Genel Kültür

Hz. Peygamber’e kesintisiz bir şekilde vahiy sürecini başlatarak insanları uyarması emrinin verildiği ayetler hangisidir?​

kurandan mesajlar isra suresi 36 ayet ve mulk suresi 23 ayet vermek istedigi mesaj 6238f64c51903

Lügatte “süratli bir biçimde ve saklıca açıklamak, işaret etmek, esin etmek” anlamındaki vahiy (vahy) terim olarak “Allah’ın bir emri, bir kararı veya bilgiyi peygamberine saklı olarak bildirmesi” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vḥy” md.). Vahiy kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de yetmişi aşkın yerde fiil kalıplarıyla, altı yerde de “vahy” biçiminde geçer ve bu âyetlerin çoğunda Allah’a, bunun haricinde iblise ve destekçilerine nisbet edilir.
Mûsâ’nın annesinde olduğu gibi insanlara, meleklere, arılara, yer küresine ve göklere yöneliktir. Iblislere atfedilen vahiy lügat anlamındadır ve iblisin kendi arkadaşları olan insanlara ve cinlere, peygamberlerle müminlere husumet etmeleri için saklıca telkinde bulunmasını ifade eder (el-En‘âm 6/112, 121). Bazı âyetlerde (en-Nahl 16/2; el-Mü’min 40/15) peygamberlere indirilen vahyin “ruh” diye anılmasının nedeni vahyin insanları, mecazi mânada vefat demek olan bilgisizlik ve imansızlıktan kurtarıp onların reeli tespit etmesine destek etmesi hikmetine bağlıdır.
Vahiy meleği Cebrâil için “er-rûhu’l-emîn” adının kullanılmasını mânevî yaşamla alakalı vahiy getirmesiyle açıklamak muhtemeldir. Hz. Îsâ’nın ruh biçiminde nitelendirilmesi de aynı nedenle açıklama edilebilir (a.g.e., XIX, 210-220).

Kur’an’da Allah’ın insanlara emirlerini bildiri etme taşıtları vahyetme, perde ardındadan hitap etme ve elçi yollayıp sözlerini bildirme biçiminde üçe ayrılır (eş-Şûrâ 42/51). 1. Vahiy yoluyla konuşma, bir elçi bulunmadan peygamberin kalbine saklı bir işaretle ilâhî kelâmın bırakılıp öğretilmesiyle reelleşir.
Allah’ın bu stildeki bildiriyi peygamberlere has olmayıp dilediği insanın kalbine esin vermesini ve sâlih kullarına sâdık düş göstermesini de içerir (Elmalılı, V, 4255; Mustafa Abdürrâzık, s. 54). 2. Perde ardındadan konuşmanın bazı nesnelerde veya insandaki dinleme merkezinde söz yaratıp duydurma yoluyla reelleşeceği düşünülmüştür. Allah’ın Hz. Mûsâ ile konuşmasının (el-Kasas 28/30) bu biçimde vuku tespit ettiği kabul edilir. 3. Elçi yollayıp beyannamede bulunma yoluyla konuşmada ise Allah melek taşıtıyla peygamberlerine dilediğini bildirir.
Âdem’le başlamıştır. Âdem’in ardından Nûh’a ve sonraki peygamberlere, nihayet Hz. Muhammed’e vahyetmiş ve onu tam insanlara son peygamber olarak yollamıştır (en-Nisâ 4/163; el-Ahzâb 33/40). Kur’an’da geçmiş peygamberlere indirilen vahiy mevzusunda rastgele bir açıklama yer almazken Hz. Muhammed’e gelen vahye dair bazı bilgiler verilmiştir. Buna göre Allah katında “korunmuş bir kitap”tan vahyedilen Kur’an’ın hakikati levh-i mahfûzdadır (ez-Zuhruf 43/4; el-Vâkıa 56/77-78; el-Burûc 85/22).
Allah katında değerli, haysiyetli, eforlu, saygıdeğer ve güvenilir bir elçi olan Cebrâil’in bildiri ettiği kelâmdır (et-Tekvîr 81/19-23). Evvelki peygamberlerden değişik biçimde Cebrâil, Kur’an âyetlerini Resûlullah’a bir kezde değil aklına ve kalbine yerleşmesi için parça parça besbelli bir biçimde okuyup bildiri etmiştir (el-Furkān 25/32). Bunun yanında âyetler Cebrâil tarafından Resûl-i Ekrem’e okunduğu sırada o, gelen vahyi tamamen anlayıp bir daha unutmamak için ivedi ile tekrara başlamış, bunun üzerine Cebrâil’in okuması bitmeden kendisinin okumaya başlamaması hususunda uyarılmış (el-Kıyâme 75/16-19) ve Kur’an’ın Allah tarafından onun hâfızasına yerleştirileceği bildirilmiştir.
Ayrıca ramazan aylarında Cebrâil o zamana kadar inen âyetleri Resûlullah’a okur, o da bunları Cebrâil’e tekrarlardı (bk. ARZA). Tam insanlara, geçmiş peygamberlere indirilen vahiyleri doğrulayan son vahye inanıp bağlanmaları buyrulmuştur (el-Bakara 2/136-137; Âl-i İmrân 3/84-85). Kur’an’da peygamberlerin Allah’tan vahiy aldığına dair kanıtlara da temas edilmiştir. Muhtelif dönemlerde yaşayan peygamberlere indirilen vahiylerin birbirini doğrulaması (Âl-i İmrân 3/81; el-En‘âm 6/92; Fâtır 35/31), bunların insanlarca öğrenilmesi imkânsız gayba dair bilgiler vermesi (Âl-i İmrân 3/44), fertlerin ve toplumların hidayet yolunda ilerlemesini sağlaması, âyetlerin eşlerinin insanlarca ortaya konulamaması (Hûd 11/13-14; el-İsrâ 17/89-90; el-Kasas 28/49-50), peygamberlerin sadece Allah’ın yaratmasıyla reelleşen mûcizeler göstermesi (el-İsrâ 17/101-102; en-Neml 27/12), vahyi inkâr edenlerin helâk edilmesinin ardından onlardan bazı işaretlerin kalması (el-Ankebût 29/14-15, 33-35; el-Kamer 54/12-15) bu kanıtlar arasında zikredilir.
Bunlardan biri Hz. Mûsâ’nın annesidir (el-Kasas 28/7). Müfessirlerin çoğunluğu Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ’nın annesine indirdiği vahye esin anlamı vermekle birlikte bu vahyin Hz. Îsâ’nın annesi Meryem’e olduğu gibi Cebrâil taşıtıyla sevk edilebileceğini düşünenler de vardır. Zira Allah’ın melek aracılığıyla kelâmını bildiri ettiği insanın kesinlikle peygamber olması koşul değildir (Âlûsî, XVI, 187; Mustafa Abdürrâzık, s. 50). Cenâb-ı Hak Hz.
Havârilere gelen bu vahyi, Cenâb-ı Hakk’ın kalplerine murat ettiği mânaları koyması şeklinde açıklayan ve bunu esinle aynılaştıran âlimler de vardır. Kādî Beyzâvî ise bu cins vahyi Allah’ın Hz. Îsâ aracıyla onlara iman etmeyi buyurması biçiminde yorumlar (Fahreddin er-Râzî, XX, 70; Beyzâvî, I, 365; Mustafa Abdürrâzık, s. 51). Kur’an’da meleklere vahyedilmesinden de söz edilir. Nitekim bir âyette Cenâb-ı Hakk’ın meleklere müminlere savaşma azmi telkin etmelerini vahyettiği belirtilir (el-Enfâl 8/12).
Arıya, yer küresine ve göklere olan vahiylere ise “esin ve emir” anlamı verilmiştir (en-Nahl 16/68; Fussılet 41/11-12; ez-Zilzâl 99/1-5; Fahreddin er-Râzî, XX, 69-70; Âlûsî, XIV, 181). Hadis kitaplarında vahiy konusuyla alakalı çok rakamda dedikodu yer almıştır. A. J. Wensinck’in el-Muʿcem’inde bu dedikodular beş kolonluk bir hacmi aşar (VII, 162-165). Hadislerde, vahye dair Kur’an’daki beyanlara paralel açıklamaların yanı sıra özellikle Resûlullah’ın Kur’an dışı vahiyleri de yer almaktadır.
Peygamber’e vahyin nüzûlü sırasında kendisinde bazı özel hallerin bakıldığı gibi meselelere temas edilir.

İslâm âlimleri vahyin aklen muhtemel ve zorunlu olduğu hususunda fikir birliği içindedir. Çünkü Allah’tan vahiy aldıklarını açıklayan peygamberler iddialarını ispatlamak için yalnızca O’nun yaratmasıyla reelleşebilen mûcizeler göstermiştir. Bunun yanında aklî ispatlar da ileri sürülmüştür. Vahiy ürünü bilgilerin insan ve cihan için gönülleri ve zekaları tatmin eden bir yorum kapsaması, düzenli ve pak bir yaşayışı hedefleyen hidayet verici kaliteler taşıması, vahiyden yoksun olan toplumların insanları depresyondan kurtaracak bir sistem ortaya koymaktan âciz kalması bu bilgilerin bir esasa sabrettiğine işaret etmektedir.
163-168; Reşîd Rızâ, VII, 612-613; XII, 208-209). Âlimlerin çoğunluğu vahyin yalnızca peygamberlere verildiğini, öteki insanlarla alakalı vahyin esin mânasında olduğunu kabul eder. Ancak velîlere de vahiy geldiğini korunan âlimler de vardır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vḥy” md.; Fahreddin er-Râzî, XX, 70; Elmalılı, V, 4259).

Vahiy cinsleri naslardan hareketle şöyle sıralanmıştır: 1. Sâdık düş. Allah’ın doğrudan veya melek taşıtıyla düşte peygamberlere ve sâlih insanlara bildirdiği vahiy, 2. Allah’ın perde ardındadan peygamberlere hitap yoluyla indirdiği vahiy.
Tûr dağında Hz. Mûsâ’nın yanı sıra mi‘racda Hz. Muhammed’e de bu cins vahiy gelmiştir. 3. Allah’ın peygamberlerin kalbine ilkā ettiği vahiy. Kutsî hadisler bu cins vahiylerdendir. Resûlullah’ın kalbine sözsüz telkin edilen mânalar ise öteki hadisleri teşkil eder (M. Abdülazîm ez-Zürkānî, I, 44). 4. Cebrâil’in aslî sûretinde Peygamber’e görünerek şartname ettiği vahiy. Hz. Muhammed’e Hira dağında ve mi‘rac esnasında me’vâ cenneti yanındaki sidretü’l-müntehâda iken gelen vahiy bu cinstendir.
Bu cins vahiy Resûlullah’a çan sesine veya arı vızıltısına eş sesler aracılığıyla gelmiştir. 6. Cebrâil’in insan biçimine girerek beyanname ettiği vahiy. Cebrâil ashaptan Dihye b. Halîfe el-Kelbî sûretinde Hz. Peygamber’in yanına gelerek ona vahiy beyanname etmiştir. Bu cins vahiylere açık (zâhir/celî) vahiy denir. Ayrıca âlimlerin yaptığı ictihadlar da esin mânasında bir cins vahiy kabul edilmiş ve buna saklı (bâtın/hafî) vahiy denilmiştir (Ahmed b.
Kelâmcılar özellikle Resûl-i Ekrem’e beyanname edilen vahyin tam insanları içerdiğini, belirli bir bireye veya gruba temin edilen vahyin bulunmadığını kabul eder. Ancak fazla Şiîler, Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkında Resûlullah aracılığıyla özel vahyin geldiğini iddiasında bulmuş, daha sonra Sûfiyye’ye üye bazı âlimler de Ebû Hüreyre’den nakledilen bir dedikoduya katlanarak Hz. Peygamber’den biri açıklanması, değişiği saklanması gereken iki cins vahiy bilindiğini ileri sürmüştür.
Zira Ebû Hüreyre’nin açıklayamayacağını açıkladığı bilgiler, dinde fitne ve fesadın ortaya çıkacağı daha sonraki dönemlerde reelleşecek zalimane uygulamalara işaret etmektedir, bunların ise Sûfiyye’nin korunduğu ilm-i bâtınla bir alakası yoktur (Reşîd Rızâ, VI, 470-472).

Vahyin Kaliteyi. Âlimler bu mevzuda değişik görüşler ileri sürmüştür. 1. Vahiy Allah’a ait kelâmdır, ilâhî zâtta mevcut mânaların lafza dökülmüş biçimidir ve Cebrâil taşıtıyla peygamberlere indirilmiştir.
Hakikat ilâhî kelâm Allah’ın zâtındaki mânalardır, harf ve seslerden alana gelen lafza mecazen kelâm denilmiştir (Ebû Hanîfe, s. 71). Bazı feylesoflarca öne sürülen iddianın aksine vahiy peygamberlerin ruhunda bulunan beşerî bilgiler değildir. Çünkü peygamberler, akıl harici bir varlığı olduğunu baktıkları Cebrâil’in istemleri dışında kendileriyle iletişim kurduğunu ve bu biçimde zaruri bilgilere sahip kılındıklarını açıklamışlardır. Cebrâil vahyin öznesi değil yalnızca ileticisidir.
Peygamberler vahyi beşer üstü bir kaliteyle değil beşerî yapılarıyla algılar. İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir (Mâtürîdî, VIII, 140-143; XVI, 151-152; İbn-i Fûrek, s. 64-67; Şehristânî, s. 454-455). Peygamberlerin melek konumuna çıkarılmak suretiyle Cebrâil’den vahiy aldığını açıklayan İbn Haldûn ve Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî gibi âlimler de vardır (Mustafa Abdürrâzık, s. 64-65).

2. Vahiy, soyut bir maden olan insandaki nefs-i nâtıkanın aktif usla mânevî ilişki (ittisâl) kurmasıdır.
Peygamberler aktif usla iletişim kurarak us yürütmekle üretilemeyen bilgilere erişirler. Ruhlarında maddeyi etkileme eforu bulunduğundan mûcize gösterebilir, melekleri bakabilir, sözlerini dinleyebilir ve bunları lafızlara dökerler. Ancak peygamberlerin meleği bakmaları ve sesini dinlemeleri tamamen psikolojik olup duyularla ilişkili değildir. Vahiy, peygamberlerin muhayyile gücüyle ortaya koydukları sembolik temsillerden alana kazanç. İbn Sînâ bu fikirdedir (a.g.e., s.
Molla Sadrâ da peygamberlerin, meleği zekasal formda ve tasavvurî biçimde bakmak suretiyle ondan bilgi aldıklarını açıklar (Fazlur Rahman, The Philosophy, s. 186). İbn Haldûn, peygamberlerin neredeyse meleklerle aynı cins varlık haline gelmesini sağlayan ruhî bir beceriye sahip olduklarını ve bunun içinde onlarla iletişim kurduklarını belirterek vahyi “melekten alınmış bilgi” biçiminde açıklar ve bazı güzergahlardan İbn Sînâ’nın görüşüne yaklaşır (Muḳaddime, III, 980-983).
Ona göre Cebrâil’le ilişkilendirilen ruh peygamberin zekâsında (kalbinde) gelişen ve aktif konuma yükselen bir melekedir. Bu ruh fiziksel değil zekâsaldır, ondan duyduğu sesler de sadece mânalardan ibaret olup bunları lafza döken peygamberlerdir. Vahyin peygamberin iç dünyasında belirmesi kendi isteği dışında reelleşir. Meleğin, vahiyleri peygamberin şuur altına koyup oradan şuur üstüne çıkarması olasıdır (Arpaguş, s. 164-179).

3. İnsan, vücudun baskısından kurtularak nefsini günah lekelerinden arınıp rabbine yönelince ruhunda Allah’ın hükümranlığına ait bir nur ortaya çıkar.
Bu nur sayesinde şahısta düzeyin sırları tecelli eder ve Allah’tan ona bilgiler kazanç. Nurun etkisi çoğaldıkça insan meleği bakar ve ondan ilâhî sözler alır. Velîler meleği bakmadan, peygamberler onu bakarak bilgi edinirler. Vahiy peygamberlere yazılı metinler halinde de gelebilir. Nitekim Hz. Mûsâ’ya yazılı kitap (elvâh) indirilmiş, velîlerden Ahmed b. Hanbel’e, öğrencilerinden Bakī b. Mahled’e, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bazı öğrencilerine yazılı vahiy gelmiştir.
Sûfiyye’ye bağlı âlimler bu görüştedir (Şa‘rânî, II, 83-84; Sâlih Uzayme, s. 426-429; Mustafa Abdürrâzık, s. 74-76). Burada Sûfiyye üyeleriyle İslâm feylesoflarının vahiy kavrayışları arasında eşliğin bulunduğu bakılmaktadır. Şu farkla ki İslâm feylesoflarına göre yüce cihan soyut uslar ve nefislerden oluşmakta ve dokuzuncu feleğin usu Cebrâil’e tekabül etmektedir; insandaki ruh onunla ilişki kurabilecek maharette olup vahiy bu ilişkinin ürünüdür.
Başta Sünnîler olmak üzere âlimlerin büyük çoğunluğuna göre Hz. Peygamber’e Kur’an dışında da vahiy gelmiştir. İmam Mâtürîdî, Resûlullah’a bildiri edilen vahyi üç gruba ayırır. 1. Kur’an vahyi. Resûl-i Ekrem’e gelen vahiyden öncelikle bu vahiy anlaşılır. 2. Beyan vahyi. Hz. Peygamber’e Cebrâil aracıyla veya Allah’ın dilediği başka bir biçimde bildiri edilip Kur’an’daki helâl ve haramları açıklayan vahiydir. 3. İlham ve ifham vahyi.
Resûlullah’ın dinî mevzularda yaptığı açıklamalara ait olarak Allah’tan gelen ve doğruyu sezdiren esinlerden alana kazanç (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, XIII, 251-252; krş. Reşîd Rızâ, V, 279). Hz. Peygamber’e Kur’an dışında vahyin geldiğini gösteren ispatlardan biri de Kur’an’ın yanı sıra hikmetin de indirildiğini ve kendisine daha evvel öğren şeylerin öğretildiğini açıklayan âyetlerdir (meselâ bk. en-Nisâ 4/113). Sünnete sımsıkı sarılmayı buyuran hadisler de bu mevzudaki ispatlardan sayılır.
Ayrıca bazı imanların detayları da sünnetle değişmezdir (Müsned, I, 51; III, 59; Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6; Müslim, “Mesâcid”, 166; Şâfiî, s. 153-154). Meselâ Kur’an’da kıblenin Mescid-i Harâm’a çevrildiği bildirilmekteyse de (el-Bakara 2/144, 149) bundan evvelki kıblenin Mescid-i Aksâ olduğuna dair açıklama yer almaz. Resûl-i Ekrem’e Kur’an dışında vahiy indirilmesi, onun dünyevî mevzularda vahiyden bağımsız biçimde ictihad yapmadığı ve beşerî söz açıkla anlamına gelmez.
Peygamber’e Kur’an dışında vahyin gelmediğini ileri süren âlimler bazı hadislere ve Hz. Ali ile İbn Abbas’a atfedilen görüşlere katlanır. Buna göre Resûl-i Ekrem ashabına kendisinden sonra, ona bağlı kaldıkları sürece asla sapıklığa düşmeyecekleri bir itimadı, Allah’ın kitabını bıraktığını belirtmiş, Hz. Ali ve İbn Abbas da ellerinde Kur’an’dan başka bir vahiy ürününün bulunmadığını açıklamıştır. Bunun yanında kaynaklarda Resûlullah’ın gaybı öğren ait pek çok söylenti mevcuttur.
bibl.). Ancak bunun isabetli bir fikir olduğunu açıklamak muhtemel değildir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber’in tam müslümanlar için hoş bir örnek teşkil ettiği bildirilmiş (el-Ahzâb 33/21), ona itaat Allah’ın rızasına ve affetmesine kavuşmanın koşulu olarak zikredilmiş (Âl-i İmrân 3/31-32), ayrıca kendisine Kur’an’ı açıklayıp öğretme misyonu verilmiştir (en-Nahl 16/44, 64). Resûlullah hoş örnek olma, hidayete erdirme (eş-Şûrâ 42/52) ve ilâhî vahyi beyan etme misyonlarını yeniden vahiy ürünü olan sünnet çerçevesinde yerine getirmiştir.

Netice olarak vahyin mahiyetinin anlanması ve reelleşme şeklinin öğrenilmesi insan için muhtemel değildir.
Nitekim Gazzâlî ve İbn Haldûn gibi düşünürler, insanlara ulvî kâinattaki vâkıaların teyit ettiği sâdık düşler aracılığıyla bazı bilgilerin geldiğini ve bunların ulvî evrenin varlığına açık ispatlar teşkil ettiğini açıklar. İnsanların elinde bulunan mukaddes metinler de vahiy olgusunun somut kanıtlarıdır. Dinî açıdan vahyin imkânı ise açıktır ve dinî bilgilere göre vahiy meleği Cebrâil, Allah’ın yarattığı ruhanî bir varlıktır. Bundan dolayı ismi Rûhulkudüs ve Rûhulemîn’dir.
Dolayısıyla Kur’an’da “Allah’ın ruhu” diye nitelendirilen Cebrâil’in (Meryem 19/17) Allah’ın emriyle insana üflenen ruhla ilişki kurması olasıdır. Evvelki ilâhî kitaplar tahrife uğrayıp hakikat biçimlerini kaybederken Kur’ân-ı Kerîm aslî biçimiyle kalmıştır. Zira Kur’an, Hz. Peygamber daha yaşamda iken yazılı metin haline getirilmiş, ezberlenip okunmuş ve aynı usullerle günümüze kadar gelmiştir. Öte yandan Kur’an, evvelki ilâhî kitapların temelleri yanında insanlığın yeni lüzumlarını karşılayacak bilgi ve kararlar da kapsadığından daha önceki mukaddes kitaplara olan lüzumu ortadan kaldırmıştır.

Vahiy mevzusu tefsir ve kelâm kitaplarında araştırılmış, ayrıca bu alanda müstakil yapıtlar da yazılmıştır.
Reşîd Rızâ, el-Vaḥyü’l-Muḥammedî (Kahire 1932); Arthur J. Arberry, Revelation and Reason in Islam (New York 1957); Abdülazîz es-Seâlibî, er-Risâletü’l-Muḥammediyye min nüzûli’l-vaḥy ilâ vefâtihî (Beyrut 1997); Ahmed Abdülvehhâb, el-Vaḥy ve’l-melâʾike fi’l-Yehûdiyye ve’l-Mesîḥiyye ve’l-İslâm (Kahire 1979); Ahmed Abdurrahman Îsâ, Küttâbü’l-Vaḥy (Riyad 1400/1980); Raûf Şiblî, el-Vaḥy fi’l-İslâm (Doha 1982); Hasan Ziyâeddin Itır, Vaḥyullah: Ḥaḳāʾiḳuh ve ḫaṣâʾiṣuh fi’l-Kitâb ve’s-Sünne (Mekke 1404/1984); Abdullah Abdülhay Ebû Bekir, el-Vaḥy fi’l-İslâm ve ibṭâlü’ş-şübühât ḥavleh (Mekke 1406/1986); Muhammed Seyyid Ahmed el-Müseyyir, er-Resûl ve’l-vaḥy (Dımaşk 1407/1987); Safvân Adnân Dâvûdî, Zeyd b.
Montgomery Watt, Çağdaş Dünyada İslâm Vahyi (trc. Mehmet S. Aydın, Ankara 1982); Vehbi Toprak, Kur’an-ı Kerim’de Vahiy (yüksek lisans tezi, 1992, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Ali Toksarı, Kanıt Olma Doğrultusundan Sünnet: Sünnet-Vahiy İlişkisi (Kayseri 1994); Muhsin Demirci, Kur’an Vahyinin Hz. Peygamber Devrinde Tesbiti (İstanbul 1994); Zülkarneyn Avcı, Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Vahiy (yüksek lisans tezi, 1994, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Ömer Mahir Alper, Akıl-Vahiy Felsefe-Din İlişkisi (İstanbul 2000); Abdülgaffar Aslan, Kur’an’da Vahiy (Ankara 2000); Reşad İlyasov, Kur’an-ı Kerim’e Göre Bilgi Kaynağı Olarak Vahiy (İstanbul 2002); Ahmet Yolcu, Hz.
Peygamber (sas) ümmi idi. Okuma yazması yoktu. Zati içinde bulunduğu toplum da okuma yazma oranı çok düşük olan fertlerden oluşmuştu. İslâm’ın geldiği zamanda Mekke’de yazı öğrenenlerin rakamı 15 ile 20 arasında değişkenlik talep ediyordu.

İlk vahiy Hz. Peygamber (sas)’e böyle bir ortamda geldi. Başka Bir Deyişle okuma ve yazması olmayan bir şahıs olarak. Zati bu gidişat ilk vahyin geldiği esnada Melek ile Hz. Peygamber (sas) arasında geçen diyalogda bakılır. Meleğin “Oku!” hitabına rağmen Allah Resûlü “Ben okuma öğrenmem.” karşılığını vermiştir.

İlk gelen Alak sûresinde (1-5.
Yaratan Rabbinin ismiyle oku! 2. O, insanı bir ceninden yarattı. 3. Oku! Rabbin, ebedi kerem sahibidir. 4. Kalemle yazmayı öğretmiştir. 5. İnsana öğren öğretmiştir.”Böylece yüce yaratıcı bilgiye erişmenin yolunu da göstermiştir: okumak ve yazmak.

Bu âyet-i kerimeler Allah (cc) tarafından Hz. Peygamber(sas)’e indirilen ilk vahiydir. Resûlullah(sas)’ın okuma ve yazma bildiğini gösterecek hiçbir kayıt yoktur. Cumhurun görüşüne göre O, hayatı süresince ümmi olarak kalmıştır.
Hz. Peygamber (sas) gelen vahiyleri öncelikle insanlara bildiri ediyor, ardından bunu vahiy kâtiplerine yazdırıyordu. Yazılı kültüre uzak olan Araplar, eforlu ezberleme maharetleri sayesinde nazil olan âyet ve sûreleri ezberlemekte bir kasvet sürükle.[3]

Aşinayı gibi ilk vahiy Mekke’de gelmiştir. Öncelikle bu sürecin Mekke’de nasıl akım ettiğini öğrenmek gerekir. Evvelemirde Hz. Peygamber (sas) kendisine gelen vahyi ezberliyordu. Bildiri misyonunun bir gereği olarak da vahyi insanlara anlatıyor, kendisine inananlar da ezberliyor ve etraflarındaki insanlara anlatarak ezberlemelerini sağlıyorlardı.
Böylece ilk usul olarak ezberleme yolu kullanılmıştır. Zaman içinde yazı devreye girmiştir. Mekke döneminde yazı kullanılmış mıdır? Bu sualin yanıtı şöyledir: Mekke döneminde vahiy yazıyla kayda geçirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim; “Furkan 25/5, Vakıa 56/79, Beyine 98/2 vd.” sûre ve âyetlerinde buna açıklık getirmiştir. Mekke döneminde yazma vakasının kesin tarihi öğren beraber, Bi’setin 5. senesinden itibaren vahyin yazı ile kaydının yapıldığı anlaşılmaktadır.[4] Buna Hz.
Hz. Ömer kız kardeşinin evine gittiğinde, eniştesi ve kız kardeşine yazılı bir metinden Kur’ân öğretildiği reeli ortaya çıkmış ve okuma öğrenen Hz. Ömer bu metni okuyarak hidayete ermiştir.

İlk inen âyetlerde (Alak 96/1-5)  öğrenim için “Kalem” ifadesine vurgu yapılmaktadır. Hz. Peygamber (sas)’in,  Kur’ân’ı Kerim’i yazıyla buldurma suretiyle gözetmeye alma hassasiyeti buradan gelmektedir.[5] Kur’ân-ı Kerim bu hususu yazılı nüshalar olarak Abese sûresi 80/11-16.
İlk nazil olmasından itibaren tedrici bir süreçle bitirilmiştir. Yerine göre de lüzum lüzumluluğu veya belirli vakaların yaşanmasıyla beraber nüzulü reelleşmiştir. Nazil olan sûre ve âyetlerde, yaşama aksedilmesi gereken pek çok ahkâm yer almaktaydı. Bunların insanlara eriştirilmesi ve öğretilmesi ehemmiyetliydi. Böylece vahiy, bir öğretim süreci de başlatmıştır. Bu hem ezber usulü hem de yazı ile reelleştirilmiştir. Hz. Peygamber (sas) Mekke döneminde, kendisine vahyedilen âyetlerin yazılmasına ve bu suretle korunmasına umursamıştır.
Mekke döneminin ilk senelerinde Dârü’l-Erkam’ı bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmıştır. Burada, Kur’ân âyetleri okunuyor, yazılıyor, dinî bilgiler biliniyor ve bu bilgilerin pratik uygulaması yapılıyordu. Müslüman olup da İslâm’ı bilmek isteyenler de buraya geliyorlardı. Hz. Peygamber (sas), hicretten iki sene evvel Mekke’ye gelip Akabe mevkiinde Müslüman olan Medinelilerin eğitimi ile de ilgilenmiş; onların isteği üzere Kur’ân’ı ve İslâm’ın ilkelerini öğretmek için Medine’ye öğretmen yollamıştır.[6]

Kaynaklarda yer alan bilgilerden şunu bilmekteyiz: Kur’ân-ı Kerim’in rastgele bir parçası indiğinde, Hz.
Peygamber (sas) ne zaman bir vahiy, başka bir deyişle Kur’ân’ın bir parçasını alacak olsa bunu, evvel erkeklerden oluşan bir topluluğa okuyup anlatıyor ve sonra da bayanlardan oluşan ayrı bir topluluğa bildiri ediyordu. Ancak bundan sonra yazıcılardan birini çağırıyor ve ona kendisine indirilmiş olan âyetleri kaydoldurup yazı ile bulduruyordu. Kâtip yazı işini tamamlayınca, Resûlullah (sas) ona yazdığı âyet metnini yüksek sesle okumasını buyuruyor ve böylece vahiy kâtibi yanlış, yetersiz veya fazla yazmış ise düzenleme imkânı hâsıl oluyordu.[8] Mevzuyu kâtiplerinden Zeyd b.
Eğer bir yanlış veya eksik tespit ederse bunu düzenletiyordu. İşte bundan sonradır ki ben kalkıp bunu (âyeti) insanlara bildiriyordum.” (Heysemî, Mecme’uz-Zevâid, I, 152-III, 257)

Buradan kavrıyoruz ki Hz. Peygamber (sas) mevzu üzerinde çok titizlik ve dikkatle durmaktaydı. Vakanın başka bir istikameti de şu biçimde reelleşmekteydi:  Hz. Peygamber (sas) Kur’ân-ı Kerim’in, yetişmiş ve yetki verilmiş bir muallim-hocanın huzurunda bilinmesi için ısrar ediyordu.  İlk hoca kendisiydi.
Bu usul ve uygulama daha sonra İslâm cemiyetlerinde yer ederek günümüze kadar gelmiştir. Bu metot ile güdülen amaç, Kur’ân-ı Kerim’in özellikle el yazması suretiyle arttırıldığı yüzyıllarda, müstensih (arttıranların) yanılgılarına mani olmak gibi nedenlerden ibaretti. Bundan başka Resûlullah (sas),  ramazan ayına mahsus olmak üzere, gündüzleri yüksek sesle, o güne kadar nazil olan âyetlerden oluşan Kur’ân metnini baştan sona kadar tilavet ediyordu. Sahâbîler ise yanlarına, kendilerine ait âyet nüshalarını alıp geliyorlar ve topluca girişilen bu mukabele (karşılaştırma) esnasında varsa kelime yanlışlarını, âyet ve sûre sıralarını O’nun okuduğuna göre tanzim edip düzenliyorlardı.
Kur’an-ı Kerimin muhafazası için alınan temkinler şunlardır: 1. İtinalı ve hakimiyet altında yazıyla tespit. 2. Yetkili bir Kur’ân-ı Kerim mualliminin yanında öğrenim bakma. 3. Ezberleme (hıfz) 4. Senelik mukabele. Vahiy Resûlullah (sas)’ın son soluğuna kadar devam ettiği için sıhhatinde tedvini, başka bir deyişle kitap haline getirilmesi muhtemel olamamıştır.[9]

Vahyin Korunmuşluğu: 

Kur’ân-ı Kerim 114 sûre, 6.236 âyet, 77.934 kelime ve 323.671 harften oluşan mukaddes bir metindir.
Peygamber (sas) zati ilk baştan itibaren tam parasal ve manevî tedbirlerini almıştır. Hem hıfz hem de kitabetle zaman içinde müessesesel bir yapı oluşturmuştur.

Bu yolla, Kur’ân-ı Kerim metni, netlikle bozulmamış olarak korundu. Ne ufak bir kelime ne bir başlık değiştirildi. Doğru okunmasını ve ezberlenmesini basitleştirmek için yazılışına fonetik işaretler ilave edildi ve hat sanatı geliştirildi. Bugün elimizdeki Mushaflarda, âyetler vahiy meleğinin Peygamber(sas)’e öğrettiği sıradadır.
Milyonlar tarafından okunuyor, yazılıyor ve konuşuluyor. Grameri, sentaksı, tabirleri, nezaketi formların hepsi –ifade etrafı ve edebî hoşluk araçları- Peygamber (sas)’in zamanındakilerle aynı. Tam bunlar Kur’ân’ı, eşi olmayan bir insanlık kültürü vakıası haline getirmektedir.[11]

Kur’ân’ın korunmasıyla alakalı en ehemmiyetli husus kendisiyle iman yapılmasıdır. Hz. Peygamber (sas) tamamı olmasa dahi ezberlenmesi noktasında ısrar ediyordu.[12] Bununla birlikte tamamını ezberleyen pek çok sahabe vardı.
Yeniden Yemame[13]de şehit olan Hafız sahabeler de ehemmiyetli bir ispattır.

Hz. Peygamber (sas) bu iki usulle Kur’ân’ın tamamının korunmasını güvence altına almak istedi. Bunun için onu ezberlemeyi teşvik etti ve yazı öğretimini yaygınlaştırdı. Öğretmenler atama etti.  Abdullah b. Saîd b. Âs, Ubâde b. Sâmit ve Efendimizin hanımlarından Hafsa bint Ömer bu kasıtla görevlendirilenler arasında yer alır. Zira Kur’ân metni yetkili bir öğretmenin önünü bilinir ve o da öğrettiği metnin doğru olarak bilindiğini yazılı bir vesika ile evraklandırır.[14]

Burada yazı için kullanılan materyale değinmek gerekir.
Ancak bulunabilen materyaller ele alındıkmıştır. Bunlar, başta papirüs olmak üzere, hurma yaprakları, deve kürek kemikleri, kurutulmuş ceylan derisi, muntazam kaya parçaları ve muntazam tahta parçaları vs. idi.

.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş