Eğitim

Zorunlu Eğitime Hayır – Catherine Baker Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Zorunlu Eğitime Hayır – Catherine Baker Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Zorunlu Eğitime Hayır kimin eseri? Zorunlu Eğitime Hayır kitabının yazarı kimdir? Zorunlu Eğitime Hayır konusu ve anafikri nedir? Zorunlu Eğitime Hayır kitabı ne konu alıyor? Zorunlu Eğitime Hayır PDF indirme linki var mı? Zorunlu Eğitime Hayır kitabının yazarı Catherine Baker kimdir? İşte Zorunlu Eğitime Hayır kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…

Kitap

Kitap Künyesi

Yazar: Catherine Baker

Çevirmen: Ayşegül Sönmezay

Orijinal Adı:

Yayın Evi: Ayrıntı Yayınları

İSBN: 9789755390024

Sayfa Sayısı: 244


Zorunlu Eğitime Hayır Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Catherine Baker, anne ve anarşist!… Oldukca sevilmiş olduğu kızı Marie’yi okula yollamamış. Marie 14 yaşına ulaşınca, okula yollamama gerekçelerini ona anlatmak için Zorunlu Eğitime Hayır!ı kaleme almış…

Kitabında esas olarak, okulun, devletin kendine köle yetiştirmek için organize etmiş olduğu bir kurum bulunduğunu, yetişkinlerin, bu köle eğitiminden bayarıyla geçtikleri için bunun farkına varamadıklarını konu alıyor. Ona bakılırsa, “okul, ufaklıklara gardiyanlık icra eden bir kurumdur, ana-babaları çalışırken onları nezaret altında tutara; toplumsal-tutumsal makinenin işlemesi için lüzumlu olan detayları onlara öğretir, itaati aşılar, eler ve rolleri dağıtır.


Zorunlu Eğitime Hayır Alıntıları – Sözleri

  • Devletle savaşım ediyorum; şundan dolayı her şeyden ilkin bana baskı uyguluyor (onun adaleti ahlaktır ve kuvveti de yapısı ge­reği şiddete dayanıyor) oysa ben eksiksiz bir özgürlüğe gerek­sinim duyuyorum; daha geniş bir özgürlüğe ulaşmak amacıyla kendime getireceğim geçici sınırlamaları sıhhatli bir halde saptayabilmek için tam anlamıyla özgür olmam gerek. Müca­dele ediyorum; şundan dolayı düşüncelerim, devletle ilgili tanımarın bireydeki ve toplumdaki yansımalarını reddediyor. Kendi kuy­ruğunu ısıran, vurmuş olduğu darbelerle kendi kuvvetini meşrulaş­tıran (bir hükümet darbesi, başka ne olabilir?) bu yılanın tek bir var olma sebebi var, o da kendisi. İşte ben bu kurumun kanımı emmesini istemiyorum. Tüm gücümle yaşamak ve öl­mek isterim. Bununla da kalmıyor. Başkalarını sevebilmek için onların enerjisine de gereksinim duyuyorum egemen oldukları seviyede sevebilirim. 
  • Pedagoji şu düşünceye dayanıyor: Yetişkin insan haki­katın içindedir ve tüm yollara başvurarak evladı bu hakikate çekmek gerekir.
  • Deli miyiz ne? Eğitimciler ne yapmak istiyorlar, biliyor musun? “Sistemi değişiklik yapmak”. Tam bir gülmece örneği: Kendilerine uygulanan ücret sistemini eleştirmekten aciz olan bu insanoğlu sistemi de­ğiştirecekmiş! Ne muhteşem bir çaba, ne büyük bir özveri! Karşılığı parayla ödenen bu özveri ve sevgi karşısında duygu­lanmamı beklemesinler! 
  • İnsanların, aile dışından kişilere açıklamaya cesaret edemeyecekleri sıkıntılarını eve ulaşınca üstlerinden attıklarını söyle­mek malumun ilanı olur. Aile, insanoğlunun “organik” daha doğrusu kaba davranabileceği ortamdır. Burada, cümle alemin gözün­den uzakta, tüm çirkinlikler ortaya serilebilir; kol kırılsa da yen içinde kalır. John Holt’un kıvrak zekasına kulak verelim: Bugün köle durumunda olan isterlerse ileride, kendileri de köle sahibi olabilirler; “ev imalatı köleler”: kendi evlatları. Çocuk bir taraftan baskı altında tutulurken, bir taraftan da şu tür sözler beynine işlenir: “İleride sen de efendi olacaksın; fakat şimdilik söz dinlemelisin.” Kimin efendisi? Kendi evlatlarının efendisi; günü ulaşınca çektiklerinin öcünü onlardan alacsksın.Ne kadar “insancıl” … 
  • Hapiste yatan arkadaşlarımız, bir yere kapatılmanın insanoğlunun bekleme, hep bir şeyleri, birilerini bekleme duygusuna ittiğini söylüyorlardı (duruşma gününü bekleme, avukatı bekleme, mektup bekleme, görüş gününü bekleme, izin gününü bekleme, havalandınna saatini bekleme, cezamn hafifletilmesini bekleme, tahliyeyi bekleme). Biz de birer mah­pusuz. Okul hapishane … Yalnızca özgürlüğümüze el koyduk­ları ve bizi bir yere kapattıkları için değil; bununla birlikte bizi bitmez tükenmez bir koşuya zorladıkları için; aştığımız her en­gel, bizi yeni bir engelle karşı karşıya bırakıyor. Kimsesiz ve yoksul yaşıyoruz; eğitim, ters tutulan bir dürbün şeklinde; görmek istediğimiz nesneleri bizlerden uzaklaştırıyor, anlamsızlaştırıyor. Uzmanlaşma yüzünden asla kimse tam olarak ne işe yaradığını bilmiyor: İstediğin kadar iyi limonatacı ol, istediğin kadar iyi öğretmen ol, istediğin kadar iyi amiral ol. Herhangi birinin şu insandan daha iyi, bu insandan daha fena bulunduğunu kim öl­çebilir? Bu şekilde bir karşılaştırma yapılabilir mi, bu şekilde bir ilişki kurulabilir mi? Kimle kimin, neyle neyin içinde? 
  • Tüm suçu öğretmenlere yüklemek istemiyorum şundan dolayı her şeyden ilkin tek suçlunun onlar olmadığını biliyorum. Bu­ nunla beraber toplumun onlara biçtiği uşak giysilerini, böylesi bir kendini beğenmişlikle üstünde taşıyan bu uşak takımından paçayı kurtardığımızı gerekçe gösterip, onların niçin olduğu bunca zarar ziyanı bilmezlikten gelmek doğru değil. Bir kere, zeka katliamının direkt sorumluları oldukları­ nı göz ardı edemeyiz. Aptallık bulaşıcı bir hastalık değil. “Ap­ tallığın yayılmasında en büyük suçlu kitle kontakt araçlarıdır.” Elbette fakat bu işte, öğretmenlerin de gazeteciler kadar oranı var. Zaten, ikisi de aynı işi yapmıyor mu? Bilgilendirerek bi­ çimlendiriyorlar, akılda tutulması gerekeni aktarıyorlar. Günün modasına uygun sebebi öne sürülerek, aynı müziği ve sözleri yinele­ yip duran bir müzisyen şeklinde. Ancak öğretmenlerin durumu birazcık daha fena; yönetmenler genel talep üzerine yinelenen şov prog­ ramlarında onlar kadar bilinçsiz davranmıyorlar. Televizyon programlarını hazırlayan aptallaştırma uzmanları, iyi seyirciyi alıkoyup fena seyirciyi dışlamaya kalkışmıyorlar. Hiç eğer olmazsa, bunun umurlarında bile olmadığını söyleme dürüstlüğünü gös­ teriyorlar. Oysa öğretmenlerin tüm işi gücü (bugüne dek, bunun tersini öne devam eden olmadı) elemek, işlerine yaramayanları ayıklayıp yarayanlara karşı ayrıcalıklı hareket etmek. 
  •  “Disiplin altında tutulan kişinin devamlı olarak boyun eğmesini elde eden olgu, her hal ve koşulda başka bireyler tara­ fından görüldüğü, görülebileceği olgusudur.”
  • Bir çocuk, yalnızca kendine aittir ve tüm haklardan dilediği şeklinde yararlanabilir; kısaca istediği insandan iste­diği kadar sevgi alabilir; kısaca canı ne vakit, neyi öğrenmek is­tiyorsa onu öğrenebilir. 
  • Evladı, geleceğin yetişkini olarak gören o iğrenç düşünceye­ karşı ne büyük mücadeleler verdiğimi biliyorsun. Çocuk, bir erişkin taslağı ya da tasarısı değildir. Çocuk şimdi, şu an va­rolan bütünsel bir canlıdır. O da tüm canlılar şeklinde her an ölebilir. 
  • Evladı bu toplumun biçi­mi ne olursa olsun bir üyesi haline getirmek; çocuğun kendisi olmasını önlemektir.


Zorunlu Eğitime Hayır İncelemesi – Kişisel Yorumlar

Ilk olarak dostlar bu incelemeyi bir pedagog bir öğretmen yada bir eğitimci edasıyla yazmadığımı belirtmek isterim. Kaleme alırken bir sosyolog ve 20 yıl bu eğitim sisteminin içinde olan bir fert olarak kaleme aldım. Elimden geldiğince bilimselliğe girmemeye yalnız kendi alanımın noktalarına değinmeye çalışacağım. Ilkin kitap hakkında sonrada şahsımın eğitim sistemine dair fikirlerini ifade edeceğim.
KİTABA DAİR
Söz konusu olan kitabımız “ Zorunlu Eğitime Hayır “ bir annenin kızına karşı hissettiği mesuliyet gereği eğitim sisteminin onun kişisel özgürlüğünü engelleyeceği kaygısıyla kızını okula göndermemesi ile başlıyor. Aslında kitabın yazılma sebebi birilerine bir şey anlatma kaygısı da değil kitap kızına ithaf edilerek yazılmış kızına karşı hissettiği mesuliyet sebebiyle kızına bir izahat ifadesi. Ne kadar da aciz bi davranış değil mi günümüz yetişkinleri çocuklarına hiçbir izahat yapmazken bu hanım Catherine Baker kitap yazmış bildiğiniz. Olay örgüsü 1980 dönemindeki eğitim şartlarında geçerken aslen o dönem ki Fransanın haiz olduğu eğitim şartlarına günümüz Türkiyem hala haiz değil. Ne şeklinde mi? Misal mecburi eğitim var lakin okulda mecburi eğitim diye bi kaygısı yok Fransanın. Ebeveynler isterlerse çocuklarını evde yada sivil cemiyet örgütlerinin kurduğu eğitim kurumlarında eğitimlerine olanak verebiliyor. Peki bu annemizin problemi ne? Catherine Baker karşı çıkmış olduğu her türlü erişkin ve çocuk ayrımını ortadan kaldırıp aynı noktada yetişkinlerin otoritesi altındaki eğitim sistemini eleştiriyor. Anne baba eksenindeki ev eğitimini de doğru bulmuyor şundan dolayı aslen toplumun ilk otorite figürünün anne babalar olduğu noktasını vurguluyor.
Burada bir öteki nokta ise evlatların robotlaşması ve öğretmen kisvesi altındaki eğitimciler tarafınca yönlendirilmelerisi noktası. Bazılarımız evlatların yönlendirilmesi icap ettiğini düşünebilir şundan dolayı yaşam onları bu harbe hazırlamalı diye düşünebilir lakin yalnız öteliyoruz evlatlarımızın karşılacağı zorlukları. Eğitim onlara bunlarla başetmeyi öğretiyor mu diye düşündüğümüz de çoğumuz heralde diyordur. Lakin yanlış yanıt eğitim kurumları maalesef yalnız evlatları yaşamdan soyutluyor ve yaşama dair deyim yerindeyse kafes eğitimiyle yetiştirmeye çalışıyor bir nesli. Eğitim kurumları yalnız kuram kısmını o da devletin çıkarları odaklı bir kuram eğitimi vermektedir. Kafeste doğan bir kuşa özgürlük terimini sorduğunuzu düşleyin lütfen. Kuş iyi mi bir tanımlamada bulunabilir bilmediği deneyimlemediği bir şeyi iyi mi tasvir eder? Tabiki ebeveyninin ona tanımladığı şeklinde yada eğitimcisinin ne verdiğine bağımlı olarak bu tanımlama değişmiş olur. En doğru tanımlama kişinin deneyimlediği gözlemlediği ve sorguladığı bilgidir genel anlamda. Bunların haricinde kalan bilgilerin hepsi birilerinin çıkarlarına hizmet ediyordur.
Son olarak kitaba dair yazar bir çözüm yolu sunmuyor çözümün bireye bağlı olduğu ve her insanın çözümünün değişik olabileceğine inanıyor. Peki fakat eğitim bir çoğula seslenmek zorunda değil mi? Benimde aynı fikirde olduğum alternatif eğitim sistemlerinin mevcut olduğu bunun yanısıra eğitimi dört duvarla sınırlamamak icap ettiğini ifade ediyor yazarımız. Özetlemek gerekirse çocuk okula gitmek istemiyorsa gitmeyebilir ailesinin yanında eğitimine devam eder, çocuk kurumlar vasıtasıyla eğitim almak istiyorsa alabilir… (dikkat ettiyseniz çocuk iradesi geçerli ebeveyn yada erişkin iradesi değil.) Çocuk yanlıış karar verirse diye soruyorsunuz değil mi ? Bırakın şu iyilik meleğini oynamayı o yaşam size ilişik değil siz yalnız bir yaşama hükmetmek egosuyla yanıp tutuşuyorsunuz. Kendi yaşam hatalarınızı o çocuk üstünden düzeltmeye ve hayallerinizi o bedene sığdırmaya çalışan bir avuç gerzekten başka bir şey değilsiniz.
KÜÇÜK BİR ANI
Yıl 1994 Doğu karışık hemde öyleki bu şekilde değil babam artık burdan hayır gelmez diye İzmir yollarına düştük. Fakirlik bir taraftan İzmirde baskı bir taraftan direnmeye yaşama tutunmaya çalışıyoruz. 1995 Eylül ayı geldi dediler ki okula gideceksin o da nedir? Ben dağ bayır gezerken mahalle aralarına düşmüş ruhumu bedenime hapsetmişim. Neyse okul başladı gidip geliyoruz ben suskun sesim çıkmıyor bir taraftan yabancılık hissediyorum bir taraftan dil sıkıntısı var. Herkes okumayı söktü ben de tık yok.:) Neyse öğretmen bigün beni çağırdı bu kağıdı al babana ver diye. Üzerine bakıyorum kağıdın okumada yok ya ne yazıyor acaba diye düşünüyorum eve gidinceye kadar. Akşam oluyor babam işten gelmiş bitkin ve sinirli ne diyeceğim diye düşünüyorum. Kağıdı versem mi vermesem mi? Sonunda vermekte karar kılıyorum babama uzatıyorum kağıdı, uzatmakla tokat yiyişim içinde 30 saniye oynuyor. O zamana kadar oldukca dayak yemişimdir çocuklardan fakat babamdan ilk tokat yiyişim . Ablalarım ( biri 8 diğeri 9 yaşlarında ) var iki tane bana annemden öte annelik icra eden ikisi birden sarılıyorlar bana, büyük ablam önüme geçiyor o ufak bedeniyle babam vurursa ona gelsin diye.Babam sen oğlansın diye seni okula yolluyorum sen disleksi mi neymişsin diyor. 🙂 Öğretmen hanım öğrenme geriliği yazmayı da akıl etmiş esasen baba onu görünce tokatı yapıştırmış kendi söylemine bakılırsa. Neyse doktora götürülmemi söylemiş öğretmen hanım sabahleyin erkenden büyük ablam aldı götürdü 9 yaşlarında çocuk bana annelik yapıyor.  Gittik yedi gün süresince hekim bir şeyler soruyor fotoğraf gösteriyor daha doğrusu konuşmaya çalışıyorum bende kendimce. Bir hafta sonunda hekim amcam başımı öpüp o güzel gülümsemesiyle beni eve gönderiyor. Babama kağıt ulaşıyor doğal gene bakıyor kağıda sonrasında yüzüme tepki yok al öğretmenine götür diyor. Ablalarım okula gitmemiş onlarda okuyamıyor doğal ben bu süreçte öğretmene kinlenmişim bana aptal demiş diye düşünüyorum. Neyse öğretmene kağıdı uzatıyorum bakıyor bu hekim da hiçbir şey bilmiyor demek ki diyor.:) Ben yaşıyorum yerime derslik tekrarı yapacağım büyük olasılık fakat iyi mi oluyorsa bolca iki dolu bir karne ile ikinci sınıfa geçiyorum. Üç ay doyasıya oynamış dost edinmiş çat pat Türkçe konuşuyorum artık fakat okulun ilk günü gene geldi. Aynı mesele gene var okuyamıyorum fakat sınıfa başka bir öğretmen geliyor kısa saçlı gülümseme yüzünde değil de sanki yüzü gülümseme altına iliştirilmiş. Sene içinde bakıyor ki ben okuyamıyorum beraberce ilgilendikten sonrasında her ders gelip bana başka bir şey yaptırıyor alfabeyi yazdırıyor, toplama çıkarma gösteriyor denetim ediyor. Derslik mevcudu da azca değil ha 40 üstünde bi mevcut var. Oldukca uzattım kusuruma bakmayın senenin sonuna doğru okumayı söküyorum fakat Ayfer Hocam gideceğini söylüyor seneye gelmeyecekmiş artık ben ağlıyorum devamlı. Tabiki gitti sonrasında öğreniyorum Hocamın engelli bir kızı varmış ve öyleki güzel gülümsüyordu ki sanki hayatta en dertsiz tasasız kişisi oydu. Her talebesi onun için özeldi hiçbir şeyi bizlere yansıtmamış. Öğretmenim giderken “ Öğretmenim sizin gurur duyacağınız biri olacağım söz.” demiştim . Ne mi oldu? İlkokul da okul birinciliği, lisede aşama, ÖSS de 380 puan üstünden 312, İki üniversite… Ayfer Hocam bana bir yol açtı ben öğrenmek için öğrendim yoksa okul için değil. Okulda rol yapmam icap ettiğini lisede farkettim başka bir gözümün nuru yardımıyla onu da başka bir zamanda anlatırım şimdi bu kadar niçin uzattım biliyor musunuz hani şu televizyonda çıkan disleksi reklamı var ya öğretmen farkedemiyor öğrencilerin rahatsızlığını işte ben direkt öğretmen tarafınca uzmanlık alanı olmamasına karşın yanlış teşhis konmuş bir öğrenciyim. Oradaki hekim ve Ayfer Hocam olmasa sonum ne olacaktı dostlar ? Bu bir de talih kısaca şansa işimi bırakmam fakat talih olmasa yanlış teşhis sonrada okuldan alınma gerisini siz tasvir edin…
FİKİRLER DÜNYASI
“Zorunlu Eğitim gerekli midir?” sorusuna verilecek yanıt her insana bakılırsa değişecektir lakin suali “ Eğitim gerekli midir? ” diye düzenlersek çoğumuz buna evet diyecektir diye düşünüyorum. Mühim olan bu son probleminin içeriğini belirlemektir diye düşünüyorum.
Okullarda devamlı eğitimci konuşur talebe söz hakkı alıp yalnız o da mevzuyla ilgili olacak şekilde yalnız öğretmenin bilmiş olduğu mevzularda konuşabilir ve sual sorabilir. Eğitimci bilmiyorsa ben her şeyi bilemem ki teranesiyle yanıt verir oysaki onun uzmanlık alanı. O da olmadı sen araştır yarın bizlere anlatırsın der aslen buradan da şu çıkıyor ben oldukca lüzumlu değilim fakat ben sizin çobanlığınızı yapıyorumdur. Çoban olmasa ne olur? Kuzucuklar hepsi bir bölgelere dağılır. Başka otlarla beslenir oysaki biz bunu istemiyoruz bu otlar yenecek diyor eğitimci. Oysaki öğrenciler beraber öğrenmek yanında öğrendiklerini aktarmaktan zevk alırlar. Bu zevkten onları alıkoyuyor eğitimci. Ayıca istenilen ve tasarlanan bir tasarı konumunda talebe. Oysaki yaşça ufak diye onu istediğiniz şeklinde yoğurmaya kalkışmak kadar çirkin başka bir şey yoktur. Anaokulları da mecburi eğitim kademesi içine alınmasının en büyük sebebi ağaç yaşken eğilir politikasıdır. Gözü açılmış yaşamın farkına varan bireyler tehlikelidir.Bunun için hayal edenleri sonrada düşünen bireylere zincirler vurulmalıdır ki sesleri kısık çıksın yada yeri vardığında gösterilen uçmaya teşebbüs eden fertleri cemiyet sindirebilsin.Eğitim sisteminde eğitimci yönlendiren değil yalnız derslik içindeki koordinasyonu elde eden kişi olmalıdır. Kavramların nesnel ifadesi yapıldıktan sonrasında talebe istediğini sahiplenme özgürlüğü sunulmalıdır. Ama bu tehlikeli değil mi ? 🙂 Tehlikeli heralde devletler varolmalı sonuçta insanoğlu devletler için var (!).
Sık karşılaşmışsınız eğitimcilerin bir çok eğitim camiasını eleştirir lakin sözkonusu talebe olunca bırakın onlardan bir şey olmaz derler. Öğrenciye kulak tıkamış eğitimcilerin bu davranışı onların eleştirisinin ne kadar ciddiye alınması icap ettiğini ifade ediyor. Eğitimci eğitime yalnız bir vasıta noktasına yaklaşan aradaki kuklalardır. Dışarda öğrencisini görenlerin büyük çoğunluğu onları görmezden geliyor yada geçiştiriyor. Zira onların amacı sırtını devlete yaslamak ve para kazanmak. Açlık sınırında yaşayın yada maaş almayın demiyoruz lakin her eleştiri mevzusunda maaşı konuşan eğitimciler azınlıkta değil maalesef. Eğitimci öğrencisini tanımıyor onun için devam eden talebe mühim.Korku üstüne inşaa ettikleri disiplin kuleleriyle o ufak bedenlere hükmetmek hoşlarına gitmiyor değil. Zira eğitimcilerin bir çok aciz kuklalardan başka bir vasıfları yok üniversiteden kalma kitapları oturma odasını süslüyor tozlu raflarda. Bi süre eğitim verdiğim bi okulda Türkçe öğretmeni üniversiteden sonrasında asla kitap okumamış sonrasında Sosyal Bilgileri öğretmeni asla tiyatroya gitmemiş. Neden mi? Cevapları basitti maaş yetmiyormuş. Demek ki kitap alan,tiyatroya yada beyaz perdeye giden insanoğlu varlıklı .:)
Diğer mevzu ise eğitimcilerin saygı beklemeleri öğrencilerden. Saygı bence lüzumlu olan seni dinleyen ve sana kıymet veren insanlara verilmeli olan bir kavramdır. Biri gelip sistemin öngördüğü şeyleri ezberleyip konu alıyor kisvesi altında veriyor diye benden saygı beklemesi doğru gelmiyor.
Bir başka nokta ise okullar yaşama hazırlıyor diye bi sav var lakin yaşama dair hiçbir şey mevcut değil bu kurumlarda.Yaşamdan kopuk bireyler yetiştirip iktidarların ideolojik aygıtları olmaktan başka yüklendikleri bir işlevleri mevcut değil. Okulların bir çok dört duvardan ibarettir oysaki eğitim bir süreç vakasıdır. Hani Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfında şu şekilde bir dialog vardır ya:
Mahmut Hoca:Okul yalnız dört yanı duvarla çevrili, tepesinde dam olan yer değildir. Okul her yerdir. Esnasında bir orman, esnasında dağ başı. Öğrenmenin, bilginin var olduğu her yer okuldur.
Tulum Hayri: Allah aşkına hocam, bu okulda insan ne öğrenir?
Mahmut Hoca: Yaşamayı, savaşım etmeyi, tabiat ile savaşmayı öğrenirsiniz. Bilgili olmayı, en önemlisi kendinize karşı saygıyı öğrenirsiniz. Bu saydıklarım eğer bir okulda yoksa, orada yalnız bir taş yığını vardır.
Eğitim üstüne bu kadar okuma yapmadan ilkin okulları hapishanelere benzetirdim sonrasında ne mi oldu büyük sosyologlarda aynen öyleki düşünüyormuş. Hapishanelerde hava almak için avlulara çıkartılır öğrencilerde solunum aralarında hava almaya çıkartılıyor. Okul çıkışlarına dikkat edin nerede olduğu pek mühim değil öğrenciler ahırdan çıkan hayvanlara benzerler özgürlüğe koşan hayvanlar şeklinde.
Victor Hugo’nun “Bir okul açan bir hapishaneyi kapatır.” diyeceksiniz ben de size hapishaneler çoğalıyor nerde o romantizm diyeceğim.Bu arada da oluşturulan okulunda bi farkı yok esasen hapishanelerden ; tel örgüler, yüksek duvarlar, nöbetçi öğrenciler, yoklamalar, okuldan firar eden kaçaklar, otoriter yapı, kısmen giyim zorunluluğu, motivasyon kaybı ( sen öğrencisin o öğretmen üst ne derse haklıdır.), özgüve kaybı, sessiz olma zorunluluğu, karar vermek için inisiyatif kulanamama ( eğitimcide de aşama mühim), mecburi boş vakit, yiyecek düzeni, seviye … azca mı oldu. 🙂
Modernleşme kisvesi adı altında “okullu olma” terimi getirilmiştir öğrencilerin pratikten koparıp kuram sınıflarına hapsettik. Okullar sağ ve sol için birer ideoloji kalesine dönmüş noktadalar. Bunun değerlendirmesini de okulda sınavlar vasıtasıyla not ile belirledik. Size tavsiyem aptalı oynayın zekiler şundan dolayı sistem aptalı oynamanızı istiyorsa aptalı oynayın. Robert Pirsig “ Okul size taklit etmeyi öğretir. Öğretmenin istediği şeyi taklit etmezseniz kötü not alırsınız. Tüm derece ve not sistemini kaldırırsanız gerçek bir eğitim verebilirsiniz.” diyor. Bunu aklınızdan çıkarmayın.
Bauman’ın mektuplarından birinde yazdığı suretiyle: … alternatifler “bulunan nesneler” değildir; alternatiflerin üretilmesi, yaratılması gerekir. Alternatifler kendi başlarına var olmaz, bizim girişimlerimizle ortaya çıkarlar. Alternatifler, şeylerin olduğu şeklinde kalmalarına izin vermeyi reddetmekle tasarlanır ve o şeyleri değiştirmeye yönelik çabalarımız süresince olgunlaşır. Diyalojik uğraş lehine argümanlar yığıp onun erdemlerini, getirilerini ve yararlarını sıralamak kâfi değil. Bu argümanlar kulağa ne kadar ikna edici gelirse gelsin, eğer hakiki bir diyaloğun –bizim reddettiğimiz görüşlere haiz kişilerle (bu tür bir diyalogdan şeytanın mukaddes sudan kaçtığı şeklinde kaçanlar da dahil olmak suretiyle) kurulan bir diyaloğun– gerçekçi bir alternatif olmasını istiyorsak başka bir şeye daha ihtiyacımız var. Bu “başka bir şey” kesinlikle ehemmiyetsiz bir şey değil: Dünyada var olma şeklimizin gözden geçirilmesinden ve nevi şahsına münhasır bir kültürel devrimden aşağı kalır yanı yok.
Oldukca mu eleştirdik hadi birazcık çözüm üretelim o vakit. Bundan sonrasında tavsiye ettiğim ve benden daha iyi çözümleme icra eden insanların konuşmalarına yer vereceğim.
Geleceğin Eğitimi İçin Gerekli Yedi Bilgi
Eğitimde “bazı şeyleri” değişiklik yapma gerekliliği, vatanımızda olduğu ka¬dar, dünya düzeyinde de devamlı gündemde olan bir mevzu. Şu ana kadar meydana getirilen değişikliklerin dünyamıza pek bir katkısı olduğu söylenemez. Köktendinci akımların yayılması, terörizmin bir dünya problemi haline gelmesi, yoksullar ile zenginler ve yoksul ülkeler ile varlıklı ülkeler arasındaki uçurumun gitgide genişlemesi, bu mevzuda mesafe alamadığımızın belli başlı göstergeleri olsa gerek. Yaygın düşünme biçimlerinin değişmesi -kafaların değişmesi- süregelen bir gereksinim olarak karşımıza çıkıyor.
Peki fakat bu değişim iyi mi bir eğitimle gerçekleşebilir?
Okuyacağınız yazı Edgar Morin’in UNESCO ’nun isteği üstüne değindiği, bu konudaki düşüncelerinden oluşuyor. Morin, bugünkü eğitimde çoğu zaman tamamlanmamış olan yedi mühim nokta saptıyor ve bu eksikliklerin giderilebilmesi için, eğitimde temel alınması ihtiyaç duyulan “yedi bilgi” öneriyor. Yazara bakılırsa bu “bilgiler”, kişilerin bir tüm olarak bilgisel ve etik kabiliyetlerini geliştirebilmelerine destek olabilir.
Nelerdir bu eksiklikler? Nereden kaynaklanıyorlar? Ve bu tarz şeyleri giderebilmenin yolları ne olabilir?
Ana başlıklar halinde bu yedi bilgiden bahsedelim sizlere…
1- Bilmenin Körlükleri: Hata ve Yanılsama
Eğitimde görülen en mühim bir eksiklik, eğitilenlerin, bilmenin ne olduğu üstünde düşündürülmemesi, onlara bilgiler aktarmakla yetinilmesidir. Böylece, hazır bilgilerle yüklenen insanoğlu, oldukca kez yanıldıklarının farkına varamaz, informasyon ile kuruntuyu birbirinden ayıramaz. Bilgi, doğası incelenmeden kullanılabilecek hazır bir vasıta olarak düşünülemez. Bu nedenle bilmenin bilinmesi, insan aklını durmadan karıştıran devamlı hata ve yanılsama riskleriyle karşılaşmaya hazırlık işlevi görebilecek öncelikli bir gereklilik olarak görülmelidir.
Bu probleminin üstesinden gelebilme mevzusunda Morin ’in oldukca mühim bir önerisi, “gözlem yapma etkinliklerimizin kendimizi gözlemekten, eleştirilerimizin kendimizi eleştirmekten, nesneleştirme süreç-lerinin de kendimiz üstüne düşünme süreçlerinden ayrılmaması gerektiğidir. Bu, kendini bilme gerekliliğidir.
2- Akla Uygun Bir Bilginin İlkeleri
Oldukca mühim bir mesele da global ve temel sorunları yakalayabilecek ve bu problemler içine kısmi ve mahalli detayları yerleştirebilecek bir bilgiyi geliştirmenin gerekliliğidir. Günümüzde eğitim bütünü/bütünleri görebilecek halde tasarlanmamıştır, dolayısıyla kişiler onlara sunulan parça parça detayları, mensup oldukları bütüne ya da çerçeveye yerleştirememektedir. Dolayısıyla şahıs bilme konusu yaptıklarının bağlantılarını görememekte, bağlantılı düşünememektedir. İnsan zihninin, tüm bilgilerini bir bağlam ve bir tüm içinde konumlandırmaya olan organik yatkınlığını geliştirmek gereklidir.
Bunun üstesinden gelebilmekle ilgili olarak Morin’in önerisi, eğitimde, bir “parça”nın öğretimi üstünde yoğunlaşırken, bu “parça”nın bütünle ilgisini göstermek, bir bütünü ele alırken de parçalarının açık bilgisine dayanmak gerektiğidir. Böylece eğitilenin, varolanın ve gerçekliğin çokboyutluluğunu ve karmaşıklığını görebilecek bir göz kazanmasına destek olunabilir.
3- İnsanlık Durumunu Öğretmek
İnsan hem fizyolojik, hem biyolojik, hem psişik, hem kültürel, hem toplumsal, hem de tarihsel bir varlıktır. Öğretim içinde, disiplinler yöntemiyle bütünüyle parçalanan da aslen insanoğlunun doğasının bu karmaşık birliğidir. Oysa nereden gelirse gelsin hepimiz hem kendi kimliğinin karmaşık niteliğinin, hem de öteki tüm insanlarla ortak kimliğinin bilgisi ve bilincine haiz olmalıdır.
Bu, mevcut disiplinlerden hareketle, tabiat bilimleri, beşeri bilimler, edebiyat ve felsefe içinde dağılmış olan detayları düzenleyerek, insanoğlunun birliği ve karmaşıklığını görmenin ve insani olan her şeyin birliği ile çeşitliliği arasındaki koparılamaz bağları göstermekle mümkün olacaktır.
4- Dünyalı Kimliği Öğretmek
Küresel son zamanların gelişmelerinin bilinmesi ve dünyalı kimliğin tanınması, öğretimin mühim mevzularından biri olmalıdır. Eğitim insan türünün “dünyasal kimliği”ni, tüm insanların aynı kaderi paylaştığını göstermeli, böylece de eğitilende insansal dayanış¬ma isteğini uyandırmalıdır.
20. yüzyıla damgasını vuran küresel ölçekteki krizler bütününe, bundan bu şekilde aynı yaşamak ya da ölmek sorunlarıyla karşı karşıya olan tüm insanların ortak bir kaderi paylaştıklarını vurgulamak gereklidir.
5- Belirsizlikleri Göğüslemek
Bilimler bizlere pek oldukca kesinlik kazandırdı fakat bununla birlikte sayısız belirsizlik alanının bulunduğunu da gösterdi. Öğretim; fizik bilimleri (mikrofizik, termodinamik, kozmoloji), biyolojik evrim bilimleri ve tarihsel bilimlerde ortaya çıkan belirsizliklerin öğretilmesini de içermelidir.
Böylece de insanları beklenmeyeni beklemeye alıştırmalı ve şaşırtıcı bir olguyla karşı karşıya geldiklerinde üstesinden iyi mi gelebileceklerini öğretilmelidir.
Öğretme yükümlülüğündeki her insanın, içinde yaşadığımız dönemin belirsizliğinin ön saflarında yer alması gereklidir.
6- Anlamayı Öğretmek
Anlayış, insan iletişiminin hem aracı, hem amacıdır. Oysa anlamanın öğretilmesi öğretimimizin haricinde kalmıştır. Gezegenimiz, her yönde karşılıklı anlamayı gerektirir. Yaşadığımız birçok probleminin ırkçılığın, yabancı düşmanlığının vb, insanların birbirini anlayamamalarından kaynaklandığını göz önüne alarak, eğitimde anlama öğretilmelidir. Geleceğin eğitiminin ürünü bu olmalıdır.
Yakın olmasıyla birlikte yabancı insanoğlu içinde da karşılıklı anlam, insan ilişkilerinin barbar anlayışsızlık durumundan çıkması için artık hayatidir. Bu da anlayışsızlığı kendi kökleri, biçimleri ve neticeleri içinde incelemeyi gerektirir. Bu şekilde bir araştırma için, nefretin emarelerine değil, köklerine yöneleceği göz önüne alınırsa, gerekliliği ortadadır.
7- İnsan Türünün Etiği
Etik eğitimi, ahlâk dersleri verilerek yapılmamalı, etik kaygıların kafalarda oluşmasına destek olmalıdır. Her insanoğlunun, hem bir şahıs, hem bir toplumun üyesi, hem de insan türünün bir üyesi olduğu bi-lincini kazandırmalı, böylece de kişilerin özerkliğinden, toplumsal iştirakından ve insan türüne ilişik olma bilincinin gelişmesinden oluşan “insansal gelişme”yi sağlamalı, “yurdumuzun dünya olduğu” bilincini kazandırmalı, bu bilinci de “dünya vatandaşlığını” gerçekleştirme isteğine dönüştürmeye katkıda bulunmalıdır.
Edgar Morin’in 20. yüzyılın sonlarında meydana getirilen eğitimlerdeki belli başlı eksikliklere ilişkin teşhisleri kadar, bu eksiklikleri gidermeye ilişkin önerileri de son aşama mühim. Genel olarak okura, bilhassa de eğitimci olan okura, düşünmek için bol miktarda araç-gereç sağlıyor. Okuyup üstünde düşünmenizi tavsiye ederiz bizde.
21. yüzyılın başlangıcında, dünyanın bugünkü koşullarında dünyaya gelen her kişinin bu tip insanoğlu yetiştirebilecek eğitmenlere şiddetle ihtiyacı var.
Okulları İyileştirmek Cesaret İstiyor
Cesaret yalnız liderlere özgü bir şey değil. Bir okulun gelişmesini isteyen her insanın buna ihtiyacı var. Ayrıca girişimde bulunmaya hazır olmaya ve yürek isteyen konuşmalara katılmaya da gereksinim var.
Size besa örneğini anlatmak isterim. Bu, Arnavutluk kültürünün temel değerlerinden biridir. İkinci Dünya Savaşı esnasında Naziler, Arnavutluk’u salgın ettiklerinde tüm Yahudilerin teslim edilmesini istediler. Ancak, kişinin kendi yaşamı pahasına konuklarını korumaya verilen kıymet anlamına gelen besa yüzünden Arnavutluk halkı herhangi bir toplantı yapmadan ya da kendilerinden bu tarz bir olay istenmeden tüm Yahudileri ailelerinin içine aldılar.
Arnavutluk Kralı, Nazi liderleriyle karşı karşıya vardığında Arnavutluk’ta hiçbir Yahudi olmadığını ve isterlerse gelip bakabileceklerini söylemiş oldu onlara. Arnavutluk halkına özgü olan besa kıymeti cesaretle hayata geçirilmişti.
Bazı zamanlar, Arnavut halkı kadar olmasa da, elinizden gelenin daha fazlasını yapmanız gerekebilir. Sınırlarınızı aşmak, kısaca bir vizyon sahibi olmak ve daha çok ortaklık, düzenleme ve dayanışma gerektiren bu gösterime bakılırsa hareket etmek cesaret ister. Cesaret, meslektaşlarınız ve üstleriniz tarafınca onaylanmama korkusuyla yüzleşmeyi ve bunun üstesinden gelmeyi gerektirir.
Cesur Konuşmalar Planlamak
Kişinin kendi okulunu iyileştirmesi dürüst konuşmalar gerektirir ve bu da cesaret ister. Belki devamlı öyleki olması gerekmez, fakat bir çok durumda gerekir. İşte öğretmen ekibi toplantılarında, derslik ya da branş planlama ya da hazırlık yapma dönemlerinde ya da bir mesleki gelişim faaliyeti olarak kullanabileceğiniz sorular:
Tartışma Soruları
• Okulda şu an yaptığınız hangi uygulamayı yapmayı bırakmak isterdiniz?
• Okulunuzda yapmadığınız hangi uygulamayı hayata geçirmeye adım atmak isterdiniz?
• Okulunuzda yaparken devamlı sorguladığınız ve artık ortadan kaldırmak istediğiniz şey nedir?
Eğer Cesaretiniz Olsaydı . . .
• Yaptığınız şeyi, iyi mi yaptığınızı ve insanların birbirine iyi mi davranması icap ettiğini en iyi özetleyen temel etik ilkeler hakkında okulunuzdaki insanlarla yapacağınız bir konuşmaya iyi mi başlardınız?
• Okulunuza adım atan, içinde dolaşan ve vakit geçiren birinin bu değerleri deneyimlemesini/bilmesini/görmesini/duymasını/hissetmesini hangi ritüeller, rutinler ve öteki somut emareler sağlar? (Bilhassa girişleri, sınıfları, bahçeyi, koridorları, yemekhaneyi ve personel odalarını düşünün.)
Nasıl Başlayabilirsiniz?
Yukarıdaki soruları ve önerileri, okulunuzdaki meslektaşlarınızla yapacağınız yürekli konuşmaları başlatmak için kullanın. Bazen boş kağıtlar dağıtmak ve insanların cevpalarını bunlara yazmasını istemek ve genel bir münakaşaya geçmeden ilkin bu cevapları çiftler ya da ufak gruplar halinde paylaşmak yararlı olabilir. Umarım bu hepimiz için aydınlatıcı ve özgürleştirici bir etkinlik olur. Zira hepimiz yapması ihtiyaç duyulan ve yapmaması ihtiyaç duyulan şeyleri, değişiklik yapmak istediği fakat asla o noktaya gelemediği şeyleri oldukca iyi bilir.
Bilhassa temel etik değerlerle ilgili konuşma oldukca önemlidir. Oldukca sayıda kıymet ortaya çıkacaktır fakat daha ufak bir gruba, mesela üç ila beş değere ve okul kültürünün ve okul ikliminin bir parçası olarak uygulamaya ciddi anlamda çabalayacağınız değerlere odaklanın.
Mesela saygı, hakkaniyet, kıymet verme, bütünlük ve destek bunlara birkaç örnek olabilir. Bazı ilkelere odaklanmanız diğerlerini reddetmeniz anlamına gelmez. Sadece öğrencilere, öğretmen kadronuza, velilere ve daha geniş kitlelere aktaracağınız anlamına gelir. Aynı zamanda öğrencilere de bu ilkeleri kazandırmaya yönelik deneyimler yaratacağınız anlamına gelir.
Sadece birkaç meslektaşınızla bile bu tür konuşmalar yapmak, neredeyse her seferinde okul ikliminde gelişmelere, öğrenciler için daha iyi deneyimlere ve daha iyi sonuçlara sebep olur.
Öğrenmeyi Seven Bir Lise Talebesi Anlatıyor: Neden Okuldan Nefret Ettim?
Başlığı dikkatli okuyun. Okul diyorum, eğitim değil. Evet, arada bir fark var.
Bu yıl lise ikinci derslik olacağım ve şu ana kadar yalnız bir yıl liseye gitmiş olsam da, okuldan birazcık nefret ettiğimi söyleyebilirim. Bu aslen bir klişedir; okuldan nefret eden lise talebesi, tüm gün telefonunda mesajlaşır, partilere gider vs. İşin aslı bu üç şeyden yalnız bir tanesi bana uyuyor. Ama bir an için okuldan {hiç de} nefret etmediğim zamana geri saralım: Anaokulundan dördüncü sınıfa kadar olan bölüm…
Nefret oldukca kuvvetli bir kelime. Okuldan nefret etmiyorum, yalnız ilköğretim günlerimdeki aşırı mutlu ve coşkulu halimle şimdiki duygularımı kıyaslıyorum. O zamanlar okulu oldukca severdim. En sevdiğim yerdi, şundan dolayı devamlı öğrenmeyi oldukca seven biriydim. Harika bir çocukluk geçirdim (kısaca, teknik olarak hala çocukluk çağımdayım fakat şimdilik bunu görmezden gelebilirsiniz); her gün kitap okuyarak, hayvanlar hakkında daha çok şey öğrenmek için hayvanat bahçesi maceralarına çıkarak, yıldız gözlemi yapmak için rasathaneye doğru uzun yürüyüşler yaparak, mümkün olan tüm müzeleri gezerek ve daha pek oldukca güzel şey yaparak büyüdüm. Merak tohumu zihnime oldukca erken yaşlarda ekilmişti ve bugün hala büyümeye devam ediyor. Bir sual sormak ve beni doyum edecek bir cevaba ulaşmak oldukca hoşuma gidiyor, fakat beni esas heyecanlandıran şey bu cevaplarla bir şeyler yapabilmek. İşte bu, bilgiyle bilgelik arasındaki fark.
Şimdi ufak bir anaokulu evladı olarak hayal edin beni; tüm sorularıma (kısaca, neredeyse) yanıt alabildiğim bir odada (vakası daha da heyecanlı bir hale getiren bir gökkuşağı halısının üstünde) yaşıyorum. Okumayı, yazmayı ve sayı saymayı öğrenebiliyorum. Farklı hayvanlar, bitkiler ve dünya ile alakalı pekçok şeyi anlayabiliyorum. Atalarımı ve her şeyin tarihini öğrenebiliyorum. Sadece bu şekilde de kalmıyor, çok da fazla eğleniyorum! Renkli karbon kağıtlarını bir araya getirip bir yapboz şeklinde onları yapıştırmak varken, bitkilerin değişik bölümlerini niçin yalnız okumakla yetinesin ki? Hatta daha da güzeli, kendi yetiştirdiğin bitkinin büyümesini izle! Benim için okul emin olun bir çeşit cenneti.
Peki okula duyduğum sevgi iyi mi oldu da değişti? Basit: Okul öğrenmekle ilgili olmayı bıraktı. Liseye hatta ortaokula başladığımda, çevremdeki her insanın, öğretmenlerin ve aynı şekilde öğrencilerin zihniyeti aynıydı: “Çalış, çalış, çalış, iyi not al, iyi not al, iyi not al.” Yararsız detayları kafana mümkün olmasıyla birlikte süratli tıkmakla meşgullerdi. “Anlamasan da olur, sadece ezberle ve sınavdan en iyi notu al!” Ya imtihan? Hiç konuşmadan bir odada geçen bir saat. Kaygı baloncukları midende uçuşurken, çoktan seçmeli cevapların arasından doğru baloncukları işaretlemelisin. Okul yavaş yavaş kuru bilgiyi yalnız en yüksek notu alana kadar ezberimde tutmam ihtiyaç duyulan bir yere dönüştü. İyi bir üniversiteye gitmek için lüzumlu şartları yerine getiriyordum. Tüm vaka üniversiteye girmek ve akranlarından daha iyi olmaktı. Derslik arkadaşına niçin yardım edesin ki? Üniversiteye gitme zamanı vardığında, rekabet edeceğin insan sayısının azalması için niçin onları sabote etmeyesin ki? İşte bu zihniyetten nefret ettim. Ama çevremdeki hepimiz bu şekilde düşünüyordu, hatta bir ihtimal ben bile.
Neden okul öğretmenlerin yavaş öğrettiği, öğrencilerine eşit müdahale etmiş olduğu ve onlarla anlamlı sohbetler ve tartışmalar yapmış olduğu bir yer olamıyor? Bir zamanlar sual soran her insana bağırıp çağıran bir matematik öğretmenim vardı, şundan dolayı matematik dersindeydik ve bu tarz şeyleri bilecek kadar parlak zeka olmalıydık. Neden okul her tür suali hoş karşılayan ve bu soruları sormak için insana vakit tanıyan bir yer olamıyor? Ertesi sabahleyin her şeyi unutmak için sınavlara oldukca çalışmaktan inanılmaz bıktım. Gerçek hayatta sınırsız kaynaklarımız var. İnternet, kütüphane, akranlarımız. Bir odada oturup bir saat süresince baloncukların içini doldurmaktansa, niçin derslik arkadaşlarımızla bir araya gelip dersle ve bununla birlikte gerçek hayatla ilgili olan karmaşık ve eleştirel düşünmeyi harekete geçiren bir sual üstünde elimizdeki kaynakları kullanarak çalışmıyoruz?
Dünyadaki açlık sorununu ya da başka sorunları çözmek için zihinleri sadece bu şekilde büyütebilirsiniz. Öğrencilerinizin merakını ve ilgisini sadece bu şekilde uyandırır ve belli bir mevzu hakkında coşku duymalarına bu şekilde sebep olmuş olursunuz. Okullar testleri ve ödevleri kaldırmalılar demiyorum, okulun esas işinin daha oldukca öğrenme deneyimi yaratmak olması icap ettiğini ve daha çok gerçek hayatla ilgili olması icap ettiğini söylüyorum. Testler ise eleştirel düşünme ve ön bilginin bir kombinasyonunu kullanmalı; beynin yalnız bilgiyi ezberleyen bölümünü soyutlamamalı, şundan dolayı öğrenciler bunların yarısını anlamıyor esasen!
Ben de kendimi bu acı gerçeğe kaptırdım. Her şeyi sınavdan sonrasında unutacağımı bile bile çalışmak için gece geç saatlere kadar uyanık kaldım. En yüksek notu alacak, kendimi zorlayacaktım. Ama ne pahasına? Sonunda bir boşluğa düştüm, kaygı ve obsesif kompülsif bozukluk yaşamaya başladım ve eğer buna derhal bir son vermezsem bu listeye depresyonu da ekleyebilirim. Okul kendimi zorlamaya devam etmem için beni teşvik ediyor, peki fakat kırılma noktama ulaşmam daha ne kadar sürecek? Bugünlerde yaptığım tek şey ödev ve ders çalışmak. Lisenin ilk senesinde o denli stres yaşadım ki, yalnız kendimi hastanede bulmakla kalmadım, bununla birlikte tüm yıl süresince okul harici tek bir kitap bile okumadım. Benim için ikincisi oldukca daha trajikti. Sadece 10’uncu sınıftayım fakat sanki bıçak kemiğe dayanmış şeklinde hissediyorum.
Evet, okul iğrenç bir şey! Ama bu, öğrenmek de öyleki olmalı anlamına gelmiyor. Bugünden itibaren kendime bir söz veriyorum: Hangi üniversiteye gidersem gideyim, en sonunda kendimi hangi işi yaparken bulayım, öğrenmeyi devamlı seveceğim ve devamlı daha çok bilmek için çabalayacağım. Ve bu yazı da söylediğim her şeye karşın hala okula gitmekten zevk alıyorum ve eğitimimi hiçbir şeye değişmem. Her vakit “Eski Yunan Mitolojisi” ya da “Hayvanlara Dair A’dan Z’ye Her Şey” ile ilgili kitaplar okuyan türde bir insan oldum, öğrenmeyi bu kadar oldukca istediğim için, o insan olmaya devam etmeyi umuyorum.
Okula Gereğinden Fazla Anlam Yüklemek
“Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro bölümüne gitmek istiyorum baba” dedim, gözümün içine baktı, “boşver oğlum” dedi, “para kazanacağın bir meslek seç, tiyatroyu da sonra yaparsın”. Ailenin yüzlerce müdehalesinden biriydi bu, benim değil ailemin isteklerini yaşıyordum. Lise son sınıfa dair verdiğim örneği geri sardıkça duygularımın, ilgilerimin, seçimlerimin çoğunda ailemi görürüm. Tek olmadığımı, çoğumuzun ailelerimizin yaşamımızı şekillendirdiği öykülerle büyüdüğümüzü biliyorum.
Psikoloji alanında birçok kuram, kişilik gelişiminin ufak yaşlarda edinildiğini söyler. Eric Berne tarafınca geliştirilen Transaksiyonel Analiz kuramı da hepimizin içinde yer edinen sistemin ilk beş yılda beynimize kaydedilen kodlar bulunduğunu ve silinmesinin oldukca zor bulunduğunu savunur. Doğum öncesi süregelen kişilik gelişiminin ilk yılları oldukca kıymetli ve biz bu yılları ailemizle geçiriyoruz. Bugünlerde sıkça rastladığımız “Hayatta en büyük mucize, küçükken iyi bir öğretmene
rastlamaktır” cümlesini tekrardan düşünmek gerekiyor. Acaba mucize küçükken iyi bir öğretmene rastlamak mıdır yoksa küçükken kişilik gelişimimize zarar vermeyecek, iyi rol model olacak ebeveynlere rastlamak mıdır? Bu karşılaştırmanın amacı kefelerinin hangisinin
aşağıda olacağını görmek değil, her iki kefenin de kıymetini iyi çözümleme etmektir.
Okulların açılmasıyla, mucize beklentileri de artmaya başladı. Sanırım öncelikli olarak bilimsel gerçekle yüzleşmeliyiz, mucize yoktur. İyi öğretmene denk gelmek doğal olarak ki değerlidir ve öğretmen rol modeli öğrenciler için etkilidir. Evlatların gelişim süreçlerindeki yükün hepsini okulda öğretmene bırakmak ise hayalciliktir.
Kitap okunmayan bir evindeki çocuğun okula giderek kitap kurdu olmasını beklemek, müzikle sadece düğünlerde karşılaşılan evlerdeki çocuklardan klasik müzik dinleyicisi yaratmak, fırsatçılığın erdem olarak görüldüğü ortamlarda yetişen evlatların vicdanlı olmasını beklemek, cep telefonun elden düşmediği yetişkinlere maruz kalan ufaklıklara bilgisayar oyunlarını sınırlamak…
Eğitim yüzyıllar içinde evrilirken, klasik okulların yerini alternatif okul arayışları almışken hatta okulsuzluk (homeschooling) okullluluğa tercih ediliyorken, dünyadaki yaratıcı başarıya ulaşmış bireylerin okullarında iyi mi da başarısız olduklarına dair her gün yeni haberler çıkıyorken bizlerin okullardan evlatlarımızın gelecekleri ile ilgili beklentilerimizi tekrardan değerlendirmemiz gerekiyor. Okullara gereğinden fazla anlam yüklemeden, çocuğumuzun yaşamını okul üstünden zehir etmeden güzel bir yıl geçirebiliriz. Nasıl mı?
Evde cep telefonu elimizde olmadan, çocuğumuzla okul konuşmadan, onunla oyun oynayabilir ya da tv kapalıyken güzel bir müzik eşliğinde birlikte kitap okuyabiliriz.
Evlatların onları okulla besleyen değil okuldan bağımsız besleyen yetişkinlere ihtiyacı var.
Not Yok, Ders Programı Yok: Berlin’de Eğitimi Altüst Eden Bir Okul
Anton Oberländer, ikna etme kabiliyeti yüksek biri. Geçtiğimiz yıl, o ve bir grup arkadaşının planladıkları kamp gezisi için paraları kafi gelmedi. Anton bir halde Almanya’nın ulusal demiryolları işletmecisi ile konuşup onu kendilerine parasız bilet vermesi mevzusunda ikna etmeyi başardı. Firmanın yönetimi Anton’un cesaretinden o denli etkilenmişti ki, 200 kişilik bir çalışan grubuna motivasyon hitabı yapması için onu yeniden çağrı ettiler.
Bu arada belirtilmesi ihtiyaç duyulan mühim bir nokta var: Anton hemen hemen 14 yaşlarında.
Berlinli gencin özgüveni, büyük seviyede, geleneksel eğitimin kurallarını köktencilik bir halde altüst eden benzersiz bir eğitim kurumunun ürünü. Oberländer’in okulunda öğrenciler 15 yaşına gelene kadar asla not yok. Ders programı yok ve ders tarzında ifade yok. Her ders için ne üstünde çalışmak istediklerine ve ne vakit bir sınava girmek istediklerine öğrenciler kendileri karar veriyor.
Okulun müfredatı her helikopter ebeveynin kabusu olacak türden. Belirlenmiş mevzular matematik, Almanca, İngilizce ve toplumsal bilimlerle sınırlandırılmış. Bu derslere “sorumluluk” ve “meydan okuma” şeklinde oldukca daha soyut dersler ekleniyor. Meydan okuma için yaşları 12 ile 14 arasındaki öğrencilere 150 Euro veriliyor ve tamamen kendi başlarına planlamaları ihtiyaç duyulan bir macereya atılmaları umut ediliyor. Bazıları kano hayata geçirmeye, bazıları bir çiftlikte çalışmaya gidiyor. Anton, İngiltere’nin cenup kıyısında trekking hayata geçirmeye gitmiş.
Bu yeniliklerin altındaki felsefe kolay: “İş piyasasının beklentileri değiştiğine ve akıllı telefonlar ve internet genç insanların bilgiyi edinme yollarını dönüştürdüğüne göre bir okulun öğrencilerine miras bırakabileceği en önemli beceri, kendi kendini motive etme kapasitesidir” diyor okulun müdürü Margret Rasfeld.
“Üç ya da dört yaşındaki çocuklara bakın, özgüvenle dolular” diye devam ediyor Rasfeld. “Genellikle çocuklar ilkokula başlamak için sabırsızlanırlar. Ancak okulların çoğu, sinir bozucu bir biçimde bir şekilde bu güveni eğitim yoluyla çocukların elinden alır.”
Rasfeld’e bakılırsa Evangelical School Berlin Centre (ESBC), bir okulun ne işe yaradığını “yeniden icat etmekten” başka birşey yapmıyor. “İlerici bir okulun misyonu, genç insanları değişimle baş etmeye hazırlamak ya da daha da iyisi, değişmeye can atan insanlar olmalarını sağlamak olmalıdır. 21’inci yüzyılda okullar, güçlü kişilikler geliştirmeyi kendi işleri olarak görmelidir.”
“Öğrencileri 45 dakika boyunca bir öğretmeni dinlemeye zorlamak ve herhangi bir çalışmada işbirliği yaptıkları için onları cezalandırmak, sadece modern iş dünyasının beklentileri ile örtüşmemekle kalmıyor aynı zamanda onunla ters düşüyor” diyen Rasfeld şu şekilde devam ediyor: “Hiçbir şey öğrencileri, kendi istedikleri bir konunun arkasındaki anlamı keşfetmek kadar motive edemez.”
Okulundaki öğrenciler, kazandıkları becerilerini kanıtlamak için değişik yollar bulmak mevzusunda teşvik ediliyorlar. Mesela bir matematik sınavına girmek yerine bir bilgisayar oyunu için kod yazmak şeklinde… Kamp gezisi “meydan okuması” girişimine kadar daha ilkin asla üç haftalığına evden uzaklaşmamış olan Oberländer, seyahati süresince okulda birkaç yılda öğrendiğinden oldukca daha çok İngilizce öğrendiğini söylüyor.
Almanya’nın federal bir eğitim yapısı bulunuyor. 16 eyaletin hepsi bu yapının içinde kendi eğitim sistemini planlıyor. Bu da “özgür öğrenme” modellerinin gelişmesine olanak tanıyor. Ancak Sudbury, Montessori ya da Steiner okullarından değişik olarak Rasfeld’in okulu, diğerlerine bakılırsa daha katı bir kurallar sisteminin içine öğrencinin özgür iradesini oturtmaya çalışıyor. Dersler esnasında aylaklık eden öğrenciler, geride kalmış olduğu mevzuları yakalamak için Cumartesi sabahı okula gelmek zorunda. Buna “silentium” cezası deniyor. “Ne kadar fazla özgürlüğünüz olursa, o kadar fazla yapılandırmaya ihtiyaç duyarsınız” diyor Rasfeld.
ESBC’nin Almanya’nın en coşku verici okulu olarak ün kazanmasının temel sebebi, deneysel felsefesinin etkisinde bırakan sonuçlar getirmeyi başarmış olması. Rasfeld’in okulu her yıl, Berlin’deki öteki tüm okullar içinde en yüksek notları almayı başarıyor. 2007 senesinde yalnız 16 öğrenciyle oluşturulan okul, bugün 500 talebesi ve yeni başvurulardan oluşan uzun bir listeyle eğitim hayatına devam ediyor.
Kulaktan kulağa yayılan başarısı göz önünde bulundurulduğunda, Rasfeld’in yaklaşımının ülke çapına yayılması çağrıları {hiç de} şaşırtıcı değil. Ancak bazı eğitim uzmanları okulun şekillerinin dışarıya kolayca aktarılıp aktarılamayacağını sorguluyor. Onlara bakılırsa okulun Berlin’deki en gelecek vadeden başvuruları, sadece zengin ve ilerici ailelerden gelebilir. Rasfeld ise bu eleştirileri reddederek okulun değişik kesimlerden gelen öğrencilerden oluşan ayrışık bir karışım hedeflediğini ısrarla söylüyor. Okulun toplantı salonunda bir haç asılı olsa da ve her okul günü ibadetle başlasa da, mevcut öğrencilerin yalnız üçte biri protestan. Öğrencilerin yüzde 30’u göçmen ailelerden geliyor. Yüzde 7’si ise asla Almanca konuşulmayan ailelerden.
Her ne kadar ESBC, Almanya’nın 5,000 hususi okulundan biri olsa da fiyatlar mesela İngiltere’deki hususi okullarından nispeten daha düşük. Öğrencilerin yüzde 5’i ödemelerden muaf.
Ancak Rasfeld bile okulun öğrenme yöntemlerine uyum sağlayabilecek öğretmenler bulmanın, öğrencilere aynı şeyi yaptırmaktan oldukca daha zor bulunduğunu kabul ediyor.
Temmuz ayında emekliliği gelmesine karşın 65 yaşındaki Rasfeld’in hala heyecanla savunduğu iddialı planları var. Okulda bulunan dört kişilik bir “eğitim inovasyon laboratuarı”, ESBC’nin izinden gitmek isteyen okullar için eğitim materyalleri geliştiriyor. Almanya’daki ortalama 40 okul, Rasfeld’in bazı ya da tüm yöntemlerini uyarlama sürecine girmiş bile.
“Eğitimde ancak alttan bir değişim yaratabilirsiniz. Eğer emirler yukarıdan gelirse, okullar buna direnecektir. Bakanlıklar dev petrol tankerleri gibiler; onları altüst etmek çok uzun zaman alır. Oysa bir şeyleri farklı yapabileceğimizi göstermek için ihtiyacımız olan şey çok sayıda sürat teknesi.”
“Bırakın Sınıf Kurallarını Öğrenciler Koysun!”
“Okullardaki ‘basit kurallar ve standartlar’ tedavülden kaldırılmalı ve disiplinle ilgili kararların alınmasında öğrencilere yönlendirme olanağı verilmeli” diyor Sean Bellamy. Öğretmen ve İngiltere’deki Sands Okulu’nun kurucularından Sean Bellamy, öğrencilere becerilerin “şiddetsiz iletişim ve uzlaşma” içinde öğretilmesi icap ettiğini ve öğrencilerin disiplinle ilgili prosedürlere kabul eden konseyler kurmalarının desteklenmesi icap ettiğini söylüyor.
2016 Global Öğretmen Ödülü adaylarından Bellamy şu şekilde devam ediyor: “Öğrencilerin sınıf kuralları ile ilgili sağduyulu kurallar getirebileceklerine güvenebilmeliyiz. Ve bu tür bir inisiyatifin okulların “daha huzurlu yerler” olmalarını sağlayabileceği şeklinde bununla birlikte genç insanlara yaşama dair beceriler kazandıracağına inanmalıyız.”
Sands Okulu, öğrencilerden ve eğitim ekibinden oluşan bir konseyin, okuldaki yaşam ve derslerle ilgili her tür sonucu almış olduğu İngiltere’deki birkaç demokratik okuldan birisi.
1987 senesinde kurulan okul, bugün yaşları 10 ile 17 içinde değişen 70 öğrenciye haiz. Eğitimci Bellamy’e bakılırsa genç insanoğlu, yetişkinlerin de desteğiyle iyi mi eğitim göreceklerini seçebilmeli. Bellamy, kuralların ve standartların ilişkilere müdahale edebileceğini iddia ediyor. Sands Okulu’nda öğrenciler ve çalışan personel birbirlerine ilk isimleriyle hitap ediyor.
Bellamy soruyor: “Peki ya disiplinle ilgili prosedürler öğrenciler tarafından tasarlansa ne olur? Neden içinde çözümler üretme konusunda bilgili ve becerikli genç insanların olduğu ‘yargı’ konseyleri kurmuyoruz ki?”
“Ben cezalandırıcı olmayan çözümleri hedefliyorum” diye devam ediyor Bellamy. “Bizim deneyimlerimize göre ceza, öğrencileri düşünmeye sevk etmiyor.”
Sean Bellamy Sands Okulu’nda öğrencilerle birlikte.
Ancak şunu da ekliyor Bellamy: “Elbette bazı kesin kurallarımız var; örneğin sigara, alkol ve uyuşturucularla ilgili kurallarımız oldukça sabit. Ancak sonuçlar her zaman o kadar sabit olmuyor.”
Okul politikalarını ana hatlarıyla özetleyen Bellamy, yeni kurallar ile alakalı kararlar için ilkin öğretmen gruplarına başvurulduğunu ve burada üslubun tartışıldığını söylüyor. Oldukca sayıda tavsiye, tartışılmak suretiyle bir okul toplantısında her insanın görüşüne sunuluyor. Burada oylama yapılarak karara varılıyor.
“Bir kural, çoğunluğun kararı olsa bile, bazen çoğunluk yeterli olmayabiliyor. Örneğin, yeni personelin alınması. Bu konuda çocukların da önemli bir söz hakkı oluyor” diyor Bellamy.
“Eğer bir çocuk derse 10 dakikadan fazla geç kalırsa, grup çocuğun derse alınıp alınmayacağına karar veriyor. Eğer okulda yemek yiyorsanız bulaşıklarınızı yıkamak zorundasınız. Eğer unutursanız, sorun yok. Ama eğer bunu reddederseniz bir hafta boyunca öğle yemeği yiyemiyorsunuz. Bir çocuk, geleceğe yönelik makul bir yol bulacak olan okul konseyine başvurabiliyor” diye devam ediyor Bellamy.
Bellamy, eğitim sistemlerinin eğitimde mühim bir püf noktasını gözden kaçırdıklarını ve mühim kararlar vermenin ufaklıklara eylemlerinin neticelerini anlamayı öğrettiğini düşünüyor.
“İki yaşındaki çocuklar ne yapmak istedikleriyle ilgili zekice kararlar alır, ama 11 yaşındakiler bocalar. Çocuklar gerçekten zekidir. Ve bu zekanın bir bölümü karar vermekten ve hata yapmaktan kaynaklanır. Bütün olay, eylemlerinin sonuçlarını anlamalarıdır.”
“Bence okullar insanların duyarlılık ve bilgelik kazanabilecekleri ve hata yapabildikleri yerler olmalı. Eğer her şeyi test için öğretirsek, bunu asla başaramayız.”
“Çocuklara kendi eğitimlerini etkileme fırsatı vermek, onların eğitim isteklerini artırabilir” diyen Bellamy şu şekilde devam ediyor: “Kendi fikrinizin bir okulu değiştirebileceğini gördüğünüz demokratik bir ortamdaysanız, dünyayı gerçekten değiştirebileceğiniz inancına sahip olursunuz.”
“Demokratik okullara yatırım yapılmalı. Çocukları dinlemelisiniz; o zaman size hayatlarını neyin değiştireceğini söylemeye başlayacaklardır.”
“Tanıştığım her öğretmen, çocukların yapabileceklerinin en iyisini yapmaları arzusunu taşıyor” diyor Bellamy, “Ama ‘en iyi’nin tanımı yıllar içinde çok değişti. Okullar ‘en iyi ürün’ fabrikalarına dönüştü.”
Okulda Farkına Bile Varmadan Öğrendiğiniz Üç “Yıkıcı” Şey
Eğer okula bilgiyi öğrendiğimiz yer olarak değil de kendimiz hakkında bir şeyler öğrendiğimiz bir yer olarak bakarsanız, farkına bile varmadan aldığımız bazı dersler bulunduğunu fark edersiniz.
Lisedeydim. 16 yaşındaydım ve oldukca öfkeliydim. İngilizce öğretmenim bizlere bir yaratıcı yazı ödevi vermişti: Lisede olmakla ilgili herhangi bir şey yazın. Herhangi bir şey.
Ben de bir okul katliamıyla ilgili köktencilik bir öykü yazdım. Hikayem iğrenç bir not aldı. Tıpkı okuldaki bir çok yazı ödevim şeklinde. Her vakit aynı eleştirileri alıyordum: Bana verilen ödev konusunu saptırıyordum; yazdıklarımda oldukca fazla kişiseldim ve oldukca fazla şey paylaşıyordum; yazdıklarım kimi zaman saldırgandı ya da fazla tuhaftı.
Okul beni iğrenç bir yazar olduğuma ikna etti. Ki bu oldukca garip şundan dolayı şu anki mesleğim yazarlık. Üstelik tam zamanlı bir yazarım ve tek geçim kaynağım da yazı yazmak. Bu da size gelsin Bay Jacobs! Ve esas ironik olan insanların beni okuma sebebi, okulda aldığım fena notlarların sebebiyle aynı: Geleneksel konulardan sapıyorum. Aşırı derecede kişiselim ve kendimle ilgili oldukca şey paylaşıyorum. Hikayelerim kimi zaman saldırgan ya da fazlasıyla garip.
Eğitim sistemimizin ne öğrettiğini ve iyi mi öğrettiğini eleştiren pek oldukca insan var. Ben bir uzman değilim, bir öğretmen de değilim. Sadece internette bir şeyler yazıyorum ve insanoğlu bu yüzden beni Facebook’ta beğeniyor.
Ancak eğitimin bir öğrenme platformu olarak değil fakat bir toplumsal/duygusal gelişim platformu olarak iyi mi işlediğine dair bazı fikirlerim var.
Geçtiğimiz iki yılda yaptığım araştırmam süresince, kendimizi iyi mi tanımladığımız ve bunun mutluluğumuz için ne anlama geldiği mevzusunda oldukca şey araştırdım. Neden bazı insanoğlu duygusal olarak istikrarlı ve dengeli oluyor da bazı insanoğlu olamıyor? Neden bazı insanoğlu bağımsız olmak ve mesuliyet almak mevzusunda rahatken bazıları olamıyor?
Araştırmanın derinlerine daldıkça, büyümekte olan bir çocuk için ne tür dış etkenlerin sıhhatli ya da sağlıksız bulunduğunu daha net görmeye başladım. Ve devamlı okulu ve şu yazı ödevlerimi düşündüm.
Çocukluğumuz ve ergenliğimiz, dünyayla ve öteki insanlarla iyi mi bir ilişki kuracağımızı keşfetme zamanıdır. Başarının ne işe yaradığını ve ona iyi mi ulaşıldığını öğrenme zamanıdır. İlk değerlerimizi oluşturduğumuz ve kimliğimizin parçalarını ilk oluşturduğumuz zamandır. Şüphesiz okul, bu zamanda üzerimizdeki tek etken değil. Ebeveynlerimiz ve akran grupları oldukca daha etkili. Ama gene de okul oldukca büyük bir etkiye haiz.
Eğer okula bilgiyi öğrendiğimiz bir yer olarak değil de kendimiz hakkında bir şeyler öğrendiğimiz bir yer olarak bakarsanız, farkına bile varmadan aldığımız bazı dersler bulunduğunu da fark edersiniz.
1. Başarının başkalarının onayından geldiğini öğrendiniz.
Bugün insanların, mühim olandan oldukca mühim şeklinde görünüyor olanı dikkate almış olduğu bir kültürde yaşıyoruz. Bakınız: Kardashian kardeşler, Donald Trump, tüm Instagram kullanıcılarının yüzde 63’ü, rap albümleri icra eden sporcular vs.
Bunun pek oldukca sebebi var, fakat en büyük sebebi büyürken başka insanların standartlarının onayına bakılırsa ödüllendirilmiş ya da cezalandırılmış olmamız, kendimizinkine bakılırsa değil. Yüksek notlar al. Testlerden geç. Bunlar üretken bir işgücü yaratabilir fakat mutlu bir işgücü yaratmaz.
Dünyanın en iyi reklamcısı olabilirsin, fakat düzmece ve yalan bir ürünün reklamını yapıyorsan yeteneğin topluma yarar değil zarar verir. Dünyanın en iyi yatırımcısı olabilirsin, fakat eğer yolsuzluk ve insan kaçakçılığı üstünden kazanç elde eden yabancı firmalara ve ülkelere yatırım yapıyorsan, yeteneğin topluma yarar değil zarar verir. Dünyanın en iyi iletişimcisi olabilirsin fakat eğer dini fanatizmi ve ırkçılığı öğretiyorsan, o halde yeteneğin topluma yarar değil zarardır.
Sana söylenen her şeyi yapmak, çevrendeki insanların onayını kazanma amacından başka bir şey değildir. Başkalarının standartlarını memnun etmektir. Büyürken, “Bu çok anlamsız. Bunu neden öğrenmem gerekiyor ki?” şikayetini kaç kez duydun? Peki ya yetişkinlerin, “Ne yapmak istediğimi bile bilmiyorum, tek bildiğim mutsuz olduğum” söylediğini kaç kez duyuyorsun?
Bizim sistemimiz performans odaklı, amaç odaklı değil. Taklitçiliği öğretiyor, tutkuyu değil.
Üstelik performans odaklı öğrenme etkili bile değildir. Eğer matematik ve fizik, otomobilleri oldukca seven bir çocuğa sevilmiş olduğu şeyler vasıtasıyla anlatılabilse o çocuk matematik ve fizik öğrenmekten oldukca daha büyük keyif alacaktır. Aklında oldukca daha çok şey kalacaktır ve kendi başına daha çok keşfetmeyi merak edecektir.
Ama eğer öğrendiği şeyin “neden”inden görevli değilse, o vakit öğrendiği şey fizik ya da matematik olmaz, yalnız birilerini mutlu etmek için öğreniyormuş şeklinde yapmak olur.Ve bu bir kültürün içine işlemek için oldukca fena bir alışkanlıktır. Yüksek verimli fakat özgüveni düşük insanlardan oluşan bir kitle üretir.
Son yıllarda, ilgili anne babalar ve öğretmenler bu “özgüven” meselesine deva olarak evlatların kendilerini başarıya ulaşmış hissetmelerini kolaylaştırmayı buldular. Oysa bu, problemi yalnız daha da kötüleştirdi. Küçüklere, özdeğerlerini başkalarının onayına dayandırmayı öğretmekle kalmıyorsunuz, bununla birlikte bu onayı kazanmak için aslen hiçbir şey yapmalarına gerek kalmadığını da öğretiyorsunuz.
Bir noktada eğitime kesinlikle kişisel amaç ilave edilmelidir. “Neden” sorusu öğrendiğin şeye kesinlikle eşlik etmelidir. Sorun her insanın “neden” sorusunun kişisel olması ve bunun ölçülmesinin olanaksız olmasıdır. Bilhassa de öğretmenler bu kadar fazla çalışıp bu kadar düşük maaşlar alıyorken.
2. Hatanın bir utanç deposu bulunduğunu öğrendiniz.
Bu senenin başlarında “insanüstü” birisiyle tanıştım. Dört üniversite okumuştu. Buna MIT ve Harvard’dan almış olduğu master ve doktora dereceleri de dahildi. Kendi alanında en tepelerde yer alıyordu. En prestijli danışmanlık firmalarından birinde çalışmış ve önde gelen CEO ve yöneticilerle beraber emek harcayarak tüm dünyayı dolaşmıştı.
Ve bu insan bana kendisini tıkanmış hissettiğini söylemiş oldu. Kendi işini oluşturmak istiyordu fakat iyi mi yapacağını bilmiyordu. Ne yapmak istediğini bilmediği için tıkanmamıştı. Ne yapmak istediğini oldukça iyi biliyordu. Kendini tıkanmış hissediyordu, şundan dolayı bunun yapılacak doğru bir şey olup olmadığını bilmiyordu.
Hayatı süresince ilk denemede doğru yapma sanatı mevzusunda uzmanlaştığını söylemiş oldu. Okullar sizi bu şekilde ödüllendirir. Firmalar sizi bu şekilde ödüllendirir. Size ne yapmanız icap ettiğini söylerler ve siz de hedefi on ikiden vurursunuz. Ve o devamlı devamlı on ikiden vuranlardandı.
Ama iş yeni bir şey yaratmaya, inovatif bir şey hayata geçirmeye, bilinmeyene adım atmaya vardığında, bunu iyi mi yapacağını bilmiyordu. Korkuyordu. İnovasyon hatayı gerektirir ve o iyi mi hata yapılacağını bilmiyordu. Daha ilkin asla hata yapmamıştı!
Malcolm Gladwell, Davut ve Golyat adlı kitabında inanılmaz derecede başarıya ulaşmış insanların ne kadar yüksek bir oranda dislektik ve/yada lise terk olduklarından bahseder. Gladwell’in buna kolay bir açıklaması var: Bunlar, her ne sebeple olursa olsun, hayatlarının erken dönemlerinde hataya ve başarısızlığa alışmaya zorlanmış yetenekli insanoğlu. Hatalara karşı rahat olmak, daha çok hesaplanmış riskler almalarını ve sonrasında başkalarının bakmadığı fırsatları görmelerini sağlamış oldu.
Hata bizlere yardım eder. Bizler bu şekilde öğreniriz. Hatalı iş başvuruları bizlere iyi mi daha iyi başvuran olabileceğimizi öğretir. Hatalı ilişkiler bizlere iyi mi daha iyi birer eş olabileceğimizi öğretir. Sonradan batan ürünleri ya da hizmetleri piyasaya sürmek, bizlere iyi mi daha iyi ürünler ve hizmetler yaratabileceğimizi öğretir. Hata büyümeye giden yoldur. Ancak gene de beyinlerimize durmadan, hatanın asla kabul edilemez olduğu ve yanlış yapmanın utanılacak bir şey olduğu “çakılır” adeta. Ve bununla birlikte tek bir şansınızın olduğu ve eğer onu batırırsanız, fena bir not alacağınız her şeyin sona ereceği…
Oysa yaşam {hiç de} bu şekilde işlemez.
3. Otoriteye bağlı olmayı öğrendiniz.
Bazen okuyuculardan bana yaşam hikayelerini anlattıkları ve ne yapmaları icap ettiğini söylememi istedikleri e-mailler alırım. Anlattıkları çoğu zaman inanılmayacak kadar kişisel ve karmaşıktır. Benim cevabım da çoğu zaman “Hiçbir fikrim yok” olur. Bu insanları tanımıyorum. Neye benzediklerini bilmiyorum. Değerlerinin neler bulunduğunu bilmiyorum ya da ne hissettiklerini ya da nereli olduklarını. Ben yalnız bir yazarım, nereden bilebilirim ki?
Sanırım çoğumuzda, bizlere ne yapmamız icap ettiğini söyleyen birilerinin olmaması korkusu var. Ne yapmanız icap ettiğinin söylenmesi rahatlatıcı olabilir. Güvende hissettirebilir şundan dolayı netice olarak başınıza gelecekler için asla kendinizi görevli hissetmezsiniz. Sadece hareket planını takip edersiniz.
Otoriteye bağımlılık, tıpkı amaç yerine performansa odaklanmak şeklinde, endüstri tarihimizin bir eseridir. Bundan 100-200 yıl ilkin itaat büyük bir toplumsal değerdi. Toplumun gelişmesi için gerekliydi.
Bugün körü körüne itaat, problemleri çözmekten oldukca sorun yaratıyor. Yaratıcı düşünmeyi öldürüyor. Akılsızca papağan şeklinde yeniden etmeyi ve anlam ifade etmeyen kesinliği teşvik ediyor.
Bu, otorite devamlı zararlıdır anlamına gelmiyor. Otoritenin hiçbir amaca hizmet etmediği anlamına da gelmiyor. Otorite devamlı var olacaktır ve iyi işleyen bir cemiyet için devamlı lüzumlu olacaktır.
Ancak tamamımız hayatlarımızdaki otoriteyi seçebilmeliyiz. Otoriteye bağlılık asla mecburi ve sorgulanamaz olmamalıdır. İster dini bir önder olsun, ister patronunuz, öğretmeniniz ya da en iyi dostunuz. Hiç fark etmez. Kimse sizin için en doğru şeyin ne işe yaradığını sizin kadar iyi bilmesi imkansız. Ve evlatların kendileri için bu gerçeği keşfetmelerine izin vermemek, kim bilir en büyük hatalardan biri olabilir.
KAYNAK
Kaynakların ilk adresini paylaştım dostlar bana doğru geldiği için.
Edgar Morin – Geleceğin Eğitimi İçin Gerekli Yedi Bilgi
Matematiksel
https://www.edutopia.org/blog/it-takes-courage-make-schools-better-maurice-elias?utm_content=blog&utm_campaign=courage-make-schools-better&utm_source=facebook&utm_medium=socialflow&utm_term=link
https://medium.com/BellaBruyere/why-school-sucks-hint-its-not-because-it-s-boring-221cc1a67576
https://www.theguardian.com/world/2016/jul/01/no-grades-no-timetable-berlin-school-turns-teaching-upside-down?CMP=share_btn_fb
http://www.telegraph.co.uk/education/educationnews/12082989/Let-pupils-set-classroom-rules-and-punishments-says-education-expert.html (bhmflzf)

NOT: Bu araştırma oldukça ayrıntılıdır.
“ZORUNLU EĞİTİME HAYIR” İNCELEMESİ
16 Temmuz 1947 doğumlu Fransız gazeteci olan Catherine BAKER bir anarşisttir. Zorunlu olan her türlü kuruma, harekete, davranışa vb. karşıdır. Baker’ın yazarlığa yönelmesinde gazetecilik mesleğini bırakması etkili olmuştur. Ceza hukukunun kaldırılması gerektiği düşüncelerinin yer almış olduğu bir denemesi yayımlandı. Yazarın tüm bu eserlerine baktığımız da -okuduğum kitabı da buna dâhil ederek- sistemlere karşı bir isyanından söz etmek doğru olur.
Catherine Baker’ın en mühim eserlerinden önde gelen ” Zorunlu Eğitime Hayır” kitabını inceleyeceğiz. Baker’ın kızı Marie’yi okula göndermemesi ve kızına onu niçin okula göndermediğini gerekçeleri ile anlattığı bir eserdir. Yazar eserde tek amacının kızına bu durumu anlatmak bulunduğunu söylese de bununla birlikte kitabında okuyucuyu eğitime karşı başka bir pencereden bakmaya itmiştir, düşüncelerini kanıtlamaya çalışmıştır, onun şeklinde düşünen insanoğlu bulunduğunu göstermiştir.
Kapak tasarımı oldukça mütevazi, okuyucuyu cezp edecek bir tasarım değildir ve içerikle ilgili bir ipucuna haiz değildir. Kitabın baskı kalitesi yeterliydi. Gözüme çarpan bir baskı hatası ile karşılaşmadım. Kitabı Fransızcadan çeviren şahıs: Ayşegül SÖNMEZAY. Çevirisi ise günlük hayatta kullandığımız, okurken bu kelimenin anlamı ne diye düşünmediğimiz sözcüklere yer verilmiş ve yazarın kendi dilinde anlattıklarını Türkçeye çevirirken bir anlam eksikliğine sebep olmadan aktarılmıştır.
Kitabın içeriğine geldiğimizde ise eğitim sisteminin yoğun bir halde eleştirildiğini görüyoruz. Yazar, okulu mecburi olarak görmüyor yalnız eğitimi mecburi gördüğünü dile getiriyor. Bu bizi okulların eğitim vermediği sonucuna götürüyor. Yazarın en dikkat çekmek istediği noktalardan biri de evlatların okulda eğitim verilmesinin sebebi yaşadığımız toplumun sistematiğini aşılamak, kurmuş olduğumuz düzene uyumlu bireyler yetiştirmek, siyasal düşünceleri ufaklıklara dayatmak bulunduğunu ve bu yüzden okula karşı çıktığını söylüyor. Eğitimin amaçlarına baktığımızda siyasal, ekonomik ve toplumsal amaçlarının bulunduğunu görüyoruz. Bilhassa ilköğretim ve ortaokullarda sistemimizi dayatıp sisteme zarar gelmesini engelliyoruz. Okullardaki birinci önceliğin okuma-yazma, temel matematiksel işlemleri vb. öğretmek olmadığını, sistemin gereklerini öğretmek bulunduğunu görüyoruz. Sadece bunu ufak ufaklıklara da yapmıyoruz. İnformal eğitimle çeşitli sebeplerle eğitim sistemimize dâhil olmayan fertleri de sistemin içine almayı planlıyoruz. Tek hedefimiz sistemimiz bozulmasın. Bunun içinde elimizden ne geliyorsa yapıyoruz.
Pek oldukca insanoğlunun zille koşullandırıldığını dar kalıplar içine döküldüğünü söyleyen yazarın bu sözlerine katılmıyorum. Modern eğitim kurumlarının -ülkemizde bu yaşanmasa da- bireylere düşünmeye öğrettiği hatta cevaptan oldukca sual sormanın daha etkili bir durum olduğu öğretiliyor. Temel bilgiler verilip öğrencilerden bu detayları kullanarak yeni bilgilere doğru gidilmesi umut ediliyor.” Bizim vatanımızda niçin bu yaşanmıyor?” sorusu akıllara geliyor. Ülke olarak eğitim sistemimizde yanlış yaptığımız bir şeyler var. Unutulan şeylerden biri bence bugünün evlatlarının yarının geleceği olduğu ve sistemdeki hatalar şu an bulunup düzeltilse bile bu düzeltmenin karşılığının 10-20 yıl sonrasında alınacağı unutuluyor. Bu şekilde olsa dahi sistem sorgulanıp düzeltme adına adımlar atılıyor mu? Açıkçası pek sanmıyorum.
Yazarın yakındığı başka bir durumsa okullarda harcanan zamandır. Okulun büyük bir vakit dilimini işgal ettiğini bu yüzden evlatların onların hayal enerjisini besleyen en mühim aktivitelerden olan oyun oynamaya vakit bulamadıklarını söylüyor. Okul eyleminin esasen yeterince vakit aldığını üzerine bir de ödevlerin eklenmesiyle çocuğun yaşamdan alabileceği tüm renklerin soldurulduğunu dile getiriyor. Ayrıca çocuğun yaşıtları haricinde çocuklarla vakit geçirmesinin önünde bir engel oluşturuyor. Okul günümüzde de bizim vatanımızda hayatımızın büyük bir zamanını alan bir etkendir. (Bazı gelişmiş ülkeler okullardaki harcanan zamanı azami seviyede tutmaya çalışıp öğrencilerin spor, müzik, fotoğraf vb. değişik etkinliklere izleyeceği yolu göstermeye çalışıyor. Ders saatlerinin azalmasına karşı öğrenciler başarı düşüşü yaşamıyor aksine başarı seviyelerinde artış gözlemleniyor.) Günümüzde vakit bu kadar kıymetliyken öğrencilerin yıllarını çalmak bana pek doğru gelmiyor.
Okullarda itaatin öğretildiği dile getiriliyor. Oldukca dikkat çekici bir deneyden söz ediliyor. Deneklere belleme süresinin ve sözcüklerin ezberletilmesi olduğu söyleniyor. Oyuncu talebe görevi yapıyor. Oyuncu elektrikli bir sandalyeye oturuyor. 1 ila 30 arasından 15 ila 450 volt içinde elektrik vermeleri isteniyor. Bu elektriklerin nelere yol açmış olduğu söyleniyor. 450 volt elektriğin ölüme sebep olduğu biliniyor. ” Deneyden çıkan netice şu şekilde: Deneklerin yüzde 98’i, öğrencileri cezalandırmaya dayanan bu öğretme tekniğini kabul ediyorlar. Kesin ölüme yol açan kırmızı anahtarları, deneklerden yüzde 65’i kullanıyor (oysa denekler, oldukca ciddi sakatlıklara hatta ölüme niçin olabilecekleri mevzusunda uyarılmışlardı.)” Bu gözlem cidden oldukca şaşırtıcı ve çarpıcıydı. Birini öldürmek de olsa bizlere denilene itaat ediyoruz. İtaat etmenin temel sebepleri ise genel anlamda çoğunluğa uyup bir sürüde herhangi bir koyun olma düşüncesi ve toplumun bizlere dayatmış olduğu sisteme ayak uydurup sistemin dışına atılmamak isteği bulunduğunu düşünüyorum.
Evlatların, okul adında olan yazara bakılırsa hapishaneden hiçbir farkı olmayan bu kurumlarda gerek ruhsal gerekse fizyolojik şiddetlere maruz kalmış olduğu söyleniyor. Disiplini sağlamak adına ufaklıklara cezalar verildiği ve bu cezaların kimi zaman ufak düşürücü olduğundan bahsediliyor. Öğretmenlerin çocuklar üstünde ciddi baskılar uyguladıklarını, evlatların yaşıtları karşısında ufak düşürüldüklerini söylüyor. Kitabın yazıldığı dönemde evladı dövmek şeklinde cezalar verilse de günümüzde ceza terimi minimuma indirilmeye çalışılıyor. Milli Eğitim Bakanlığı tarafınca engel olunuyor. Ne kadar engellenilmeye çalışılırsa da kimi zaman engellenemeyebiliyor. Bu durum cidden evlatları ruhsal anlamda oldukca yıpratıyor.
Eğitimde fırsat eşitliği ve imkân eşitliğinin olmadığını verilerle gözler önüne seriliyor. “İstatistikçiler ‘Nesnel talih, üniversiteye girme olasılığı’ başlığı altında bazı rakamlar verdiklerinde, bu acı gerçekleri acımasız bir üslupla yansıtmak için birbirleriyle yarışacaklarından kuşkun olmasın: Ücretli ziraat işçisiyseniz, çocuğunuzun bir fakülteye gim1e şansı yüzde O, 7’dır; üst düzeyde görevliyseniz bu oran yüzde 58,5’e çıkar (geri kalan yüzde 41,5’i kimse dert etmiyor).” Bu talih yüzdeleri o dönemde yaşanmış olan adaletsizliği gözler önüne seriyor. Günümüzde bu şekilde bir fark olamasa da uzaktan eğitim sistemi bazı öğrencilerin imkân yetersizliğinden dolayı derslere katılamamasına sebebiyet verdi. Bu tür durumlarda devletin tüm öğrencilerin eğitim haklarına sahiplenmek adına adaleti sağlaması gerekir. Hiçbir dönemde eğitim mevzusunda öğrenciler içinde hiçbir sebepten dolayı fark yapılmamalıdır.
Müfredatı da eleştiriyor. Müfredatın insanların işine yaramayacak bilgiler öğrettiğini, genel kültür başlığı altında birçok gereksiz bilginin beyinlere yüklenmeye çalıştığını söylüyor. Neden her insanın istediği bilgilere haiz olamadığını sorguluyor ve her insanın aynı bilgilere haiz olmasının bireylerin birbirlerinden ayırt edici özelliklerinin olmadığını her insanın standartlaştığını dile getiriyor. Yazarın bakış açısından baktığımızda bu fikirleri doğru olarak algılasak da devletin bakış açısından tüm bir toplumu belli bir düzeye çıkarmanın daha mantıklı olduğu görülüyor. Bireyler bu temel üzerine istedikleri detayları öğrenebilirler.
Sınavların çocuklar üstünde oldukca ciddi baskılara sebep olduğuna değiniliyor. Evlatların almış olduğu notları ailelerinden gizledikleri ve dahası bunun intihara eşiğine bile sürüklediğinden bahsediyor. Sınavların aslolan amacı öğrencileri zor durumda bırakmak değil anlatılanlardan ne kadar öğrendiğini ve bir üst sınıfa geçmeye hazır olup olmadığını idrak etmek için yapılır. Yazar ek olarak diplomaların çocuğun oldukca ufak yaşlarda almış olduğu notlara bakılırsa değerlendirilmesine karşı çıkıyor. Diplomaların etkisiz bulunduğunu; bir işi, o işte becerili insanların yapması icap ettiğini korumak için çaba sarfediyor. İşi bilen kişilerin de isteyenlere sevmiş olarak öğreteceğini kısaca sözü dolandırarak okulların ve sınavların gereksiz bulunduğunu söylüyor. Ancak kişisel beceriler iyi bir eğitimle daha üst seviyelere ulaşılır ve ek olarak alanında uzman kişilerin bir işi öğretmesiyle bayağı birinin o işi öğretmesi içinde oldukca fazla fark olabilir. Tabi bu demek değildir ki uzman kişilerden işi öğrenen her talebe o mevzuda ustalaşmış ya da bilirkişi olsun. Tabi ki kabiliyetleri ve emek harcama prensipleri olan bireyler bu mevzuda uzmanlaşabilecekken bu tür becerileri olmayan insanoğlu uzmanlaşamayacaktır.
Yazarın dikkat çekmiş olduğu bir bölümde ailelerin çocuklar hakkında söz sahibi olması durumudur. Evlatları yatırım olarak bile gördüklerini söylüyor. Bu şekilde bir hakları olmadığını, evlatların isterlerse kendi kararlarını alabileceklerini dile getiriyor. Bu mevzuya kısmen katılmaktayım. Evlatların kendi kararlarını almaları demek mesuliyet üstlenmeleri anlamına gelir. Ama anne babalar yaşam tecrübesi olan bireylerdir ve çocuklarını her türlü kötülükten korumak isterler. Bazen evlatların verdikleri kararların yanlış bulunduğunu düşünerek çocuklarını korumak adına onların yerine kararlar verebilirler. Bence bu şekilde bir durumda yapılacak en iyi çözüm evlatların ve ebeveynlerin karşılıklı olarak konuşup olayın artıları, eksileri üstünde durup ortaklaşa bir karar vermeye çalışmalılardır.
” Küçüklere Uygulanan Cinsel Baskılara Hayır” Başlıklı bölüm benim için dikkat çekiydi. Zira kitapta yer edinen tüm bölümlerde katıldığım ya da katılmadığım ya da yazarın zamanında olan sadece şu an uygulanmayan kısımlarla karşılaştım. Ancak bu bölüme pek objektif bakamadığımı düşünüyorum. Yazarın burada çocuk- erişkin ilişkisinin olabileceğini söylüyor ve bu durumu “sübyancılık” olarak tarif etmiş olduğu bir durumdan ayrı bir kefeye koyuyor. Bir yetişkinle bir çocuğun aşk yaşayabileceğini söylüyor ve tanıklar göstererek kanıtlamaya çalışıyor. Bu durum benim gerek aldığım eğitim gerekse toplumun normlarına, inanışıma ve fikir tarzıma ters düşüyor. Bana bakılırsa bir çocuk bu şekilde bir ilişkiyi kavrayabilecek düzeyde değildir ve erişkin kişi bu durumdan faydalanabilir.
Kitapta sıkça geçen kavramlardan biri özgürlüktür. Yazar özgürlük terimini “Başkası için zararı dokunan olmayanı yapabilmektir…” olarak anayasadaki tanımı kabul ediyor. Zorunlu olan her türlü eylemin özgürlük ile çeliştiğini belirtiyor. Eğitimi eleştirirken eğitimden bahsetmemesi beklenemezdi. Yazara bakılırsa eğitim bir kuruma gereksinim duyulmadan kişinin istediği her türlü bilgiye yetişmesi ve yalnız yaşamın belli bir döneminde değil yaşam boyu devam eden bir öğrenmeden bahsediyor. Çocukluk teriminin yetişkinliğe geçişe bir adım olarak düşünülmesine karşı çıkıyor. “Çocukluk yapma” şeklinde deyimlerin “aptallık etme” manasına gelmesine sitem ediyor. Oyun terimini ise hayal ile gerçek karışımı bulunduğunu vurguluyor. Demokratikleşme terimine da değinilmektedir ve bu kavramın yalnız kavram olarak kaldığını başka bir şey ifade etmeğini söylenmektedir. IQ terimine değinilmiştir. IQ’nun zekâyı belirlemediğini yalnız okulda verilen eğitimin çocuğun ne kadar kavrayabildiğini söyleyip yalnız sistemimiz için oluşturduğumuz bir kavram bulunduğunu söylüyor. Ayrıca bu mevzu bağlamında “aptal” olarak nitelendirdiğimiz ve eğitim sistemimize dahil etmediğimiz evlatların aslen aptal olmadığını yalnız eğitim sistemimizin birer parçası yapamayacağımız olduğundan dolayı bu şekilde nitelendirdiğimizi söylüyor.
Kitap yalnız eğitim sistemini eleştirmemiştir. Aynı zamanda demokratik bir devlet olarak görülen Fransız hükümetini eleştirmiştir. Fransız hükümetinin mecburi başlığı altında nitelendirdiği eğitim, askerlik vb. şeklinde etkinliklerin demokrasiyle çeliştiğinin dolayısıyla özgürlük haklarına birer darbe bulunduğunu belirtmiştir. Velileri eleştirmiştir. Velilerin çocuklarını sisteme kurban etmelerini, sessizliğe sığınıp olan bitenleri yalnız izlemelerine karşı çıkmıştır. Öğretmenleri eleştirmiştir. Öğretmenlerin maaşlarına bile itiraz edemeyen bir topluluk olarak görmüş ve eğitim sisteminin bu kadar içinde olup yanlışlarını bilirken bu kadar sağduyusuz olmalarına tepki göstermiştir. Bu sistem içinde yer alıp sisteme hiçbir tepki göstermeyen insanları eleştirmiştir. Özgürlük adına meydana getirilen mecburi uygulamaları eleştirmiştir. Kendisinin sisteme kızını kurban etmek istemediğini sistemin “insan kıyımı” yaptığını dile getirmiştir. Ayrıca insanların sosyo-ekonomik durumuna bakılırsa eğitim şeklinde mecburi olan mühim bir kurumun ayırt edilip yüksek tahsil şanslarının ellerinden alınmalarına sitem etmiştir. İnsanları maddi durumlarına bakılırsa sınıflamak yerine herkesi eşit bir kefeye koymanın daha etik olduğu düşüncesi sezdirilmiştir.
Yazarın kitabın sonunda kızına saydığı bu sebeplerin hepsinden dolayı haklı bulunduğunu ve kızını kurban edemeyeceğini sisteme boyun eğmeyeceğini dile getirmiştir. Sisteme karşı çıkanların sayılarının azca olsa da bugün olduğu şeklinde gelecekte de bu şekilde bir azınlık olacağını dile getirmiştir.
Okulların kaldırarak evlatların yaşam önlerine ne çıkarırsa, ne yapmak isterlerse hiçbir dış etken (aile baskısı, sistemin gereksinimlerine bakılırsa devlet tarafınca planlana durumlar, ekonomik sorun vb.) olmadan talep ettikleri tüm detayları öğrenebilecekleri bir yaşam istemiştir. Bir kuruma bağlı kalmadan öğrenmek yazarın gözünde görkemli bir duyguydu. Kızının okula gitmeden öğrendiği her bilgiyi kendi özgür iradesiyle seçtiği için bu durumu benimsemiştir. Diğer evlatların da bu şekilde bir öğrenme süreci yaşaması istemiştir. Okulların eğitim kurumları olarak değil yaşamın kendisinin eğitim olarak görülmesini istemiştir.
Kitabı genel itibarıyla beğendim. Eleştirilecek noktaları bulunsa da hala günümüzde de devam etmekte olan eğitiminin problemlerine değinilmiş ve beğensek de beğenmesek de bir çözüm önerisi sunulmuştur. Baya eski bir kitap olmasına karşın hala eğitim sistemimizdeki pek oldukca yanlışla örtüşmesi demek bu mevzuda oldukca fazla ilerleme kaydedemediğimizi ya da bu durumu ciddiye almadığımız gerçekleriyle insanoğlunun yüzleşmesini sağlıyor.
Kitapda beni çarpan en mühim nokta ise eğitim sistemimiz ufaklıklara bir şeyler dayatmak üstüne kurulduğu ve sistemimizin kusursuz işlemesini istediğimiz için “aptal” olarak ufaklıklara fena bir kalite kazandırıp sistemi devam ettiriyoruz. Cidden bu durum bir tür “insan kıyımı” değil mi? Dayatmalar ne olursa olsun özgürlüğe bir zincir değil midir? Kitabı okuyup yorumlayınca bu tür düşüncelere hak vermemek nerdeyse imkânsızlaşıyor.
Kitabı eğitimci bir arkadaşıma ya da bu mevzulara ilgisi olan bir arkadaşıma tavsiye ederim. Zira mevzuya ilgisi olmayan bir dostum bunaltan bulup kitabı okumayabilir. Tavsiye etme sebebim “Fikir Modellerine Hayır” ve “Standartlaşmaya Hayır” bölümleridir. Bilhassa bu iki bölüm insanlara “Cidden bu şekilde bir eğitim sisteminin içinde miyiz? ” sorularını akıllara getiriyor. Sistemin ihtiyacına bakılırsa insan yetiştirdiğini, eğitimin cemiyet için değil kişisel olduğu, eğitimin uygar olmadığı ve tek bir tip insan modeli yaratmayı amaçladığı mevzularında düşünülmesi icap ettiğini düşünüyorum. Zira bir şeyler değiştirmenin ilk adımı hataları bulup onları iyi mi ortadan kaldıracağımızı düşünmektir. Bundan dolayı bu kitap tavsiye edilmeli, okutulmalı ve üstüne düşünülmelidir.
Bu kitap beni eğitime başka bir pencereden – şimdiye kadar asla gösterilmeyen pencereden- bakmaya zorladı. Bazı yönlerine katılmasam da katıldığım noktalar bir fazlaca fazlaydı. Yazarın düşüncelerin günümüzde bile karşılık bulması beni düşünmeye itekledi. Bunca yıl ilerlememiş olmak, hatta başladığımız noktada bulunduğumuzu idrak etmek birazcık üzücüydü. Ayrıca kitap şahit göstermeler yaparak insanoğlunun düşüncelerini değiştirebiliyor. Düşündüren her türlü yapıt kıymetli olduğundan bu kitap da öyledir. Eğitimde yanlış yaptığımız noktaların bu kadar keskin bir halde söylenmesi takdir edilmelidir. Bu kitabından öğrendiğim bir şey daha var: Özgürlüklerimiz kısıtlanmıyor olarak gösterilse de sistemimizde tamamımız -bütün insanlar- bir şeyleri hayata geçirmeye zorunlu bırakılıyoruz. (Ayşenur KURTAR)

Üzülerek altını çizdiğim okadar cümle oldu ki… Lise zamanlarında zihnimi meşgul eden, beni sorgulamaya teşvik eden sistemin gaddarlığına alışamamış olmam bu kitabı her ebeveyne okutmak istememe sebep oldu. İnsan olmak kesinlikle varolan sistemle mümkün değil. Önyargılarınızı bırakarak okuyup haklı olduğu kısımlarda düşünmenizi tavsiye ederim.
“Mekanizma şu şekilde işliyor: Okul, altı yaşındaki evlatların önüne çoğunun aşamayacağı kadar yüksek bir engel koyarak kendi disleksilerini kendisi yaratıyor. Sonra da onlardan kurtulmaya bakıyor; ana babalar ve çocuklar bu başarısızlığa doğuştan gelen bir hastalığın niçin olduğuna, okulun bu işte hiçbir suçu olmadığına, mevzu, okulun uzmanlık alanı haricinde kalmış olduğu için, hasta evlatların burda tedavi edilemeyeceklerine inandırılıyorlar. Böylece onların yaşamış olduğu güçsüzlük ve aşağılık duygusunu bir kez daha doğrulamış oluyorlar: okul bu çocuk için hiçbir şey yapması imkansız şundan dolayı o altı yedi yaş grubundan bekleneni veremedi.”
Çocukken bana meydana getirilen her iltifatın şimdi bu denli zoruma gitmesi çocukluğuma üzülmeme sebep oldu.
Hepimiz oldukca ufak yaşlarda okulla tanıştık. Sabah erken saatlerde, benliğimizi ve özgürlüğümüzü yataklarda bırakıp okula koştuk. Beğeni ve onay almak için uğraştı bazılarımız. Daha küçükken derin yaralar aldık. Benim şeklinde duyarlı ve hafızası güçlü çocuklar travmalarını hep yanında taşıdı. Ailelerimiz maddi durumu ne olursa olsun oldukca ciddi bir yük alarak bizi güvenli ellere teslim ettiğini düşündü. Zira okulu “öğrenmek” ile kodlamışlardı kafalarına. Daha bilgili ailesi olan çocuklar şanslıydı şundan dolayı baş kaldırdıklarında kafalarına şaplak atacak kimse yoktu. Küçücük yaşlarımızda sadist ve kültür seviyesi düşük öğretmenler tarafınca aşağılanmaya başladık. Kendimizi koruduğumuz vakitler ya sınıftan kovulduk ya da “ukala” sıfatı alarak müdürle tehdit edildik. Hobilerimiz ve isteklerimiz ikinci plana atılarak istemediğimiz hatta yaz tatilinde unutacağımız formalite bilgiler için vaktimizi, ömrümüzü harcadık. Sırf bizlerden yaşça büyük diye bağırıp çağıran hatta sertlik tatbik eden müdürlerin önünde ayağa dikilme refleksi kazandık.  “Evlatların ufak bir hayvan muamelesi görmesi” cümlesi beni ne kadar yaraladı tahmin edemezsiniz. Zira hakikaten tamamımız pedagoglar, sözde psikiyatristler ve asla çocuk olmamış şeklinde davranan öğretmenler tarafınca harcandık. Mutlu olmak yada konuşmak şeklinde haklarımız elimizden alınırken şaşırmak yerine gerilmiş ve mutsuz öğretmenlere benzemeye başladığımız için takdir edildik. Kitap her insanın baskı altında olmadan isteği yolu seçmesi icap ettiğini korumak için çaba sarfediyor. Ve bende küçücük bir çocukken okula gitmek istemezdim. Bir şeyleri sorgulamaya başladığımız zaman her şey için geçti ve artık devam etmek zorunda hissettik. Çocukluğumuz harcanmış ve elimizden alınmıştı.
Lise de dertleştiğim bir deftere “wcye gitme vaktimizi bir öğretmenin yada müdürün belirlenmesine asla alışamadım. ve okuldan hakikaten hala nefret ediyorum.” yazmıştım. Bunun uçuk ve saçma bir mevzu bulunduğunu düşünüp kendimi fazla baş kaldıran biri olarak yaftalamıştım. Şimdi kitapta bu cümlelere rastladığım zaman oldukca şaşırdım ve hala fikirlerimin baskı altında bulunduğunu farkedip üzüldüm. Evlatların saflığından ve güçsüzlüğünden faydalanıp onlara derslik olarak adlandırılan hapishane içinde gülmeyi dahi yasaklayan korkulu sistemi asla kabullenemediğimi ve çaresiz olduğumu farkettim. Çocuğunu bu fikirle yola çıkarak okula göndermeyen ve ona yazacak tertemiz bir sayfa veren anneyi takdir ettim. Keşke bizimde tertemiz sayfalarımız olsaydı; asla tanımadığımız politikacıların ve öğretmenlerin el yazısı yerine!
Her ebeveynin okumasını isteyeceğim bir kitap oldu. Evlatların oyun oynamak istediği yaşlarda yetişkinlere benzetilmeye çalışılıp ilerde unutacakları beş para etmez bilgilere feda edilmesini affetmemeliyiz. Evlatların yalnız istediği vakit öğrendiğini ve zorla yalnız baskı altına alındığını unutmamalıyız. (feyza)


Zorunlu Eğitime Hayır PDF indirme linki var mı?


Catherine Baker – Zorunlu Eğitime Hayır kitabı için internette en oldukca meydana getirilen aramalardan birisi de Zorunlu Eğitime Hayır PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan bir çok kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF’leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Catherine Baker Kimdir?


Catherine Baker Kitapları – Eserleri

  • Zorunlu Eğitime Hayır


Catherine Baker Alıntıları – Sözleri

  • Pedagoji şu düşünceye dayanıyor: Yetişkin insan haki­katın içindedir ve tüm yollara başvurarak evladı bu hakikate çekmek gerekir. (Zorunlu Eğitime Hayır)
  • Bir çocuk, yalnızca kendine aittir ve tüm haklardan dilediği şeklinde yararlanabilir; kısaca istediği insandan iste­diği kadar sevgi alabilir; kısaca canı ne vakit, neyi öğrenmek is­tiyorsa onu öğrenebilir.  (Zorunlu Eğitime Hayır)
  • Tüm suçu öğretmenlere yüklemek istemiyorum şundan dolayı her şeyden ilkin tek suçlunun onlar olmadığını biliyorum. Bu­ nunla beraber toplumun onlara biçtiği uşak giysilerini, böylesi bir kendini beğenmişlikle üstünde taşıyan bu uşak takımından paçayı kurtardığımızı gerekçe gösterip, onların niçin olduğu bunca zarar ziyanı bilmezlikten gelmek doğru değil. Bir kere, zeka katliamının direkt sorumluları oldukları­ nı göz ardı edemeyiz. Aptallık bulaşıcı bir hastalık değil. “Ap­ tallığın yayılmasında en büyük suçlu kitle kontakt araçlarıdır.” Elbette fakat bu işte, öğretmenlerin de gazeteciler kadar oranı var. Zaten, ikisi de aynı işi yapmıyor mu? Bilgilendirerek bi­ çimlendiriyorlar, akılda tutulması gerekeni aktarıyorlar. Günün modasına uygun sebebi öne sürülerek, aynı müziği ve sözleri yinele­ yip duran bir müzisyen şeklinde. Ancak öğretmenlerin durumu birazcık daha fena; yönetmenler genel talep üzerine yinelenen şov prog­ ramlarında onlar kadar bilinçsiz davranmıyorlar. Televizyon programlarını hazırlayan aptallaştırma uzmanları, iyi seyirciyi alıkoyup fena seyirciyi dışlamaya kalkışmıyorlar. Hiç eğer olmazsa, bunun umurlarında bile olmadığını söyleme dürüstlüğünü gös­ teriyorlar. Oysa öğretmenlerin tüm işi gücü (bugüne dek, bunun tersini öne devam eden olmadı) elemek, işlerine yaramayanları ayıklayıp yarayanlara karşı ayrıcalıklı hareket etmek.  (Zorunlu Eğitime Hayır)
  • Devletle savaşım ediyorum; şundan dolayı her şeyden ilkin bana baskı uyguluyor (onun adaleti ahlaktır ve kuvveti de yapısı ge­reği şiddete dayanıyor) oysa ben eksiksiz bir özgürlüğe gerek­sinim duyuyorum; daha geniş bir özgürlüğe ulaşmak amacıyla kendime getireceğim geçici sınırlamaları sıhhatli bir halde saptayabilmek için tam anlamıyla özgür olmam gerek. Müca­dele ediyorum; şundan dolayı düşüncelerim, devletle ilgili tanımarın bireydeki ve toplumdaki yansımalarını reddediyor. Kendi kuy­ruğunu ısıran, vurmuş olduğu darbelerle kendi kuvvetini meşrulaş­tıran (bir hükümet darbesi, başka ne olabilir?) bu yılanın tek bir var olma sebebi var, o da kendisi. İşte ben bu kurumun kanımı emmesini istemiyorum. Tüm gücümle yaşamak ve öl­mek isterim. Bununla da kalmıyor. Başkalarını sevebilmek için onların enerjisine de gereksinim duyuyorum egemen oldukları seviyede sevebilirim.  (Zorunlu Eğitime Hayır)
  • İnsanların, aile dışından kişilere açıklamaya cesaret edemeyecekleri sıkıntılarını eve ulaşınca üstlerinden attıklarını söyle­mek malumun ilanı olur. Aile, insanoğlunun “organik” daha doğrusu kaba davranabileceği ortamdır. Burada, cümle alemin gözün­den uzakta, tüm çirkinlikler ortaya serilebilir; kol kırılsa da yen içinde kalır. John Holt’un kıvrak zekasına kulak verelim: Bugün köle durumunda olan isterlerse ileride, kendileri de köle sahibi olabilirler; “ev imalatı köleler”: kendi evlatları. Çocuk bir taraftan baskı altında tutulurken, bir taraftan da şu tür sözler beynine işlenir: “İleride sen de efendi olacaksın; fakat şimdilik söz dinlemelisin.” Kimin efendisi? Kendi evlatlarının efendisi; günü ulaşınca çektiklerinin öcünü onlardan alacsksın.Ne kadar “insancıl” …  (Zorunlu Eğitime Hayır)
  • Evladı, geleceğin yetişkini olarak gören o iğrenç düşünceye­ karşı ne büyük mücadeleler verdiğimi biliyorsun. Çocuk, bir erişkin taslağı ya da tasarısı değildir. Çocuk şimdi, şu an va­rolan bütünsel bir canlıdır. O da tüm canlılar şeklinde her an ölebilir.  (Zorunlu Eğitime Hayır)
  • Evladı bu toplumun biçi­mi ne olursa olsun bir üyesi haline getirmek; çocuğun kendisi olmasını önlemektir. (Zorunlu Eğitime Hayır)
  • Deli miyiz ne? Eğitimciler ne yapmak istiyorlar, biliyor musun? “Sistemi değişiklik yapmak”. Tam bir gülmece örneği: Kendilerine uygulanan ücret sistemini eleştirmekten aciz olan bu insanoğlu sistemi de­ğiştirecekmiş! Ne muhteşem bir çaba, ne büyük bir özveri! Karşılığı parayla ödenen bu özveri ve sevgi karşısında duygu­lanmamı beklemesinler!  (Zorunlu Eğitime Hayır)
  •  “Disiplin altında tutulan kişinin devamlı olarak boyun eğmesini elde eden olgu, her hal ve koşulda başka bireyler tara­ fından görüldüğü, görülebileceği olgusudur.” (Zorunlu Eğitime Hayır)
  • Hapiste yatan arkadaşlarımız, bir yere kapatılmanın insanoğlunun bekleme, hep bir şeyleri, birilerini bekleme duygusuna ittiğini söylüyorlardı (duruşma gününü bekleme, avukatı bekleme, mektup bekleme, görüş gününü bekleme, izin gününü bekleme, havalandınna saatini bekleme, cezamn hafifletilmesini bekleme, tahliyeyi bekleme). Biz de birer mah­pusuz. Okul hapishane … Yalnızca özgürlüğümüze el koyduk­ları ve bizi bir yere kapattıkları için değil; bununla birlikte bizi bitmez tükenmez bir koşuya zorladıkları için; aştığımız her en­gel, bizi yeni bir engelle karşı karşıya bırakıyor. Kimsesiz ve yoksul yaşıyoruz; eğitim, ters tutulan bir dürbün şeklinde; görmek istediğimiz nesneleri bizlerden uzaklaştırıyor, anlamsızlaştırıyor. Uzmanlaşma yüzünden asla kimse tam olarak ne işe yaradığını bilmiyor: İstediğin kadar iyi limonatacı ol, istediğin kadar iyi öğretmen ol, istediğin kadar iyi amiral ol. Herhangi birinin şu insandan daha iyi, bu insandan daha fena bulunduğunu kim öl­çebilir? Bu şekilde bir karşılaştırma yapılabilir mi, bu şekilde bir ilişki kurulabilir mi? Kimle kimin, neyle neyin içinde?  (Zorunlu Eğitime Hayır)

loading…

YORUMLAR

YORUM YAZ!

Yorum Ekle



[

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş