Eğitim

Başlangıçta Hidrojen Vardı – Hoimar Von Ditfurth Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Başlangıçta Hidrojen Vardı – Hoimar Von Ditfurth Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Başlangıçta Hidrojen Vardı kimin eseri? Başlangıçta Hidrojen Vardı kitabının yazarı kimdir? Başlangıçta Hidrojen Vardı konusu ve anafikri nedir? Başlangıçta Hidrojen Vardı kitabı ne konu alıyor? Başlangıçta Hidrojen Vardı PDF indirme linki var mı? Başlangıçta Hidrojen Vardı kitabının yazarı Hoimar Von Ditfurth kimdir? İşte Başlangıçta Hidrojen Vardı kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…

Kitap

Kitap Künyesi

Yazar: Hoimar Von Ditfurth

Çevirmen: Veysel Atayman

Orijinal Adı: Im Anfang war der Wasserstoff

Yayın Evi: Cumhuriyet Kitapları

İSBN: 9789944150170

Sayfa Sayısı: 510


Başlangıçta Hidrojen Vardı Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Büyük patlamanın arkasından evrenin bir köşesinde ortaya çıkan ufak bir gezegenin ve o gezegenin üstünde başlamış olan yaşamın öyküsü. 

Ditfurth, bilimsel verilere dayanarak fakat bilimsel ayrıntılara girmeden dünyanın oluşumunu ve yaşamın gizemini konu alıyor.

(Arka Kapak)


Başlangıçta Hidrojen Vardı Alıntıları – Sözleri

  • Geceleri orta­lığın kararmasına. Olbers gökbilim alanındaki araştırma ve düşüncelerinde, kendisinden ilkin kimsenin dikkatini çekme­diği belli olan garip bir çelişkiyle karşılaşmıştı. Madem ki evren sonsuz büyüklükteydi ve bu sonsuz büyüklükteki evre­nin her bir köşesi, aynı oranda dağılmış yıldızlarla doluydu, öyleyse tüm sema Güneşin batmasından sonrasında da tıpkı gündüz olduğu şeklinde apaydınlık olmalıydı.
    Bremenli doktorun başvurduğu ispatlama yolu aşağı yukarı şöyleydi: Sonsuz çokluktaki yıldızlar, sonuz büyüklükte bir aydınlık üretirler. Ama öte taraftan da herhangi bir yıldı­zın parlaklığı, yıldızın Dünyamıza olan uzaklığı arttıkça azalır. Bu azalma uzaklığın karesine eşittir. Anlayacağınız Gü­neşimizin bugün bulunmuş olduğu uzaklığın iki katı bir uzaklıkta bulunduğunu varsayalım. Bu durumda Güneş bizi, şimdikinin dörtte biri bir güçle ısıtıp aydınlatabilecektir. Ya da gerçekte Güneş kadar aydınlık olan, fakat ondan bin kez uzaklıktaki herhangi bir yıldız, bizlere Güneşin verdiğinin milyonda biri kadar ısı verebilir. (1 ÷ 1000x 1000 )
    Buraya kadar her şey yolunda görünüyor. Sonsuz çokluktaki yıldızlardan doğan sonsuz büyüklükteki aydınlık, yıldızların gittikçe artan uzaklığı yüzünden uzaklığın karesi ka­dar azalıp bizlere ulaşamıyor, diye düşünmek mümkündür. Gel­ gelelim Olbers’in de saptadığı şeklinde bu yanlış bir çıkarsama­dır. Bundan dolayı artan uzaklıkla beraber bu kere yıldızların sayısı, aydınlıklarının azalmasından oldukça daha çok artar. Bu artış, aydınlık şeklinde uzaklığın karesiyle değil; üçüncü gücüyle orantılıdır.
    Bunun ne anlama geldiğini gözümüzün önüne getirmeyi bir tecrübe edelim. Gelişigüzel bir varsayımla, 10 ışık yılı bir alan içinde Dünya çevresinde hafifçe ışıklarıyla gecemizi ay­dınlatan 100 yıldızın bulunduğunu kabul edelim. Şimdi bir adım daha atalım ve bunun iki katı bir uzaklık içindeki bü­tün yıldızları göz önüne alalım Yani 20 ışık yılı içindeki yıl­dızları. Bu durumda işin içine katılan ve averaj olarak öte­kilerden iki kat bizlere uzak olan yıldızlar, bu iki kat uzaklıklarından dolayı, ikisinin karesi oranında, kısaca önceki 100 yıldızı sağladiğının sadece dörtte biri kadar aydınlık sağlayacak­lardır. Şimdi gelelim işin can alıcı noktasına; Eşit aralıklı bir dağılım durumunda, iki kat daha uzaklıktaki yıldız sayısı ön­cekinin ne iki katı ne de dört katıdır. Uzaklığın üçüncü kuv­veti (n^3) hesabıyla bu sayı (2x2x2)x100 = 800’dür. Şimdi uzaklığı gene iki katına çıkaralım; 40 ışık yılı uzunluğundaki bir çapın oluşturduğu. Dünyayı da içine alan bir uzay küresi­ni inceleyelim. Bu durumda işin içine katacağımız yeni yıldızların sağlamış olduğu aydınlık, bu dört kat uzaklığın karesi oranında, kısaca 1/16 oranında azalacak, sadece bu varsayımsal küre içindeki yıldız sayısı da, dört kat uzaklığın üçüncü kuv­vetine 4^3 X 100 = 64 X lOO’e fırlayacaktır.
    Uzaklık arttıkça bu sıçramalı artış da sürüp gider.
  • Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmasının sebebi, hücrelerinde kendilerine gıda sağlama görevini üstlenmiş sayısız “ yeşil köle” bulunmasıdır ..
  • Bu dünyaya, şimdiye kadar sandığımız şeklinde, dünya bizim sahnemiz olsun diye (kendimizi kanıtlamaya, burada bulunuşumuza değip değmediğini anlamaya, sınanmaya; “kendimizi gerçekleştirmeye”, “tarihi” halletmeye ve doğurmaya ya da başka akla gelebilecek bir amaca katkıda bulunmak için) yerleştirilmiş değiliz. Daha oldukça, bu dünyanın bir parçasıyız biz; geçmişte olduğu şeklinde hala ona aitiz, onun yasalarına tabiyiz ve ne amaca hizmet etmiş olduğu mevzusunda en küçük bir fikrimizin bulunmadığı, bizlerden asla etkilenmeden bizi oldukça oldukça aşarak ötelere geçecek bir gelişmenin içine yerleştirilmiş durumdayız.
  • ” Bugünkü atmosferin ihtiva ettiği oksijen, canlıların evrimindeki bu ilk doğuş aşamasını tekrar geri gelmemek suretiyle tarihe gömmüştü.”
  • “Michelson deneyi, Einstein’ın vardığı sonuca gore, ışık da dahil, hiçbir şeyin saniyede 300.000 km. hızla hareket eden ışıktan daha süratli olmayacağı ilkesinin benimsenmesiyle açıklanabilirdi.”
  • “Kısacası, morötesi ışınlar, ilk organik yapı taşlarının inşası yönünden olmazsa olmaz bir enerji kaynağıydılar.”
  • “Bugün, burada betimlenen en yeni bilgilerin ışığı altında yerleşmeye başlamış olan görüşe gore “ileri düzeyde gelişmiş” hücreler, değişik alanlarda uzmanlaşmış çekirdeksiz ilkel hücrelerin ortak yaşam sürdürecek halde bir araya gelmelerinin sonucudurlar.”
  • Giordano Bruno, güneşimizin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer edinen sayısız yıldızdan yalnızca biri bulunduğunu ileri süre­rek insan bilincini derinden sarsıcı temel görüşü ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üstünde yanarak öde­mişti.
  • Kilise ve din otoritelerine bakacak olursak , kimi vakaları hiçbir vakit anlamayacak ve açıklamayacak oluşumuzun sebebi , evrenin bütününün , insanoğlunun kavrama ve zeka gücünün kabiliyet ve kapasitesini kat kat aşacak kadar büyük ve karmaşık olması ve son kertede aşkın doğaüstü bir nedene dayanmasıdır.


Başlangıçta Hidrojen Vardı İncelemesi – Kişisel Yorumlar


Başlangıçta Hidrojen Vardı PDF indirme linki var mı?


Hoimar Von Ditfurth – Başlangıçta Hidrojen Vardı kitabı için internette en oldukça meydana getirilen aramalardan birisi de Başlangıçta Hidrojen Vardı PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan bir çok kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF’leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Hoimar Von Ditfurth Kimdir?

Hoimar von Ditfurth Alman doktor ve bilim yazarı. Yazar Christian v. Ditfurth’un ve gazeteci yazar Jutta Ditfurth’un babası. 1968’de Adolf Grimme Ödülü, 1972’de Bambi Ödülü ve 1978’de almış olduğu Kalinga Ödülü dahil yaşamı süresince birçok ödül aldı.


Hoimar Von Ditfurth Kitapları – Eserleri

  • Dinozorların Sessiz Gecesi 1
  • Başlangıçta Hidrojen Vardı
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 2
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 3
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 4
  • Bilinç Gökten Düşmedi
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 5
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 6
  • Biz Bu Evrenin Evlatları
  • Korku ve Kaygı


Hoimar Von Ditfurth Alıntıları – Sözleri

  • Böylesine çok önemli enerji miktarlarının üretildiği Güneş mer­kezinde, tasarlama yeteneğimizi kat kat aşan süreçlerin sürüp gitti­ği bu yerde, zifiri karanlık yargı sürmektedir: Tam da grotesk ta­nımını hak eden ve ilk bakışta inanılması kesinlikle olanaksız bir iddia şeklinde gelebilir bu insana. Oysa olayın açıklaması şaşırtıcılığına oranla alabildiğine basittir. Bu arada ortaya çıkan enerji, onu al­gılayamayacağımız kadar büyüktür bundan dolayı. (Hani bir an için Gü­neş’in merkezinde bulunduğumuzu varsayarsak).
    Bir avcının kullandığı insan kulağının duymadığı sesleri çıkar­tan köpek düdüğünün temellendiği ilkenin aynısı burada da geçer­lidir. Bildiğimiz şeklinde köpekler, frekansını insan kulağının alamaya­cağı kadar yüksek sesleri duyabilmektedirler. Bu temel yasaya da­yanılarak, insanoğlunun ve elbet geyiklerin kulağının duyamayacağı sesi çıkartabilen ultra-ses avcı düdükleri yapmak mümkün olmuş­tur. Avcı onu ağzına götürüp üflediğinde, görünürde hiçbir şey ol­maz, av köpeği ise düdüğe anında tepki gösterir.
    Güneş’in merkezindeki enerji mevzusunda da aynı durum geçer­lidir. Buradaki ışınlar varolan en sert ışınlardır; gama ve röntgen tayfının değerleri içinde kalan ışınlar. Her ikisini de göremediğimi­zi biliyoruz. Görülebilir ışık, bu ilksel enerji biçiminin, Güneş’in merkezinden kabuğuna, oradan bizlere uzanagelen zahmetli bir yol­ culuğun arkasından ortaya çıkar. Ama dipte, içerde, bizim görme al­gımıza gore, mutlak karanlık hâkimdir. (Dinozorların Sessiz Gecesi 5)
  • Düşünme faaliyetini kabul eden, onu keşfeden beynimiz değildir, tam tersine bu etkinlik ilkece varolduğu için beyin ortaya çıkmıştır. Tıpkı ayaklarımızın hareketin sebebi olmaması, gözlerimizin ışığın bulucusu sayılmaması şeklinde. Gözlerin oluşmasının, yön bulmak için güneş ışığından yararlanma tepkisinin kaçınılmaz sonucu olması şeklinde. (Dinozorların Sessiz Gecesi 3)
  • İnsanın düşünmeyeceği şey yoktur. Ama işte sırf düşü­nebildiği ve akla yatkın geldiği için, o şeyin ille de varolması ve o şekilde olması gerekmez. (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Giordano Bruno, güneşimizin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer edinen sayısız yıldızdan yalnızca biri bulunduğunu ileri süre­rek insan bilincini derinden sarsıcı temel görüşü ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üstünde yanarak öde­mişti. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Biroldukça bakterinin averaj kuşaksal ömrü bir tek 20 dakika kadardır. Her yirmi dakikada bir milyonlarca bakteri hücresinin her biri petri kabında bölünerek kendi ardıl hücresini oluşturur. Tüm yeryüzü yaşama biçimlerinde, genetik kodun depolandığı aygıt aynı ilkeye gore işlediğinden, bakteriler tüm diğeri canlıların bir temsilcisi olarak, genbilimcilerin, kısaca kalıtım süreçlerinin incelenmesi mevzusunda uzmanlaşmış biyologların, ideal araştırma nesnelerini oluştururlar. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Aklımız, mantığımız, görüş ve anlayışımız ile biyolojik itkilerimiz arasındaki çelişki, bu yüzden, bir tek insana özgü bir çelişki şeklinde görünmekle kalmaz; nihai, kati, aşılamaz bir durum olarak da algılanır. Kültür ve uygarlık dediğimiz şeyin itici enerjisini, aklımızın kararları ile ortabeynimizin güdüsel programları arasındaki çelişkinin oluşturduğu, tartışılamaz; kendimizi evcilleştirme, uygarlaştırma anlamındaki çok önemli çabayı talep eden de bu ikilemdir. (Dinozorların Sessiz Gecesi 4)
  • AKIL İNSANDAN ÖNCE VARDI, İNSAN DIŞINDA DA VAR
    Bilinçli düşünme faaliyetinin gerçekleşmesini mümkün kılan beyinler hemen hemen ortada yokken, doğada akılla düzenlenmiş izlenimi veren vakalar meydana gelmiştir.
    Araştırmalar şu muhteşem bilgiye işaret etmektedir ki, canlı organik dünyada herhangi somut bir organizmanın varlığına bağlı olmayan bir zekâ, başka bir deyişle kendisini ağırlayan bir beyine gerek duymayan bir akıl, bir düşünebilme kabiliyeti vardır.
    Akıl (zekâ) bu dünyaya biz insanlarla beraber gelmemiştir. Belli bir hedefe ulaşmaya çalışmak, ortam ile uyum sağlamak, öğrenmek, öğrendiğini sınamak, deneyimlerini bellekte toplamak, hayal enerjisini kullanmak ve yaratıcı buluşlar yapmak, tüm bu beceriler ve kabiliyetler; bireysel beyinler ortaya çıkmadan oldukça ilkin vardılar.
    Akıl (zekâ), hayal gücü, tasarlama, amaca yönelme becerisi; evrenin başlangıcında, evrenle beraber var oldukları için, Doğa yalnızca yaşamı değil, beyni ve bilinci de yaratmıştır.
    Gerek evrende gerekse doğada aklın (zekânın) belirtilerinin ve izlerinin, insanlardan ve insan bilincinden oldukça ilkin ortaya çıkmış olduğu bir gerçektir. Akıl insandan ilkin vardı, insan haricinde da var.
    Canlı tabiat ananın her alanında karşımıza çıkan düzeni ardında, onu dışardan düzenlemiş ya da düzenleyen doğaüstü bir ruhun ve aklın var olduğu şeklinde -hayal gücü gerektiren- duygusal ve telaşlı sonuçlar çıkarmaktan kaçınmak gerekir.
    ][ Hoimar Von Ditfurth ][ (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Biz, deyimi yerindeyse, aslına bakarsak bir tek yarının Neandertal’leriyiz. Bir bakıma geleceğin gerçekleşebilmesi için buradayız. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • “Michelson deneyi, Einstein’ın vardığı sonuca gore, ışık da dahil, hiçbir şeyin saniyede 300.000 km. hızla hareket eden ışıktan daha süratli olmayacağı ilkesinin benimsenmesiyle açıklanabilirdi.” (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Geldiğimiz noktada, merkezde oluşan ışının Güneş yüzeyine yetişmesi sonrasında da uzaya salınmasından ilkin, Güneş’in aynı za­manda sırf büyüklüğü yardımıyla bir tür hız kesici ve yumuşatıcı et­ki yaptığını, kendi ürettiği enerjinin tahrip edici enerjisini önleyici bir şemsiye görevi de üstlendiğini anlıyoruz. Merkezden çıkan enerji, o haliyle Dünyamız’a ulaşacak olsa, bugün yerimizde yeller esiyor olurdu. Bize kadar gelen enerjinin, o sert ve öldürücü- ışın biçiminde değil de bildiğimiz aydınlatıcı ışık ve tatlı, yumuşak sı­caklık biçiminde oluşunu, gezegenimizin içinde yıkandığı bu ılımlı ışık ve ısı denizinin bu özelliklerini Güneş’in böylesine büyük olu­şuna borçluyuz! Her bir enerji kuantı (demeti) merkezi terk ettik­ten sonrasında, minimum 600 bin kilometre uzunluğundaki bir alana yayıl­mış Güneş içi maddenin arasından geçmek zorunda kalmaktadır. Dünya ile Ay arasındaki uzaklığın ortalama iki katı kadar olan ve enerji kuantlarının çekirdekten yüzeye varıp sonrasında da bir anlamda gezegenlere “salıverilmelerinden” ilkin “akla karayı” seçip aştıkla­rı bu yol, hayatımızı kurtaran yoldur aslına bakarsak. Bu yolun, uzay bölü­mü öncesinin, daha ilkin sözünü ettiğimiz çekirdek kaynaşmaları yüzünden, aralarında nispeten “boşluk” bulunmayan atomlardan ibaret sert bir maddeden oluştuğunu biliyoruz. Enerji Kuantları, Güneş’in içindeyken bile ışık hızıyla hareket ettikleri halde, oradan yüzeye varmaları gene de, bu özelliklerden dolayı, epey vakit alır. Serüvenlerle dolu, bir zikzak rota üstünde gerçekleşen bu yolcu­lukta, devamlı olarak yollarına çıkan atomlarca emilen ve sonrasında ge­ne ışın biçiminde “kusulan” bu enerji, sağa sola sapıp savrulup ye­niden emilir, tekrardan kusulur. Velhasıl, o atom senin bu köşe be­nim, sözümona ışık hızıyla merkezi terk edecek enerji, sonuçta tam da akıl durduracak bir gecikmeyle kendini uzaya atar! Bilgisayarların tek bir enerji kuantının bu koşullar altında yüzeye yetişmesi için geçecek vakit süresini gösteren hesaplamalarından elde edilmiş sa­yı, “hadi canım sen de” dedirtecek cinsten olsa bile, kati ve tartış­masızdır. Bir enerji kuantı merkezden yüzeye tam 20 bin yıl devam eden bir seyahat yapar! Bu durumda, ışığında banyo yaptığımız aydınlatıcı enerjinin aşağı yukan Taş Devrinde Güneş merkezinde orta­ya çıkmış bulunduğunu söylememizde şaşırtıcı bir yan bulunmamakta­dır!
    Ama işin aslına bakılacak olursa, ışık, daha ilkin de söylediği­miz şeklinde, o zifiri karanlık merkezde ortaya çıkmamaktadır. Işının (enerjinin) o uzun ve zahmetli yolda “bitkin düşmesinin” bir so­nucu olarak, bildik halini almaktadır; neticede yüzeye ulaşan ve oradan, altı-yedi saniyede bizlere ulaşan şey, aslına bakarsak, o ilk başlangıç­taki müthiş gücün zayıf ve sönük yansısından başka bir şey değil­dir. Ama işte bu zayıf ve enerjisini yitirmiş yansı, tam da bizim işi­mize gelen tahammül sınırlarının içinde kalmaktadır; Güneş’ten al­ dığımız ısının ve ışığın ta kendisidir o. (Dinozorların Sessiz Gecesi 5)
  • Evrimin her basamağı, görünürde kendi içinde kapalı, başı ve sonu olan bir aşama dilimi olarak, tamamlanmış ve kusursuz görünür. Evrimin onca büyüleyici yanına rağmen, kim bilir en şaşırtıcı özelliği, bu basamaklardan her birinin, tamamlanmış, kusursuzlaşmış izlenimi vermesine karşın, onlardan birinde takılıp kalmadan, yoluna devam etmiş olmasıdır. Bundan dolayı her basamak ortaya yeni bir olanak sunuyor, bu olanaklar da bir sonraki basamağın hazırlığı olarak, onu evrimin gündemine taşıyordu. (Dinozorların Sessiz Gecesi 3)
  • Geceleri orta­lığın kararmasına. Olbers gökbilim alanındaki araştırma ve düşüncelerinde, kendisinden ilkin kimsenin dikkatini çekme­diği belli olan garip bir çelişkiyle karşılaşmıştı. Madem ki evren sonsuz büyüklükteydi ve bu sonsuz büyüklükteki evre­nin her bir köşesi, aynı oranda dağılmış yıldızlarla doluydu, öyleyse tüm sema Güneşin batmasından sonrasında da tıpkı gündüz olduğu şeklinde apaydınlık olmalıydı.
    Bremenli doktorun başvurduğu ispatlama yolu aşağı yukarı şöyleydi: Sonsuz çokluktaki yıldızlar, sonuz büyüklükte bir aydınlık üretirler. Ama öte taraftan da herhangi bir yıldı­zın parlaklığı, yıldızın Dünyamıza olan uzaklığı arttıkça azalır. Bu azalma uzaklığın karesine eşittir. Anlayacağınız Gü­neşimizin bugün bulunmuş olduğu uzaklığın iki katı bir uzaklıkta bulunduğunu varsayalım. Bu durumda Güneş bizi, şimdikinin dörtte biri bir güçle ısıtıp aydınlatabilecektir. Ya da gerçekte Güneş kadar aydınlık olan, fakat ondan bin kez uzaklıktaki herhangi bir yıldız, bizlere Güneşin verdiğinin milyonda biri kadar ısı verebilir. (1 ÷ 1000x 1000 )
    Buraya kadar her şey yolunda görünüyor. Sonsuz çokluktaki yıldızlardan doğan sonsuz büyüklükteki aydınlık, yıldızların gittikçe artan uzaklığı yüzünden uzaklığın karesi ka­dar azalıp bizlere ulaşamıyor, diye düşünmek mümkündür. Gel­ gelelim Olbers’in de saptadığı şeklinde bu yanlış bir çıkarsama­dır. Bundan dolayı artan uzaklıkla beraber bu kere yıldızların sayısı, aydınlıklarının azalmasından oldukça daha çok artar. Bu artış, aydınlık şeklinde uzaklığın karesiyle değil; üçüncü gücüyle orantılıdır.
    Bunun ne anlama geldiğini gözümüzün önüne getirmeyi bir tecrübe edelim. Gelişigüzel bir varsayımla, 10 ışık yılı bir alan içinde Dünya çevresinde hafifçe ışıklarıyla gecemizi ay­dınlatan 100 yıldızın bulunduğunu kabul edelim. Şimdi bir adım daha atalım ve bunun iki katı bir uzaklık içindeki bü­tün yıldızları göz önüne alalım Yani 20 ışık yılı içindeki yıl­dızları. Bu durumda işin içine katılan ve averaj olarak öte­kilerden iki kat bizlere uzak olan yıldızlar, bu iki kat uzaklıklarından dolayı, ikisinin karesi oranında, kısaca önceki 100 yıldızı sağladiğının sadece dörtte biri kadar aydınlık sağlayacak­lardır. Şimdi gelelim işin can alıcı noktasına; Eşit aralıklı bir dağılım durumunda, iki kat daha uzaklıktaki yıldız sayısı ön­cekinin ne iki katı ne de dört katıdır. Uzaklığın üçüncü kuv­veti (n^3) hesabıyla bu sayı (2x2x2)x100 = 800’dür. Şimdi uzaklığı gene iki katına çıkaralım; 40 ışık yılı uzunluğundaki bir çapın oluşturduğu. Dünyayı da içine alan bir uzay küresi­ni inceleyelim. Bu durumda işin içine katacağımız yeni yıldızların sağlamış olduğu aydınlık, bu dört kat uzaklığın karesi oranında, kısaca 1/16 oranında azalacak, sadece bu varsayımsal küre içindeki yıldız sayısı da, dört kat uzaklığın üçüncü kuv­vetine 4^3 X 100 = 64 X lOO’e fırlayacaktır.
    Uzaklık arttıkça bu sıçramalı artış da sürüp gider. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Başlangıç koşullarını azca oldukça bildiğimiz bu yeryüzünde bile, Dünya, bir kez daha sil baştan oluşsaydı, netice ne olurdu? sorusuna cevap vermekte hayal gücümüz tümden aciz kalırken, bu Dünyanın dışındaki olasıl gezegenler üstündeki hidrojen atomunun serpilip gelişmesiyle ortaya çıkmış olabilecek ve çıkabilecek somut “biçimlerin” neye benzeyeceğini şu şekilde ucundan olsun kestirebilmemiz bile söz konusu olması imkansız. Başlangıcın bu verimli atomunun ve ondan türeyen ilk elementlerin yerçekimi gücünün bizim Dünyamızdakinden değişik olduğu bir gezegende, yeryüzündekine benzemeyen bir atmosferin altında ve yabancı bir Güneşin ışık spektrumu tesirinde ortaya ne şeklinde marifetler koymuş olabileceklerini düşlemek mümkün değildir. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Giordano Bruno, güneşin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer edinen sayısız yıldızdan yalnızca biri bulunduğunu ileri süre­rek insan bilincini derinden sarsıcı temel görüşü ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üstünde yakılarak öde­mişti. (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Hayatın ne olduğu mevzusunda eksiksiz, açık seçik ve her durumu kapsayacak seviyede genel geçerli bir tarif getirebilmenin olanaksızlığı, canlı olanın yeryüzünde ortaya çıkması ile beraber, zannedildiği şeklinde yepyeni, temelden değişik ve beklenmedik bir şeyin birden kendini gösterdiği anlamına gelmeyeceğinin de kanıtıdır. Hayatın daha oldukça adım adım, basamak basamak ve gelişme zincirleri halkasında herhangi bir boşluk bırakmadan iyi mi ortaya çıktığını düşünecek olursak, tam olarak hangi durakta, hangi noktada ve hangi durumda ortaya çıktığını söylememiz olanaksızlaşacaktır. (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Bu dünyaya, şimdiye kadar sandığımız şeklinde, dünya bizim sahnemiz olsun diye (kendimizi kanıtlamaya, burada bulunuşumuza değip değmediğini anlamaya, sınanmaya; “kendimizi gerçekleştirmeye”, “tarihi” halletmeye ve doğurmaya ya da başka akla gelebilecek bir amaca katkıda bulunmak için) yerleştirilmiş değiliz. Daha oldukça, bu dünyanın bir parçasıyız biz; geçmişte olduğu şeklinde hala ona aitiz, onun yasalarına tabiyiz ve ne amaca hizmet etmiş olduğu mevzusunda en küçük bir fikrimizin bulunmadığı, bizlerden asla etkilenmeden bizi oldukça oldukça aşarak ötelere geçecek bir gelişmenin içine yerleştirilmiş durumdayız. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Evrenin, tabiat tarihinin ve yeryüzündeki yaşamın insan bilinci ortaya çıkana kadar ortalama 14 milyar yıl süresince, herhangi bir akıl ve tinden, yaratıcı hayal gücünden, zekadan yoksun yönetmek zorunda kalmış bulunduğunu -sırf biz insanoğlu hemen hemen yeryüzünde bulunmadığımız için- evrimin bu şekilde bir yol izlemiş bulunduğunu varsaymamızın arkasında, sadece insanoğlunun evrenin merkezi olduğu yanılsamasına inanma saflığıyla bağışlanabilecek, inanılmaz bir kendini beğenmişlik yatmaktadır. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Virüsler aslına bakarsak “bedenden” yoksun salt kalıtım mekanizmalarıdırlar. Kendilerini saran hücre kabuğunun inşa planının yanı sıra kendi şifresini içeren nükleik asitten ibaret olan virüs, hücrelerden birini enfekte etmeden ilkin, ayaklarıyla, söz konusu hücrenin enfekte olmaya elverişli olup olmadığını saptar. Bu şekilde bakıldığında söz konusu bacaklar, yoklama işine yarayan birer tarama antenidirler. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Bu dünyaya, şimdiye kadar sandığımız şeklinde, dünya bizim sahnemiz olsun diye (kendimizi kanıtlamaya, burada bulunuşumuza değip değmediğini anlamaya, sınanmaya; kendimizi gerçekleştirememeye, tarih halletmeye ve doğurmaya ya da başka akla gelebilecek bir amaca katkıda bulunmak için) yerleştirilmiş değiliz. Daha oldukça bu dünyanın bir parçasıyız biz; geçmişte olduğu şeklinde hala ona aitiz, onun yasalarına tabiyiz ve ne amaca hizmet etmiş olduğu mevzusunda en küçük bir fikrimizin bulunmadığı, bizlerden asla etkilenmeden bizi oldukça oldukça aşarak ötelere geçecek bir gelişmenin içine yerleştirilmiş durumdayız. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmasının sebebi, hücrelerinde kendilerine gıda sağlama görevini üstlenmiş sayısız “ yeşil köle” bulunmasıdır .. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)

YORUMLAR

YORUM YAZ!

Yorum Ekle



[

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş