
    2. Ahkâm (haram-helâl) mevzularında: Amelî mevzularda da asla bu tür hadîslerle amel edilmez.
    3. Terğîb ve terhîb, fezâil mevzularında: Asla bu tür hadîslerle amel edilmez.
    Hafif zayıf hadîs: Bir başkasını destekleyebilen ve bir başkası tarafınca desteklenebilen sû-i hıfz sahibi râvinin, semamı tasrîh etmeyen müdellis râvinin, cehâletu’r-râvinin… hadîsidir. Bu tür zayıf hadîsler destek bulursa hasen li-ğayrihi derecesine yükselir. Destekleri yoksa hafifçe zayıf olarak bırakılırlar. Bu durumda onlarla amel meselesinde üç görüş ortaya çıkmıştır.
    1. Zayıf hadîslerle asla amel olunmaz. (itikadî, amelî olsun, terğîb ve terhîb, fezâil mevzularında olsun farketmez, bu tür hadîslerle asla amel edilmez.)
    2. Zayıf hadîslerle her mevzuda mutlak olarak amel edilir. (İtikadî, amelî, terğîb ve terhîb, fezâil konularının hepsinde amel edilir.)
    3. Terğîb ve terhîb, amellerin faziletleri mevzusunda bazı şartlara bağlı olarak zayıf hadîsle amel etmek mümkündür. Buna nazaran itikad ve ahkâm mevzularında zayıf hadîslerle amel edilmez ki, isabetli olan görüş budur.
    Bu şartlar şunlardır:
    a. Yalancı birinin yada şiddetli zayıf birinin tek başına rivâyet etmiş olduğu bir hadîs olmamalıdır.
    b. Hadîs, kendisiyle amel olunan umumî ve aslî bir hükmün ihatası altına girmelidir. Yani fezâil de olsa yeni bir yargı getirmemelidir.
    c. Amel edilirken o hadîsin durağan(durgun) olduğuna inanılmamalı, aksine ihtiyaten amel edilmiş olduğu bilinmelidir.
    ….
  • Kur’ân ile hadîsin sübûtu aynı değerde midir? İkisini anlamada aynı metodu kullanmak mı gerekir?
    Kur’ân ile hadîsin sübûtu elb’ette aynı değerde değildir. Dolayısıyla başta sübût açısından Kur’ân araştırma dışıdır. Zira mütevâtirdir. Hadîslerin bir çok âhâd olduğundan durağan(durgun) olup olmadıkları araştırılmalıdır. Bunun için de hadîs usûlü oluşmuştur. Ancak buna bakarak Kur’ân ile hadîsi anlamanın başka başka şeyler bulunduğunu söylemek yanlış ve tutarsız bir iddia olur. Hadîs sahîh olduğunda onu idrak etmek ile Kur’ân’ı idrak etmek içinde fark yoktur. Kur’ân’ı idrak etmek için uyguladığımız metotların hepsi hadîsler için de geçerlidir. Kur’ân ve hadîslerin dili Arapçadır. Bu da her ikisine aynı metodun uygulanması icap ettiğini gerektirme ettirir. Kur’ân lâfızlarının umumu var ise hadîslerin de vardır.
    Kur’ân lâfızlarında ibarenin, işaretin delâleti var ise hadîslerde de vardır. Kur’ân lâfızlarında müşkil, müteşâbih var ise hadîslerde , de vardır. Kur’ân lâfızlarında hakikat, mecaz, kinaye var ise hadîs lâfızlarında da vardır. Kur’ân’da gaybî haberler var ise, hadîslerde de vardır. Kur’ân’da mu’cizeler var ise hadîslerde de vardır. Kur’ân’da geçmiş peygamber lerden bahisler var ise hadîslerde de vardır. Kur’ân âyetlerinde illet, sebep . söz mevzusuyla hadîsler için de söz mevzusudur. Dolayısıyla tüm bu hususları iyi mi anlıyorsak hadîsler söz konusu olduğunda da öyleki idrak etmek durumundayız.
    Meselâ Kur’ân’da mu’cizevî olarak anlatılan vakaları kabul edip hadîslerde bu şekilde geçenleri reddetmek tutarsızlıktır. Kur’ân’da Zülkarneyn’in yaptıkları benzer biçimde aklı aşan bazı şeyler var ise ve bu durum olduğu benzer biçimde kabul ediliyorsa hadîslerde de (akla aykırı değil fakat) aklı aşan şeyler olduğunda olduğu benzer biçimde kabul etmek durumundayız. Kur’ân’da Allah’ın sıfatlarıyla ilgili olan müteşâbih âyetleri te’vîl edip hadîslerde geçenleri reddetmek bir çelişkidir. Misaller arttırılabilir. Dolayısıyla tutarlılık açısından Kur’ân ve hadîslerin anlaşılmasında aynı şekilde hareket etmek gereklidir.
  • Oryantalistlerin hadîsle ilgili temel iddialarını kaç başlık altında toplayabiliriz?
    Oryantalistlerin hadîsle ilgili çeşitli iddiaları vardır. Hepsinin temelinde Müslümanların hadîslere olan itimatını sarsmak yatmaktadır. Özetlemek gerekirse bu iddialardan bazılarını şöyleki sıralamak mümkündür:
    a. Hadîs külliyatı sözlü aktarıma dayalıdır. Hadîsler yüz elli-iki yüz yıl kulaktan kulağa nakledildikten sonrasında yazıya geçmiştir.
    b. Hadîs külliyatı İslâm’ın iyi mi teşekkül edip geliştiğinin iyi bir belgesi olabilir. Zira hadîsler ilk dönem âlimlerin görüşlerini meşrûlaştırmak için Hz. Peygamber’e isnâd ederek uydurdukları metinlerdir. Bu uyduruk metinler İslâm’ı temsil etmektedir.
    c. Geç dönemdeki eserlerde hadîslerin sayısı ilk ‘ dönemde yazılan eserlerde bulunan hadîslerden oldukça fazladır. Bu durum hadîslerin sahîh olmadığını, tabir-i diğerle uydurulduğunu gösterir.
    d. Genç sahâbilerin naklettiği hadîsler daha yaşlı sahâbilerin naklettiği hadîslerden oldukça fazladır.
    e. Uygulanan isnâd sistemi hazzı olup hiçbir hadîsin sahîh olduğuna bir kanıt teşkil edemez.
    f. Pek fazlaca hadîs birbiriyle çelişkilidir. Akla aykırı pek fazlaca hadîs vardır.
    g. Hadîs metinleri uydurulmuş olduğu kadar isnâdlar da uydurulmuştur.
    h. Müslümanlar bir tek isnâd tenkidi yapmış, metin tenkidini uy- gulamamıştır.
    i. Buhârî ve Müslim uydurma hadîslerle doludur.
    j. “Peygamber’in sünneti” tabiri dinî bir muhtevaya haiz değildir. Hz. Peygamber dinde teşrîî maksadıyla herhangi bir şey söylememiş ve yapmamıştır. Bu tabir siyasî gelişmelerin ürünü olup İmam Şâfiî ile beraber İslâm Hukuku’na girmiştir. Ondan ilkin sünnet toplumun örfü, Müslümanların ictihâdı anlamındaydı.
    k. Sahâbenin adil olduğu varsayımı hayalden ibarettir. Onlar Hz. Peygamber adına yalan söyleyebilmiştir.
    l. Hadîsleri nakleden sahâbe, tâbiûn ve sonrakiler sultanların ve meliklerin emrinde, onların kuklaları idiler.
    m. Hadîsler üstüne tarihî gerçekler bina edilemez. Zira hadîslerde onların uydurulduğuna delâlet eden pek fazlaca tarihî yanlışlıklar vardır.
    n.Hadîslerde ehl-i kitâbın izlerini görmek mümkündür. Hadîslerin oluşumunda İsrâiliyyât’ın tesiri inkâr edilemez.
    o. Bir hadîsin ne süre ortaya çıktığını, öteki bir ifadeyle uydurulduğunu tespit etmeye çalışmışlardır. Buna onların ifadesiyle “hadîs tarihlendirme metotları” denmektedir. Bunu için de metni, hadîsin bulunmuş olduğu deposu, isnâdı, isnâd ve metni beraber esas alan tarihlendirme metotları geliştirmişlerdir. Bu çerçevede “ortak râvi” teorisi geliştirmişler ve hadîsi uydurmaktan görevli kişiyi de buluvermişlerdir.
    ..
    Oryantalistlerin temel iddiaları bunlardır. Bu iddiaları desteklemek için daha pek fazlaca iddiada’bulunmuşlardır. Meselâ Ebû Hureyre, İbn Şihâb ez-Zührî benzer biçimde hadîs tarihinde merkezî rol oynayan adları töhmet altında bırakmaya çalışmışlardır. Tüm bunlara bilimsel çalışmalarla yanıt verilmiştir. Hatta son dönem oryantalistleri bile bu iddiaların gerçeği yansıtmaktan uzak bulunduğunu itiraf etmişlerdir. Burada bilhassa Nabia Abbott, Fuad Sezgin, M. Mustafa A’zamî, Hamidullah ve Ekrem Ziya Umerî’nin adlarını anmak gerekir. Bilhassa Arap dünyasında oryantalistlerin iddialarına yönelik reddiyelerin bayağı fazla bulunduğunu belirtelim. Son olarak Arap dünyasında Beyânu’l-İslâm: er- Redd ale’l-iftirâât ve’ş-şübühât adıyla Kur’ân ve sünnete yönelik tüm karacılık ve şüphelerin yer almış olduğu ve tek tek cevaplandığı 24 ciltlik ansiklopedik bir çalışmanın yapıldığını hatırlatalım.
  • Bilhassa Nüzûl-i îsâ, Deccâl, Mehdî, şefaat, tevessül, mezar azabı fazlaca tartışılıyor. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
    Bu mevzularla ilgili detaylı açıklamaları Günümüz Hadîs Tartışmaları adlı kitabımızda yapmıştık. Burada özetlemek gerekirse bu konulardaki görüşlerimizi belirtelim:Hz. Isa’nın nüzulüyle ilgili hadîsleri otuzdan fazla sahâbi nakletmiştir. Bunlar içinde zayıf ve mevzû’ hadîsler de vardır. Ancak sahîh olanlar oldukça fazladır. Klasik ulemânın deyimiyle bu hadîsler manevî mütevâtir derecesine ulaşmıştır. Burada mütevâtir olan bir tek Hz. îsâ’nın nüzûlüne dair bilgidir. Bu hadîsleri red için ileri sürülen “Kur’ân’a aykırılık, İsrâiliyyât olma…” benzer biçimde gerekçeler tatminkar olmaktan uzaktır.
    Deccâl’le ilgili hadîsler de oldukça fazladır. Deccâl’in bazı özelliklerinden bahsedilir ki, anlaşılmaları oldukça zor olsa gerek. Deccâl’le ilgili hadîsler de yoruma tâbi tutulmuştur. Zahirleri bu yorumlara engel benzer biçimde durmaktadır, fakat bir hadîs vardır ki, Deccâl’le ilgili hadîsleri yorumlamaya imkân vermektedir. O da “kıyamete yakın otuz civarında yalancı Deccâl’in çıkacağıdır.”
    Bu rivâyet İlginç özelliklere haiz bir varlığın değil, sövgü, isyan, ifsâd, fitne, yozlaşma ve kargaşanın sembolü olan şahıs, kurum, topluluk ve devletlere dikkatimizi çekmektedir.
    Mehdî ile ilgili hadîslere ulaşınca mevzuyla alâkalı detaylı data, münakaşa ve kanaatlerimizi Günümüz Hadîs Tartışmaları (IFAV, İstanbul, 2012) adlı kitabımızda serdetmiştik. Detaylı data için oraya bakılmalıdır. Burada kanaatimizi özetlemek istiyoruz.
    1. Mehdî hadîsleri otuza yakın sahâbiden nakledilmiştir. İçlerinde hasen-sahîh, zayıf ve mevzû’ hadîs vardır. Hadîslerin bir çok tenkide uğramıştır. Ama tenkidden salim hadîsler de bulunmaktadır.
    2. Mehdî hadîsleri klasik tabirle manevî mütevâtir derecesine ulaşmıştır. Ama dikkat edilecek husus manevî tevâtüre ulaşan bölümün mehdinin zuhuru ve adaleti tesis edecek olmasıdır. Soyu, adı, kimler içinden çıkacağı, nereden çıkacağı, kaç yıl kalacağı benzer biçimde vasıflara ve zikredilen muhteşem özelliklere dair hadîsler hem zafiyet açısından hem de haber-i vâhid olmaları cihetiyle ihticâca uygun değildir.
    3. Mehdî hadîslerinin klasik anlamıyla manevî mütevâtir olması, inkâr edeni küfre sokmaz. Zira mehdi hadîsleri tartışmalı olup şahıs bunu bir gerekçeyle reddetmektedir. Ayrıca mütevâtir haberi reddetmek küfrü gerektirse bile hadîsler söz konusu olduğunda hangi haberin mütevâtir bulunduğunu belirlemek o denli da kolay değildir.
    ….
    Şefaat hadîsleri pek fazladır. Onlar da manevî tevatür seviyesine çıkmıştır. Şefâat, Allah’ın rahmetinin bir tezahürü olarak Hz. Peygamber’in mü’minler için Allah’tan yakarma talebinde bulunmasıdır. Şefâat yetkisi Allah tarafınca Hz. Peygamber’e verilmiştir. Bu, Hz. Peygamber’i bir anlamda onurlandırmak, ona iltifat etmektir. Şefaatin bazı şartları vardır: Kul hakları şefâatin dışındadır. Kâfirler, münafıklar şefaatin dışındadır. Şefâat, Hz. Peygamber’in, Allah’ın razı olduğu kullarına yönelik olacaktır. Buradaki “rıza” inanç olarak yorumlanmıştır. Diğer taraftan şefâat, asla kimsenin cehenneme uğramayacağı anlamına gelmez. Şefâatle bazı mü’minler direkt cennete gireceği benzer biçimde cehennemde günahlarının cezasını çekerken şefâatle cennete girecekler de olacaktır.
    Şefâatin Kur’ân’a aykırı olduğu iddiası tatminkar değildir. Kur’ân’ın yasakladığı şefâat putlardan umulan yada müşriklerin beklentisi olan şefâattir. Şefâatin torpil olduğu iddiası da doğru değildir. Zira dünyevî şefaatte şahıs şefâatçisini kendi belirleme eder, kişinin şefâatçisini etkileme oranı vardır ve süreç aşağıdan yukarıya doğrudur.
    Kabir azabıyla ilgili bayağı fazla hadîs vardır. Ayrıca mezar azabıyla ilgili bazı âyetler de söz mevzusudur. Konuyla ilgili âyet ve hadîsler Şunlardır:
    1. “O zâlimleri can çekişirlerken ve melekler de ellerini uzatarak; ‘Hadi canlarınızı teslim edin! Bugün, Allah’a karşı söylediğiniz gerçekdışı sözlerden ve O’nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandıracaksınız.’ diye seslendiklerinde, o zâlimlerin hâlini bir görseydin!”6
    Bu âyetteki “bugün alçaltıcı azapla cezalandırılacağınız gündür” ifadesi ile muhtemelen mezar azabı kastedilmiştir. Bu sebeple can veren insanoğlunun o gün maruz kalabileceği başka bir azap âlemi yoktur.
    2. Buna benzer öteki bir âyette de, “O kâfirler öldükleri zaman, melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak, ‘Yakıp kavuran azabı tadın bakalım!’ dediklerinde bir görseydin!”7 buyrulmak- tadır.
    3. “Onlara iki kez azap vereceğiz. Daha sonra ise onları büyük bir azaba uğratacağız.”8
    Burada sözü edilen “iki azap”tan biri, muhtemelen muharebede kaybetmelerinin acısı, diğeri de mezar azabıdır. “Daha sonra ise onları büyük bir azaba uğratacağız.” cümlesi ise, kıyamet gününe işaret etmektedir. Ebû Hanîfe, Mâtüridî, Eş’arî benzer biçimde âlimler de bu âyetin mezar azabına delâlet ettiğini belirtirler.
    4. Hz. Nûh’un kavmi hakkında gelen; “Onlar tufanda boğuldular ve hemen ateşe atıldılar.”9 âyetinin de mezar azabına delâlet etmiş olduğu kabul edilmiştir. Bu sebeple ölümden sonrasında derhal ateşe atılmaları, sadece mezar azabı ile izah edilebilir.
    5. “Onlara, o en büyük azaptan önce yakın bir azaptan da tattıracağız.”10 âyeti de bazı âlimlere nazaran mezar azabına delâlet etmektedir. “En büyük azap” mahşerdeki durumu, “yakın azap” da mezar azabını ifade etmektedir. İbn Abbâs, Ebû Hanîfe ve Mâtüridî de bu kanaattedir.
    ….
    Ehl-i Sünnete nazaran mezar azabı haktır. Bu hususta kitap ve sünnetten birçok kanıt olduğu anlaşılmaktadır.

    6. En’âm, 93.
    7. Enfâl, 50.
    8. Tevbe, 101.
    9. Nûh, 25.
    10. Secde, 21.


Günümüz Hadis Problemleri İncelemesi – Kişisel Yorumlar

Eseri ders kitabi olarak okumuştum. Gayet net ve açık sözü dolandırmadan özetleyen bir izah biçimi var .
Hadislerle ilgili tüm rivayetleri sıhhatli olup olmadığı ravilerin durumunu ;bilindik duyulmuş hadisleri mevzu edinmiş bir eserdir.
+Başucu sayabilecegimiz kaynak gosterbilicek güzel bir kitap. Arasira bu hadis hakkında ne demiş diye bakıyorum.
Hani bazılarının aslına bakarsak peygamber öyleki demek istememiş hadisi metazori modernite edip cici gösterme, ip üstünde cambazliga gitmemiştir.
Mantık dahilinde de açıklamıştır.
Bazı hadislerin bilhassa fiili hadislerin değişik şekillerde olduğu hz. Peygemberin iki değişik tavır takındığını bunun günümüzde de örf gelenek kültürde şunun daha mubah bulunduğunu da bahsi geçen hadisin sonunda söyler. (mukavvadan adam)


Günümüz Hadis Problemleri PDF indirme linki var mı?


Yavuz Köktaş – Günümüz Hadis Problemleri kitabı için internette en fazlaca meydana getirilen aramalardan birisi de Günümüz Hadis Problemleri PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan bir çok kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF’leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Yavuz Köktaş Kimdir?

1969 senesinde Trabzon-Of’da hayata merhaba dedi. Yüksek öğrenimini Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Aynı fakültede Tefsir branşında yüksek lisansını yapmış oldu (1996). 1995’de Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize İlahiyat Fakültesi’ne Araştırma Görevlisi olarak girdi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı olarak Hadîs branşında Metin Tahlili Açısından Fethu’l-bârî ve Umdetu’l-kârî’nin Mukayesesi adıyla doktorasını tamamladı (1999). 2000 senesinde Rize İlahiyat Fakültesi’ne Yrd. Doç. olarak atandı. 2005 senesinde Doçent; 2010 senesinde Profesör oldu. Halen Rize Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde bu görevine devam etmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.


Yavuz Köktaş Kitapları – Eserleri

  • Günümüz Hadis Problemleri
  • Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler
  • Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak
  • Hadis Tarihi ve Usulü
  • 100 Soruda Hadis Meseleleri
  • Anahatlarıyla Ahkam Hadisleri
  • Güncel Hadis Yorum ve Tartışmaları
  • Ahlak Hadisleri II
  • Günümüz Hadis Tartışmaları
  • Tutarsız Hadisler ve Çözüm Yolları
  • Kadınla İlgili Hadisler
  • Hadis Fetvaları
  • Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1
  • Fıkıh ve Hadis Ya Da Doktor ve Eczacı
  • Yolda Olabilmek Yolda Kalabilmek
  • Bilgi Ahlak ve Hikmet Açısından Sünnet
  • Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri
  • Hadis Usulü Yazıları
  • Hadis ve Sünnette Oryantalist Yaklaşımlar
  • Akıl ve Nakil
  • Hadislerin Anlaşılmasında Yöntem Tartışmaları
  • Ehl-i Hadis Eleştirisi
  • Seküler Dünyaya Hikmetli Cevap; Taha Abdurrahman’ın Felsefesi
  • Hayata Dair 40 Hadis 40 Yorum


Yavuz Köktaş Alıntıları – Sözleri

  • 3. Kur’an’ı anlamanın en mühim yollarından biri de sünnete müracaat etmektir. Ümmetin alimlerinin icma etmiş olduğu mevzulara dikkat etmektir. Hele bu icmanın dayanağı Kur’an yada sünnet nassı ise bin düşünmeli bir dahi söylememelidir. Evet, Kur’an’daki bazı ayetlerin olası manaları vardır, diyelim. Eğer biri öyleki, Diğeri bu şekilde anlıyor ise burada ayetin anlamı zannî anlama gelir. O halde bu ayet tek başına kati kanıt olması imkansız.
    Bu durumda 0 anlamlardan birini destekleyen karinelere/başka delillere bakmak gerekir. İşte sünnet bu aşamada fazlaca önemlidir. Yine gaybı örnek vermek gerekirse, diyelim ki, Hz. Pey gamber’in gaybı bilip bilmemesini tartışıyoruz. Farzedelim ki, ilgili ayetler bizlere kati data vermemektedir. Ayetten Hz. Pey gamber’in gaybı bilebileceği de bilemeyeceği de anlaşılmaktadır.
    O halde bu ayet/ayetler tek başına kanıt olması imkansız, anlama gelir, Sünnete müracaat ettiğimizde mütevatir derecesinde Allah Resulunun gaybden haber verdiğini görüyoruz. Yani o denli fazlaca vaka var ki, hepsinin ortak noktası Resulullah’ın gaybden haber verdiği bilgisinin kati olmasıdır. Bu bilgiyle Kur’an’a baktığımızda faraza manası olası olan ayetin artık bu olası manalanndan birinin tercih edilebilecek delilleri bulunduğunu tespit ediyoruz. Eğer sünneti dikkate almaz isek ayetin olası manalarından birini neye nazaran tercih edeceğiz?
    Sünnet yoksa tercih akla nazaran olmayacak mıdır? Peki bu şekilde bir metod olabilir mi? Aynı şeyi Hz. İsa’nın nuzulu için de söyleyebiliriz. Aslında mütevatir sayılabilecek hadislerle ayetler birbirini teyid etmektedir. Ama bir an öyleki değil de Kur’an ayetlerinin manasının sarih olmadığını, olası bulunduğunu İsa’nın ref’ine de, ref’edilmediğine de delalet ettiğini düşünelim. O süre bu manlardan birini tercih etmek için dışsal bir karineye ihtiyacımız var anlama gelir. Bu da sünnetin (ve dahi icmanın) kendisidir.
    Sünnet, bu mevzuda mütevatirdir. O halde Hz. İsa’nın ref’iyle ilgili ayetlerde maksad hakiki anlama gelir. Peki sünneti dikkate almaz isek ne yapacağız? Yapacağımız şey bu olası manalardan birini çağdaş şartların da etkisiyle aklımızla belirlemek olacaktır. Aynı şeyi şefaat meselesi için de düşünmek mümkündür. O halde öncelikli olarak metodumuzu belirlemek gerekir. Ve bu metodun sağlam dayanaklarının olması gerekir. Kur’an’da ne var ise ona uyarım, demek bir metoda nazaran hareket etmek değildir. (Akıl ve Nakil)
  • Kuran’a Bakılırsa Sünnetin Dindeki Yeri – 4
    Hz.Peygambere İsyan ve Eziyetin Yasak Oluşu:
    -Allah’ı ve resulünü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette lânetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır.(Ahzap 57)
    -Yolun doğrusu kendine apaçık belli olduktan sonrasında Resûlullah’a karşı çıkan ve müminlerin yolundan başkasını izleyen kimseyi saptığı yönde bırakırız ve onu cehenneme atarız. Orası varılacak ne fena bir yerdir!(Nisa 115)
    -Kim de Allah’a ve peygamberine itaatsizlik eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, sürekli kalacağı bir ateşe sokar, onun için alçaltıcı bir azap vardır.(Nisa 14)
    -Şu sebeple ki, onlar Allah ve resulüne karşı geldiler; Allah ve resulüne karşı gelenleri Allah şiddetle cezalandırmaktadır.(Enfal 13)
    (…)
    Ona isyan ve eziyet, onun söz ve davranışlarına karşı çıkmak şeklinde belirmektedir. Bu karşı çıkış nübüvvetine yönelik olursa küfürdür. (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler)
  • g. Kadınlara yazıyı öğretmek
    “Kadınlarınızı odalarda oturtunuz, onlara yazıyı öğretmeyiniz.”1
    Hakim et-Tirmizi, bunu nakletmekle kalmayıp ek olarak onu şu şekilde yorumlamıştır: “Resülullah, erkekleri görmesinler diye hanımefendilerin odalarında oturtulmasını istemiştir. Bu, hanımefendileri harama düşmekten korumak içindir. Bu sebeple onlar nefislerine haiz değildir. O denli ki bırakılsalar yüksek bir yere çıkıp erkeklere bakarlar. Böylelikle bela ve fitne meydana gelir. İşte Resülullah, fitneye vesile olmasınlar diye onları sakındırmıştır…
    Yazının öğretimi de böyledir. Bazen bu fitneye sebep olabilir, Kadın, arzu etmiş olduğu hiç kimseye mektup yazabilir. Yazıda gözlerden bir göz vardır. Onunla şahid gaibi görür. Bununla dilin söyleyemediği şey gönülden ifade edilebilir. İşte bu, dilden daha etkileyicidir. Neticede Resülullah, hanımefendileri harama düşmekten korumak ve kalplerini temizlemek için fitne sebeplerini ortadan kaldırmak istemiştir.”
    Burada ek olarak bu tür hadisleri bir tek Hakim et-Tirmizi benzer biçimde sufilerin kabul etmediğini belirtelim. Şevkani ve İbn Hacer el-Heytemi benzer biçimde alimler de bu hadisi kabul edip yorumlayanlar arasındadır.” Bu hadisi Başat en-Neysabüri, e/-Müsfedrek adlı eserinde nakletmiş ve senetinin sahih bulunduğunu, sadece Buhari ve Müslim’in onu rivayet etmediklerini belirtmiştir.199 Bununla beraber Zehebi, onun bu tavrını eleştirmiş, hadisin mevzü bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Ona nazaran senette Abdulvahhâb b. Dahhâk vardır ki Ebü Hâtim, onu “kezzâb” olarak nitelemiştir. (Zehebi’nin 72/hisul-mevzüâttaki görüşleri Başat en-Neysabüri’nin, el-Müstedrek adlı eserinde dipnot olarak verilmiştir.!37
    Aynı zamanda bu hadis, İbnu’l-Cevzi tarafınca da eleştiri edilmiştir. İbnu’l-Cevzi bu hadisin sahih olmadığını belirtmiştir. Ona nazaran Hakim en-Neysaburi bunu e/-Müstedrek’te tahric etmiştir. Ancak hadisin durumu ona gizli saklı kalmıştır. Senette geçen Muhammed b. İbrahim hakkında Ebü Hâtim şöyleki der: “Muhammed b. İbrahim, Şamlılara atfen hadis uydurur. Ondan sadece itibar için hadis rivayet etmek helaldir. Aslı olmayan birçok hadis rivayet etmiştir. Onunla ihticac etmek ise helal değildir.”
    Yukarıdaki hadis İslâm’ın temel ilkeleriyle ve yaşanmış İslâm tarihiyle çelişki içindedir. Zira Ebü Dâvüd’un naklettiği bir hadiste Şifâ Ümmü Süleyman b. Ebü Hasme şöyleki demektedir: “Hafsa’nın yanında bulunduğum sırada Nebi geldi ve bana ‘Şuna yazı yazmayı öğrettiğin gibi nemle efsununu da öğretmez misin” buyurdu.”139 Bu hadisi yorumlayan Hattabi, onda bayanlara yazı öğretmenin mekruh olmadığına kanıt bulunduğunu ifade eder.!140 Dolayısıyla mezkur hadis, hatta hadisin yorumu bir tek zamanı bir kıymet taşıyabilir. (Fıkıh ve Hadis Ya Da Doktor ve Eczacı)
  • Kuvvetli bir inanç gerçek bir özgürlüktür… (Fıkıh ve Hadis Ya Da Doktor ve Eczacı)
  • Bazı müslümanlarda bazı alerjiler ortaya çıkmış durumda, Hadis, ehl-i sünnet, sahabe, tarikat, tasavvuf, şefaat, keramet, esin, mezhep, cemaat kavramları bunlardan bir kaçıdır. Tüm bunlar detaylı tahlile muhtaç. Elbette hepsinin hem istismar edilen hem de yanlış anlaşılan tarafları var. Farkındayım. Ama vakıanın bu şekilde olması gerçeğin fotoğrafını olduğu benzer biçimde çekmemize engel değil. Bunlar bir yana burada üstünde durmak istediğim ve alerji oluşturan kavramlardan biri de “aracılık”tır. Zira aracılık şirk ile yanyana kullanılmaktadır. Ve derhal müşriklerin putları aracı kılarak Allah’a yakınlaşmak istedikleri hatırlatılır. Bununla irtibatlı kavramlarımız ise şefaat ve tevessül kavramlarıdır. Bunların detayına girmeyeceğim. Ancak “aracılık” meselesinde sıhhatli düşünmemize gereksinim var. “Aracılık” meselesini sağlam bir zemine oturtamazsak dini de yanlış anlamaya başlarız anlama gelir. Onun için sırasıyla bir tahlil yapmak isterim:
    1. Dediğimiz benzer biçimde aracılık günümüzde hep şirk ile beraber kullanılmaktadır. Siz Allah ile iletişiminizde bir aracı kılıyorsanız, otomatikman şirk koşmuş oluyorsunuz. Gerçekten bu şekilde midir? Allah ile arama “aracılar” giriyorsa şirk mi oluyor? Bir kere açıklayalım ki, aracılık kendi başına hiçbir şey ifade etmez. Aracılığa yüklenen anlam önemlidir. Zira “aracı” kimi zaman iyi de olabilir. Onun için aracıya bizim yüklediğimiz anlam önemlidir.
    2. Aracı demek bir anlamda “sebep” anlama gelir. Allah ile aramıza aracının girmesiyle “sebepler”in girmesi aynı şeydir. Peki her sebep şirk midir?Elbette hayır. Biz sebepler dünyasında yaşıyoruz. Sebeplere yapışmak dinimizin emridir. Tek şartla; Sebepler, tanrılaştırılmayacak, yüceltilmeyecek, onda olmayan vasıflar ona yüklenmeyecek. Şu dünyada sebep olmayan hiçbir şey yoktur. Allah’a da sebepler yöntemiyle ulaşırız. Peygamber, sebeptir, aracıdır; alim sebeptir, aracıdır; amel sebeptir, aracıdır; ilim sebeptir, aracıdır. Her türlü, ilim, yakarma, amel, şahıs sebeptir, aracıdır. Bu noktada bir tek şu ayetleri hatırlayalım: “Allah’a ulaşmak için vesile arayın.” ve “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” Bu sebeplere yapışmak şirk olur mu? Olmaz. Neden bunlara yapışmamızı Allah istiyor. Şu “Allah istiyor” meselesi önemlidir. Devam edelim:
    3. İlaç, bir sebeptir. Baba, rızık için bir sebeptir. Şifayı yaratanın, rızkı verenin Allah olduğuna inanırız. Eğer şahıs, şifayı yaratanın Allah değil, ilacın kendisi yada hekim olduğuna inanırsa şirke girer. Rızkı verenin Allah değil de baba yada rızka sebep olan kimse o olduğuna inanırsa şirke girer. Neden? Bu sebeple ilaç, hekim yada baba bir tek ve bir tek birer sebeptir. Sebeplere, onlarda olmayan bir güç isnad etmek şirktir. Mesela bu sebeplerin şifayı yaratması mümkündür. Şifanın sebepte olduğuna inanmak yaratmada Allah’a eş koşmak anlama gelir. Oysa ilaçlar vs. tamamen atomlardan oluşan şuursuz varlıklardır. Onların bir şeyi yaratması düşünülemez. O süre müslüman ilaç, hekim ve babayı sebep olarak bilecek. Bilirse şirk olmaz. Sebep değil de müsebbip olarak bilirse şirk olur.
    4. Bizler namazda Kabe’ye yöneliyoruz. Hacer-i esvedi selamlıyoruz. Dışarıdan bakan bir ateist herhalde bizlere putperest der. Ama bizim yaptığımız şirk değil tevhiddir. Neden? Oyle yapmamızı Allah ve Resulu istemektedir. Bu noktanın altını çiziyorum. Allah’ın belirleme etmiş olduğu bir şeyi aracı kılmak tevhiddir; fakat Allah’ın değil, bizim kendimizin belirleme etmiş olduğu şeye tapınmak şirktir. İşte taştan olan Kabeye yönelmek Allah’ın belirleme etmiş olduğu bir iş olduğundan tevhidin kendisidir. Buradan müşriklerin putlara yaklaşımının şirk olduğu ortaya çıkar. Müşrikler putlardan şefaat umar. Niye? Allah’a yakın oldukları ve yaklaştıracakları için. Ama Allah onlara öyleki bir izin ve yetki vermemiştir. Müşrikler, onlara öyleki bir yetki vermiştir. Bunu da Allah şiddetle reddeder. Allah -olmaz ya!-onlara bu şekilde bir yetki verseydi, aynen Kabede olduğu benzer biçimde tevhidin kendisi olacaklardı.
    5. Bunun benzer biçimde şefaatte peygamberlerin yada başkalarının aracı olması da şirk değildir. Onları aracı kılan, aracı olarak irade buyuran Allah’tır. Bunlar, kendilerine izin ve yetki verilmeden kendilerini aracı olarak belirleme etmiş olsalar bu şirk olur. Ama bu tarz bir olay yoktur. Dolayısıyla bu şekilde bir aracılık şirk olmaz. Nasıl ki, Kabeyi namaz için aracı belirleme eden Allah ise şefaat için (şu demek oluyor ki kendi rahmetinin tahakkuku için) aracılar belirleme eden Allah’tır. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. O süre denilebilir ki, bir aracıyı Allah belirleme ederse tevhid, 0 şey kendini aracı kılarsa şirk olur.
    6. Mürşid, şeyh, alim, peygamber hep aracıdır. Herkes peygamber ve alimin aracılığına bir şey demez fakat iş mürşide ulaşınca demediklerini bırakmazlar. Oysa alimin vasıtasıyla mürşidin aracılığı aynıdır. Eğer mürşid yanlış yapıyor yada başkaları tarafindan yüceltiliyorsa alim de yanlış yapabilir ve birileri tarafindan yüceltilebilir. Bu şekilde yüceltilen ve pek fazlaca kimsenin sapıtmasına neden olan ilim adamları yok mudur? Vardır. Nasıl gerçek olmayan şeyhler var ise gerçek olmayan ilim adamları da vardır. Bu durumda denilebilir ki, dini öğrenmek için alim bir aracıysa nefis terbiyesini gerçekleştirmek, orada bizi bekleyen tehlikelerin farkına varmak için de mürşid önemlidir.

    (Yolda Olabilmek Yolda Kalabilmek)
  • 4 İnsan ve cemiyet söz konusu olduğunda bilimsellikte ısrar etmek aslına bakarsak“ sen benim nesnemsin!” anlama gelir Bu da otomatikman ınsan ve toplumu nesnelleştirmek anlamına gelir. İnsan ve toplumu bir cansız varlık benzer biçimde, bir hayvan benzer biçimde denek yapmaktır. Bu nesnelleştirmeye bugün “cemiyet mühendisliği denilmektedir. Mühendislik ilginçtir, daha ziyade maddî varlıklar üstünde operasyon yapanlar için kullanılan bir kelimedir, İnşaat mühendisi inşaat yapar. Elektrik, elektronik mühendisi nesnesi inceler, evirip çevirir. Besin mühendisi vs. hepsi aynı işlemi yapar.
    İşte tam da insan ve cemiyet söz konusu olduğunda onları madde benzer biçimde görüp nesneleştirmek, istediği benzer biçimde evirip çevirmek anlamına gelir ki, bu, mühendislikten başka bir şey değildir. Oysa insan “anlama”nın mevzusudur. “Empati”nin, “iletişim”in mevzusudur. “Konuşma”nın, “dinleme”nin, “anlaşma”nın mevzusudur. Peki insanı nesneleştirmenin sonucu nedir? Tek kelimeyle tahakkümdür. Nesneye sadece tahakküm edilir. Bilim iyi mi ki, taşa toprağa nesne muamelesi yapmıştır, aynıyla insana da öyleki işlem yapmayı amaçlamıştır. Onun için psikoloji, sosyoloji, antroploji vs. bilim değil, politikacıların yada devletlerin tahakküm aracıdırlar. Tabii bugün bunun farkına varanlar da yok değil. Onun için toplumsal bilimlerde ciddi bir yöntem tartışması vardır. (Yolda Olabilmek Yolda Kalabilmek)
  • Hz.Peygamber’e Has Bazı Özellikleri (HASAİS)
    O bir insan olmanın yanında hem de son peygamberdir(Ahzab, 40); risaleti evrenseldir, (A’raf , 15 8; Enbiya, 107) (Ahkaf, 29; Cin, 1-13); hanımları mü’minlerin anneleridir, (Ahzab, 6); geçmiş-gelecek günahları affedilmiştir, (Fetih, 1-2); kendisine inanılması noktasında peygamberlerden söz alınmıştir, (Al-i imran, 81); kendisine Kevser’in verildiği müjdelenmiştir, (Kevser, 1); ganimetler helal kılınmıştır (Enfal, 1); alemlere rahmet olarak gonderilmiştir, (Enbiya, 107); onun özellikleri Ehl-i Kitab tarafınca bilinmektedir, (Bakara, 89, 146); getirmiş olduğu dinin korunması teminatı verilmiştir, (Tevbe, 33); İsra ve Mi’rac ona hastır, (İsra, 1; Necm, 1-18); çeşitli zamanlarda melekler bizzat yardım etmiştir, (Al-i İmran, 13, 122-123 ); kendisine itaat, hem de Allah’a itaat anlamına gelmektedir, (Nisa, 80); ahirette şehadet ve şefaatı uzma hakkı verilmiştir, (Bakara, 143 ); Makam-ı Mahmud’la taçlanmıştır, (İsra, 79); ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı kılınmıştır, (AI-i İmran, 110) -bu nokta onemlidir, ümmeti en hayırlı olan bir peygamberin, kendisi de herhalde en hayırlı olmalıdır; hayatına ve beldesine yemin edilmiştir, (Hicr, 72; Beled, 1-2); kendisine ve ümmetine, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi lutfedilmiştir. (Kadr, 1-5)
    Ayrıca, Allah’ın öteki peygamberlerden, Hz. Muhammed(s.a.v.)’e inanıp ona yardım edeceklerine dair söz alması (AI-i imran, 81); Resul-i Ekrem (a.s.) ile konuşanların seslerini yükseltmelerinin yasaklanması (Hucurat, 2); diğeri peygamberlere hem Allah Teala hem de ümmetleri kendi isimleriyle hitap ettikleri halde (Bakara, 35; Maide, 110; Hud, 32; Meryem, 12), Allah’ın Hz. Muhammed(a.s.)’e ismiyle degil “Ey Nebi” (Enfal, 64; Ahzab, 1), “Ey Resul” (Maide, 67; Talak, 1) benzer biçimde sıfatlarla hitap etmesi; sahabilerin birbirlerine seslendikleri benzer biçimde, Resulullah (a.s.)’a seslenmelerinin men edilmesi (Nur 63)· Kuran’da bir tek Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatına yemin edilmesi (Hicr, 72) onun faziletleri olarak kabul edilmiştir.
    s.69-70 (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler)
  • Ayet-Hadis Çelişki İddiası – 4
    Hz.Peygamber Ozan Mi?
    Bera b. Azib konu alıyor: Biri ona sorar: “Ey Ebu Umara! Siz Huneyn günü (harpten) kaçtınız mı?” Bera şu cevabı verir: “Hayır, vallahi! Rasulullah(sav) dönerek gitmedi. Lakin şu var ki, ashabının gençleri ve telaşlı ekibi zırhsız, üzerlerinde tabanca olmaksızın ya da fazlaca tabanca olmaksızın (meydana) çıkmışlardı. Ve atıcı, okları yere düşmeyen bir kavimle Hevazin ve Beni Nasr toplulukları ile karşılaştılar. Bunlar, kendilerini öyleki bir ok yağmuruna tuttular ki, neredeyse okları asla boşa gitmiyordu. Orada, Rasulullah(sav)’in de üstüne yürüdüler. Rasulullah(sav) beyaz katırının üzerindeydi. Ebu Süfyan b. Haris b. Abdilmuttalib de onu yediriyordu. Hemen (yere) inerek Allah’tan zafer diledi ve şöyleki buyurdu:
    Ben nebiyim, yalan yok,
    Ben Abdulmuttalib’in oğluyum.”
    Cündeb b. Süfyan konu alıyor: “Bu gazalardan birinde Rasulullah(sav)’in parmağı kanadı da şöyleki buyurdular:
    Sen kanayan parmaktan başka bir şey değilsin!
    Ama başına gelen Allah yolunda gelmiştir!”
    Bu iki rivayetin şu ayete aykırı olduğu ileri sürülmüştür: “Biz ona şiir öğretmedik; esasen ona yaraşmazdı da. Ona vahyedilen, sadece bir nasihat ve apaçık Kur’an’dır.”(Yasin 69)
    Ayete nazaran, Hz.Peygamber’in şiir öğrenmesi ve bir nazım olarak şiir inşat etmesi mümkün değildir. Hadislerde ise şiir kalınında bazı ifadeler yer almıştır. Bu da ayete aykırı bir durum arz etmektedir. Bu durumu değerlendirilen ulema, hadisleri şöyleki yorumlamıştır:
    1. Evet, Hz.Peygamber bu nazmı söylemiş oldu, sadece şiir inşat etmeyi kastetmemiştir. Söz, söyleyenin kasd ve bilgisi olmaksızın şiir vezninde çıkmıştır. Buna nazaran Hz.Peygamber şiir inşat etmeyi kastetmedi ki söylediği şiir olsun! Kuran’da daşiir vezninde ayetler vardır, fakat onlar şiir değildir.
    2. Şiirden bir beyit söylemek insanı ozan yada şiiri bilen yapmaz. Böyleleri ittifakla ozan olarak nitelenmez. Allah’ın Nebi’sinden nefyettiği şey; tüm derslik, aruz ve kafiyesiyle şiiri bilmektir. Hz.Peygamber, ittifakla, bu tarz bir olay tavsif edilmiş değildir.
    3. Hz.Peygamber’in söylediği şey recez kabilindendir. Recez ise şiir değildir. Allah’ın Nebi’sinden nefyettiği şey şiirdir, recez değil.
    Öyleki anlaşılıyor ki, Hz.Peygamber ender de olsa şiire benzeyen şeyler inşat etmiş, sadece bununla şiir nazmını kastetmemiştir. Hz.Peygamber’in fazlaca ender ifade etmiş olduğu bu tür nazımlardan şiiri bilmiş olduğu ve ozan olduğu anlamı çıkmaz. Allah’ın Nebi’sinden nefyettiği şey, tüm biçimleriyle şiiri bilmekti; şu demek oluyor ki şairliğe soyunmaktır.
    s.333-334 (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler)
  • Zeka ile aklın nitelik ve fonksiyonları farklıdır. Akıl, hikmet içindir. Akletmek, muhakeme etmek, yargı çıkarmak içindir. Kabul eden yada etmeyen, şu demek oluyor ki karar, tercih veren ve seçim meydana getiren akıldır. Bu sebeple akıl, irade sahibidir hem de. Zeka ise irade sahibi değildir ve bir tek aklın faaliyeti için lüzumlu verilen toplar. Beş duyu kanalıyla, ek olarak sezgiler ve hisler yöntemiyle insan şuuruna akan detayları algılar ve aklın önüne koyar. Bunların iradi, sübjektif değerlendirmesini akıl yapar. Böylece insan nihai karar ve tercihini, akli fonksiyonlarıyla belirler. Bu hem de insanoğlunun iradesini ortaya koymasıdır. Akıllı olmak için zeka doğal bir ön koşul iken, akıllı olmak için akıl sahibi olmak benzer biçimde bir ön koşul söz konusu değildir. Bu şekilde bir karşılaştırma esasen doğru değildir, şundan dolayı akıl, insanoğlunun zihin ve düşünme faaliyetinde sonraki aşamayı oluşturmaktadır.
    Zeka, aklın kullanılması için verilmiş bir motordur ve bu motorun verimli ve yararlı kullanılması da aklın işlerliğiyle mümkündür. Aksi takdirde orta yerde bir tek kurnazlık kalır. Oldukça akıllı, daha doğrusu fazlaca kurnaz bir hırsızdan sözedilebilir fakat ona asla akıllı denemez. Bu sebeple o ileriyi düşünememiş ve kendisini çıkmaz bir yola sokmuştur. Gayrimeşru kazanç; yaşamı süresince vicdanını rahatsız edecektir. (Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1)
  • Ayet-Hadis Çelişki İddiası – 3
    “İmamların Kureyş’ten Olması” Kuran’a Aykırı Mı?
    “İmamlar Kureyş’tendir” şeklindeki hadisin şu ayetlere aykırı olduğu ileri sürülmektedir:
    “Ey insanoğlu! Şüphesiz sizi bir adam ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en kıymetli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.”(Hucurat 13)
    “Ey inanç edenler! Eğer inkârı imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi dahi dayanıp güvenilecek dostlar edinmeyin. İçinizden kimler onları dost edinirse, işte kendilerine fenalık edenler bunlardır.”(Tevbe 23)
    “Ey inanç edenler! Kendinizin yada ebeveyninizin ve akrabanızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) varlıklı olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar yada üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”(Nisa 135)
    “Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Ben gerçeği hepinize aynı şekilde açıkladım. Artık size vaad olunan şey yakın mı uzak mı bilmiyorum.”(Enbiya 109)
    “İşte bunun için sen çağrına devam et ve emrolunduğun benzer biçimde doğru çizgini sürdür. Onların arzularına uyma ve şöyleki de: “Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim ve bana aranızda âdil davranmam emredildi. Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Sizinle bizim aramızda mesele yok. Allah hepimizi bir araya getirecektir. Dönüş ancak O’nadır.””(Şura 15)
    Bununla beraber, meseleyi siyasal gelişmelerin ürünü görenler de vardır. S. Ateş, imamların Kureyş’ten olmasıyla ilgili hadisi şu şekilde eleştirir:
    “İmamların Kureyşli olacağı hakkında rivayetlerde, gelişen olayların parmağı inkar edilemez.”
    Ateş’in daha sınra oluşan siyasal şartlar çerçevesinde hadisin uydurulmuş olduğu görüşünde olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu hadisi Kuran’a aykırılık çerçevesinde değerlendirenlerin bulunmuş olduğu da belirtilmelidir. Ancak, bizlere nazaran, hadisleri anlamaya çalışmak aslolan, tenkid etmek arızi bir tavır olmalıdır.
    Şüphesiz, imamların Kureyş’ten olacağı bağlayıcı ve dini bir kural olarak idrak etmek, Kuran’a aykırı gözükmektedir. Fakat mezkur hadisin toplumsal ve beşeri bir gerçeklik ifade ettiğini ve zamanı şartlarda söylendiğini kabul etmek onun anlaşılmasına katkı elde edecektir. İbn Haldun, Kureyşiliği, Kureyş’in bizzat kendisi olarak değil, Kureyş’te bulunan yeterlilik/asabiye unsuruyla açıklar. Mevdudi de bu görüştedir. Şu şekilde der:
    “Hz. Peygamber, o dönem Arapların durumunu görerek bir karara varmıştı ve bu şüphesiz en doğru bir kararmış oldu. Kureyş kabilesi, yetenekli kişilere haiz olması ve asırlardan beri ötekiler üstünde etkili olması yönleri ile kuvvetli bir kabile olarak dururken Kureyş’in haricinde bir kabile devlet idaresine getirilirse, o bu işte muvaffak olması imkansız.”
    Sonuç olarak hadisi Kuran’a aykırıdır, diyerek eleşirmek gereksizdir. Mezkur hadis, tarihin bir anıyla, tamamen dünyevi bir meseleyle ilgili olup, bir tavsiye niteliği taşımaktadır. Evrensel ve hilafete dair dini bir ilkeyi ima etmemektedir. Eğer, bu şekilde bir hadis, dini bakımdan evrensel olarak dile getirilseydi, o süre Kuran’a aykırılığından anlatmak mümkün olurdu.
    s.278-280 (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler)
  • İyi bir Müslüman olmak isteyen kişiye şu dört hadis yeter demiştir:1Ameller niyetlere göredir. 2-Kişinin kendini ilgilendirmeyen yararsız şeylerden uzak durması iyi Müslüman bulunduğunu gösterir. 3-Kişi kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iyi Müslüman olması imkansız. 4-Helâl, haram bellidir. Bunların içinde iki taraftan hangisine girmiş olduğu şüpheli olan şeyler vardır. Bunlardan uzak durun. (Hadis Tarihi ve Usulü)
  • Sahabe’ye mahsus olan, Sahabe’yi “özel” kılan nedir?
    Bu probleminin cevabı şudur: Bugün Kur’an bizlere, nüzul süreci bizim müdahil olmadığımız bir dönemde tamamlanıp bitmiş ve iki kapak içinde toplanmış bir metin olarak, şu demek oluyor ki “Mushaf” olarak hitap etmektedir. Bugün hiçbirimizin hayatında “Acaba bugün Rabbimiz ne buyuracak”, ya da başımıza gelmiş bir vaka hakkında “vahiy nasıl bir çözüm getirecek” benzer biçimde bir probleminin heyecanlı beklentisinden söz edilemez.
    Oysa Sahabe için durum bu şekilde miydi? Onlar için Kur’an, kimi süre isim vererek1) kimi süre ima ve işaret yoluyla2)kimi süre da belli özelliklerini anarak3) kendilerinden bahseden, sabahleyin ve akşam, hazarda ve seferde, darlıkta ve genişlikte… kısacası yaşamın her anında ve merhalesinde yeni bir coşku, yeni bir yargı/bildiri, yeni bir oluş, yeni bir davranış ve anlayış kodu, yeni bir algı boyutu demekti.
    Nazil olan her ayeti hücrelerine sindirircesine bellemek, fehmetmek ve ilk elden muhatapları olarak onu eksiksiz şekilde hayata aktarmanın gayreti içinde olmak onların biricik varlık amacını oluşturuyordu. Hayatın her anını canlı nüzul sürecinin rehberliğinde adım adım kat etmek, nüzul sürecinin bir parçası olma bahtiyarlığına hiçbir süre eremeyecek nesiller için –bir ihtimal “anlaşılması” değil fakat– “hissedilmesi” imkân dışı bir meseledir…
    Sahabe-Kur’an ilişkisi, bir tek onların nüzul sürecine müdahil olmalarıyla sınırı olan değildir. Bu ilişki hem de Kur’an’ın sonraki nesillere aktarımında Sahabe’nin olmazsa olmaz rolünü de belirlemektedir.
    Hemen belirtmek gerekir ki, Sahabe’nin buradaki fonksiyonu kuru bir nakil ameliyesinden ibaret değildir. Dolayısıyla Modern dönemde yerli İslamiyatçıların, bir taraftan İslam’ın tek kaynağının Kur’an bulunduğunu söylerken, öteki taraftan onu bizlere nakleden mütevatir zincirin bu en kırılgan halkası hakkında fütursuzca kelam etmesi, kendi kendine zarar veren kimsenin hamakatinden daha hazin bir görünüm oluşturmaktadır.
    Kur’an’ın müdafaasının bizzat Kadim Kelam’ın sahibi tarafınca güvence edilmiş olduğu bu babda sık sık ileri sürülen argümanlardan biri olarak dikkat çekmektedir. Oysa bu ilahî garantinin, Kur’an’ın korunmasında ve aktarımında Sahabe halkasının hassasiyeti üstünden fonksiyon icra ettiğini gözden uzak tutmak mümkün değildir. Aksi halde Kur’an’ın ilahî güvence altında bulunduğunu ifade eden 15/el-Hicr, 9 ayetinin –sırf aklî küçük bir ihtimal olarak– Kur’an’a bilahare eklenmiş olamayacağını güvence etmek mümkün olmayacaktır. Bir öteki ifadeyle, herhangi birisi bu ayeti bizzat Sahabe’nin Kur’an’a sonradan eklediğini iddia edecek olursa, Sahabe hakkında ileri geri konuşan kimselerin bu iddiaya verecek hiçbir tatminkâr cevabı olması imkansız…
    2. Din’i nakleden ilk dönem olmaları
    Sahabe’nin bu “Din”i bizlere nakleden ilk dönem olması, Kur’an’ın ilk mübelliğ, mübeyyin ve müfessiri olan Sünnet’in de bizlere onlar kanalıyla gelmiş olmasını tazammun eder. Bu Din’in sahibinin, Yüce Kelam’ının “tebliğ”ini olduğu benzer biçimde “beyan”ını da Sünnet’e havale etmiş olduğu anımsanacak olursa4) Sahabe’nin bu bağlamdaki önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zira Kur’an’ın olduğu benzer biçimde Sünnet’in de ilk muhatabı, muhafızı ve nakilcisi Sahabe’den başkası değildir.
    Hem bizzat Kur’an’ın nüzul sürecinin müdahil ve müşahitleri olmaları, hem de Sünnet’in sebeb-i vürudunu teşkil etmeleri dolayısıyla Sahabe halkasının Kur’an bağlamındaki önemi her neyse, Sünnet bağlamındaki önemi de odur.
    Daha da önemlisi, Kur’an’ın anlaşılması, hayata aktarılması ve ondan yargı istinbatı noktasında Sahabe’nin Sünnet’ten almış olduğu eğitim ve esin, sonraki nesillerin Kur’an ve Sünnet’e yaklaşımını belirleyen en mühim etken olmuştur. (Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1)
  • Bizim yol işaretlerimiz peygamberlerdir. (Ahlak Hadisleri II)
  • Ayet-Hadis Çelişki İddiası – 2
    Mürtedin Öldürülmesi Kuran’a Aykırı Mı?
    Hz.Peygamber şöyleki buyurmuştur: “Dinini değiştireni öldürünüz.”
    Bu hadis ilk bakışta ve mutlak olarak dinini değiştiren kimsenin öldürülmesi icap ettiğini ifade etmektedir. Oysa İslam, “Dinde zorlama yoktur”(Bakara 256) ilkesiyle din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına almıştır. Bir dine girmek iyi mi özgür bir tercihle gerçekleşiyorsa, çıkmak da öyleki özgür bir halde gerçekleşmelidir. Sırf bir fikir sebebiyle dinini değiştiren kimse öldürülmeli midir? Yoksa hadiste geçen “din değişiklik yapma” başka anlamlara mı gelmektedir? Bu hadis iyi mi anlaşılmalıdır?
    Bize nazaran, hadiste geçen din değişiklik yapma başka anlamlara gelmektedir. Ancak bu anlamı direkt hadisin kendisinden yada bir başka tarikinden saptamak mümkün gözükmemektedir. Bunun için mevzuyu başka rivayetler ışığında idrak etmek en isabetli yol olacaktır.
    “Dinini değiştireni öldürünüz” hadisi, “Müslüman bir kimsenin kanı, sadece üç şeyden dolayı akıtılır: Evli iken zinadan, adam öldürmekten ve dinini terk edip cemaatten ayrılmasından” hadisiyle beraber düşünülmelidir. Burada sırf din değiştirmeye değil, cemaatten ayrılmaya vurgu yapılması dikkat çekicidir. Cemaat olgusu ise burada sırf dini, şu demek oluyor ki namaz ve mescidle ilgili bir olgu değildir. Bu mevzuyu ele alan Ahmet Ebu Süleyman’ın yaklaşımıi din değişiklik yapma meselesinin süre-mekan boyutunu açıklar mahiyettedir. Şu şekilde der:
    “İrtidat mevzusunun süre-mekan unsuru, bazı Yahudi grupların irtidat taktiğini(şu demek oluyor ki ilkin Müslüman olmuş görünüp sonrasında onu topluca terk etme) kullanarak genç Müslüman cemaat içinde kargaşa ve zihin karışıklığına sebep olmayı amaçladıkları bir komployla ilgilidir. Bu komplo ile umulan sonuçların Kuran’da anlatıldığı ayetler kayda değerdir: ‘Kitap ehlinden bazıları şöyleki dedi: İnananlara indirilene günün başlangıcında emin olun. Sonunda inkar edin ki, bir ihtimal dönerler…'(Ali İmran 72) İrtidat mevzusunda ilk İslami tavır, gördüğümüz benzer biçimde din ve vicdan özgürlüğünü değil, Müslümanlaştırma siyasetini bedevi kabilelere uygulamayı ve komployu boşa çıkarmayı hedef alıyordu. Geleneksel İslam siyasal düşüncesindeki inanç özgürlüğüne ilişkin kavram karışıklığı, Hz.Peygamber’in yırtıcı Arap kabilelerini Müslümanlaştırma siyasetinin ardındaki esas sebepleri İslam düşünürlerinin anlamamalarından ortaya çıkmıştır. Bu düşünürler, olayın cezai yönünü ve Hz.Peygamber irtidatı kınadığında ilk Müslümanların karşı karşıya bulundukları güvenlik ihtiyacını fark edememişlerdir. İlk halife Hz. Ebu Bekir’e karşı başlatılan irtidat savaşının br din ve vicdan özgürlüğü uygulaması ile alakası yoktu. Olay, engellemeler getiren siyasal ve toplumsal otoriteye karşı her zamanki bedevi tepkisinden ibaretti. Bu, Hz.Ebu Bekir hükümetine karşı zekat ödemeyerek Arabistan’ın yeni merkezi siyasal otoritesine karşı bir ayaklanmaydı.”
    Bu ifadeler, din değiştirmenin iyi mi bir sosyo-politik atmosferde cereyan ettiğini göstermektedir. Hadiste geçen “cemaatten ayrılma” da bu şekilde bir atmosferi ima etmektedir.
    Hanefiler de irtidat meselesini mevcut İslami idareye harp olarak değerlendirmişlerdir. Bundan dolayı, onlara nazaran irtidat eden kadının cezası ölüm değildir. Bu sebeple öldürme, sövgü sebebiyle değil, savaşma şerrini önlemek için caiz kılınmıştır. Kafir olmanın cezası, Allah katında öldürmekten daha fazladır. O yüzden, öldürme cezası, harbe fiilen katılana mahsustur ki, o da hanım değil, adamdır.
    s.197-199 (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler)
  • Nifak alametinin söz verip yerine getirmemek bulunduğunu iyi biliyorlardı ve nifak onlardan normal olarak fersah fersah uzaktı. (Ahlak Hadisleri II)
  • Mü’min bir delikten iki kere ısırılmaz”
    Buhari-Edeb,83
    Bu hadisin lafzı haber, manası emirdir. (Hadis Fetvaları)
  • Bunların başlangıcında Buharî’nin hocası Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî gelmektedir. Bu sebeple Buhârî memleketine dönünce oradaki muhaddislerin ders meclisleri boşalmış, hepimiz Buhârî’nin meclisine katılmaya adım atmıştır. Hatta Müslim, Zühlî’den yazdığı hadisleri geri göndermiştir. Zühlî bunun üstüne Buhârî’ye karşı halkı kışkırtıp Buhâra’dan ayrılmaya zorlamıştır. Buharî komşu şehirlere gitmek suretiyle yola çıktığını haber alan Zühlî, o bölgenin şu demek oluyor ki Horasan’ın genel valisi olan kendi kabilesinden Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî’ye mektup yazarak Buharî’yi karalamıştır. Tarihte idareciler kendi güçlerine alternatif oluşturan ve halk üstünde nüfuz sahibi olan kişilerden devamlı rahatsız olmuşlardır. Bu sebeple politika iktidarı paylaşmaktan hoşlanmaz. İdareciler halk üstünde tesiri kuvvetli olan ilim adamlarının bu gücünden rahatsız olduklarında çoğu zaman bunlara direkt cephe almak yerine dolaylı yöntemlerle etkisiz hale getirmeye çalışırlar. İşte mihne vakasında da bu faktörün mühim tesiri olmuştur. Horasan Valisi Zühlî de Buhârî’nin devlet adamlarına mesafeli durduğunu, onların ayaklarına gitmeyi ilmin onuruna ve vakarına aykırı gördüğünü bildiğinden onu bu duyarlı noktasından vurmak istemiş ve sarayına gelmiş olarak kendisine hadis okutmasını istemiştir. Buhârî’nin bu isteği reddetmesi üstüne onun ehl-i sünnete aykırı görüşler savunduğu sebebi öne sürülerek ülkesini terk etmesini istemiştir. Buharî Semerkant’a gitmek suretiyle yola çıkmış, Hartenk denilen kasabada bu olayların verdiği üzüntüdsn dolayı hastalanıp vefat etmiştir. (Hadis Tarihi ve Usulü)
  • Kalp, manevî hasletlerin kaynaklandığı bir merkezdir. Kalp aklın rehberliğinde hareket ederse akıl-duygu dengesi kurulur ve muhteşem bir insan tipi ortaya çıkar. Kalp, nefsin ayartrmalarına kanarsa akıl-duygu çatışması yaşanır ki, insanoğlunun bedbahtlığına neden olur. Bir hususu hatırlatmak gerekir: Kalp bu kadar önemliyse o süre ibadete gerek kalmamıştır. “Kalbin temiz” ise öteki ibadetler, Allah’ın öteki emrleri teferruattan ibarettir! Bu anlayış, şeytanın bir ayartmasıdır. Kalbim temiz söylemi bir tek yalan söylememek, aldatmamak benzer biçimde ahlakî eylemleri içermektedir. Elbette bunlar fazlaca önemlidir. Ama dinimizin emirleri bunlardan ibaret değildir. Kalbin temiz olması, şu demek oluyor ki hadiste belirtildiği benzer biçimde iyi, salah olması için Allah’ın tüm emirlerini yerine getirmesi ve haramlarından kaçınması gerekmektedir. Allah’m emirleri içinde kendi hevasına uyarak ayırım yaparsa bu kalbin iyiliğine değil, kişinin hevasını ilahlaştırmasına neden olur. Bu ise en büyük tehlikedir. (Bilgi Ahlak ve Hikmet Açısından Sünnet)
  • Ayet-Hadis Çelişki İddiası – 1
    Kabe Güvenli Yer Değil Mi?
    Hz.Peygamber şöyleki buyurmuştur: “Kabe’yi Habeşlilerden zayıf bacaklı birisi tahrip edecektir.”(Buhari, Hacc, 47)
    İbn Hacer ve Aynî, “Bu hadis, ‘Çevrenizdeki insanoğlu tutulup öldürülüyorken Mekke’yi haram ve güvenli yer kıldığımızı asla görmüyorlar mı?'(Ankebut 67) ayetiyle çelişir” şeklindeki iddiaya şöyleki yanıt vermişlerdir: “Ayetteki ifade, bu haram ve güvenililiğin devamlı devam edeceğine delalet etmez. Bilakis ayetin onay etmiş olduğu şey, o zaman olmuştur. Başka bir zamanda bu mananın ortadan kalkmadı, buna muarız değildir.” (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler)
  • Cürcanî’nin belirttiğine nazaran nübüvvetten sonrasında peygamberlerin hataen büyük günah ve kasten ufak günah işleyebileceğini düşünenler vardır. Bunlar hem bazı ayetleri hem de hadisleri ileri sürerek fikirlerine kanıt getirmişlerdir. Cürcanî, bu tarz şeyleri tek tek ele almış ve incelemiştir. Ancak bundan ilkin Cürcanî’ye nazaran tüm bunların toplu cevabı şöyledir:
    “Bunlar içinde ahad haber olarak nakledilenlerin reddedilmesi gerekir. Bu sebeple ravilere hata oran etmek peygamberlere masiyet oran etmekten daha hafiftir. Tevatür yöntemiyle durağan(durgun) olan kıssalara ulaşınca masumlukla ilgili deliller sebebiyle bu tarz şeyleri zahiri anlamları haricinde yorumlamak mümkündür. Yorumlamak zorunda kalırsak şöyleki deriz:
    Bunlar ya peygamberlikten ilkin gerçekleşmiştir. Ya evla Olanın terki kabilindendir. Yahut peygamberlerden hataen sadır olan ufak günahlar grubundandır. Bunların evla olanın terki kabilinden yada yanlışlıkla meydana getirilen ufak günah oluşu, “Allah senin geçmiş günahlarını affetti” vb. âyetlerde günah olarak adlandırılmasıyla, onlardan istiğfar edilmesiyle Hz, Adem (a.s.) kıssasında olduğu benzer biçimde bunların zulum bulunduğunu itiraf etmesiyle çelişmez. Bu sebeple kim bilir zikredilen bu adlandırma, istiğfar ve itiraf, onlar tarafınca yapıldığında yada onlar nezdinde büyük görülmesinden dolayıdır. Nitekim ebrârın iyilikleri, mukarrebünun kötülükleridir. Bundan dolayı peygamberlerin evla olanı terki ve aynı şekilde yanlışlıkla ufak günah işlemeleri, günah olarak adlandırılır, onlar bundan istiğfar ederler ve bunun zulüm bulunduğunu itiraf ederler. Yahut bunun sebebi onların bununla. nefislerini ezmeyi ve kırmayı amaçlamış olmasıdır. Şu şekilde ki onların nefisleri, Rableri onları bağışlasın diye istiğfara ve yalvarıp yakarma yöntemiyle itirafa gereksinim duyulan bir günah işlemiştir.” Cürcanî, bunun arkasından peygamberlerle ilgili kıssalara
    Atek tek yanıt verir: (Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1)

YORUMLAR

YORUM YAZ!

Yorum Ekle



[

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş