Eğitim

Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası – Mustafa Akdağ Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası – Mustafa Akdağ Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kimin eseri? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabının yazarı kimdir? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası konusu ve anafikri nedir? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabı ne konu alıyor? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası PDF indirme linki var mı? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabının yazarı Mustafa Akdağ kimdir? İşte Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…

Kitap

Kitap Künyesi

Yazar: Mustafa Akdağ

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları

İSBN: 9789750816536

Sayfa Sayısı: 512


Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Cumhuriyet süreci tarihçiliğimizin bir klasiği. Osmanlı tarihinin en parlak süreci sayılan 16. yüzyılın ortalarında başlayıp 17. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden birbirine eklemlenmiş toplumsal karışıklıklar, devlet otoritesine kuvvetli başkaldırılar dizisinin sebepleri, özellikleri, neticeleri ilk kez bu çalışmada tüm kapsamıyla ortaya konmuştur.

Osmanlı Devleti’nin temel coğrafi ve toplumsal dayanağı olan Anadolu’da ortaya çıkan bu vakalar dizisi toplumsal ve tutumsal düzeni altüst etmiş, izleri günümüze kadar gelen “büyük kaçgun” şeklinde bir olguyu yaratmış, devlet açısından da vergi gelirlerinin azalması, asâyişin bozulması, kentlere göçün artmasının yarattığı fazlaca boyutlu problemler şeklinde sonuçlar doğurmuştur.

Osmanlı tarihinin klasik bölümlenmesindeki “duraklama dönemi”ne girişin ana sebebi sayılabilecek “Celâlî İsyanları”

bu kitapla Türk tarih literatüründeki yerini almıştır.


Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Alıntıları – Sözleri

  • Ah! Bu göze batacak kadar sivrilmiş insanoğlu..
  • Sokullunun ölümünden azca ilkin mühim birşeyler oldu..
  • …tüm imparatorluk, bilhassa Anadolu, 1550 den itibaren, kimi zaman hafifçe, kimi zaman şiddetli daimî bir kıt­lık devrine girmiş bulunmakta idi. Bu tarihten evvelki durumu iyi bilemiyoruz. Belin’in kaydına nazaran, 1494- 1503 (900-909) yıllan içinde Türkiye müthiş bir kıtlık ve bununla beraber büyük bir veba geçirmişti. Bir akçeye 50 – 60 dirhem un güç bulunabilmekte idi ki, bu şekilde bir açlığı biz sadece “Celâlî Fetreti” ve “Büyük Kaçgun” devirlerinde görüyoruz.
    Edremit şer’iyye ‘sicillerinde geçen bazı dâvalar dolayısiyle, Bursa ve Balıkesir tarafında, 1525 (932) den 1527 (934) ye kadar üç mahsul senesinde müthiş bir çekirge tahribatı bulunduğunu anlıyoruz.
    1528 de de ekinlerini su basmış ve çiftçilerden bir çok tohumlarını bile alamamışlardı. Hükümet merkezinden Balıkesir Sancak Bey­liğine ve kadılarla yollanan bir fermanda, (1528) de halkın gene çe­kirgeden kaygı ettiklerinden bahsolunarak, çekirge yumurtaları­nın yok edilmesi için köylülerin seferber edilmeleri komut edilmekte idi. Bundan adı geçen sancaklarda üst üzerine dört yıl mah­sul olmadığını anlamakla birlikte, aynı halin daha hangi sahalar­da meydana geldiğini bilmiyoruz. Hele bu türlü kıtlıkların kaç se­nede bir geldikleri asla belli değildir. Bununla birlikte, bu şekilde şiddetli kıtlıkların İktisadî darlığı büsbütün arttırdıklarını ve çift­çilerin leventliğe temayül etmelerini çabuklaştırdıklarını kestirmek lâzımdır.
  • İstanbul mahallelerinde, pek fazlaca fahişe hanımefendilerin yuva­landıkları bekâr odalarında, levendlerle düşüp kaltıkları, birçok evlerin buluşma yeri olarak kullanıldığı, bâzı kez, evli barklı ka­dınların bile bu işlere karıştıkları devrin mahkeme ve polis kayıt­larından kolayca öğrenilmektedir. Ayrıca, toplumsal ahlâka daha fena bir saldırı olmak suretiyle, gene şehirlerde ve kasabalarda, levendler yada diğeri bekâr yaşamı yaşayan kimselerin (Yeniçeri yada sipahi şeklinde) “hamamda yolda ve sair yerlerde emret oğulları livata” ettikleri, hattâ, bu yüzden bir oğlanın hamamda öldüğü şi­kâyet olunmuş bulunmakla, bu türlü ahlâksızlıkları sâbit olanla­rın “siyâsetleri” (idamları) hakkında Bursa, Ankara ve Beypazarı kadılariyle sancak beylerine, 30 haziran 1560 tarihindeki bir buyrultu yollandı. Kamu ahlâkına aykırı olan şu hareketlere karşı devamlı şikâyetlere ve hükümetin, kadıları harekete getirerek, sert tedbirler aldırmasına karşın, olayların azalması şöyleki dursun, yıldan yıla daha fazlaca arttığını görüyoruz. Bu suretle, öteki birçok toplumsal dertler şeklinde bu şekilde de ilgilenip, sert fermanlar çıkaran III. Murad da hiçbir pozitif yönde netice alamadı.
  • …şarap içmenin ne kadar yaygın bulunduğunu bizlere fazlaca iyi anlat­maktadır. Evlerde, kadınlı erkekli gizli saklı toplantılar düzenliyerek şarap içilip zevk edildiğine de bol miktarda rastlanıyordu.
    Bir örnek: Bursa, aynı sicil, Vr. 300. «Hisar içinde Filboz Mahallesinde. Abircioğlu demekle mâruf Hüseyin Bin Abdullah nam yeniçerinin hemşiresi evinde namahrem vardır denil­meğin, Muhzır Mustafa Bin Ali asesler varup, zikrolunan evde Sivâsiler Mahallesinden nam Hatun ile Bezci Hüseyin Bin Ali ve mezbur Hüseyin Bin Abdullah ve Mehmer Bin Lütfiyâr ve Yani Bin Vasil nam Zimmi ve Yorgi Bin Betro, , cümle meclis-i şer’e ihzar olunup cümlesinin ağızlarında rayiha-i hamr olup..> Daha fazlaca misaller için. Bursa Ş. Sc. Nr. A. 47/54e bakmak yeter.
    Aynı sıra­larda, İstanbul’da da geceleri içildiğini ve bu yüzden bir fazlaca vaka­ların çıktığını, başşehrin kadılıklarına âit defterlerin incelenmesin­den anlamaktayız. Karaköyde, kadınlı erkekli bir gece toplan­tısının sanıklarına ilişik mahkeme kaydından öğreniyoruz ki, üç hıristiyan, adı geçen mahallede, gece bekçilik nöbeti tutmuş bulun­makta idiler. Şu halde, hükümet, asla eğer olmazsa geceleri, halkı, mahailelerinin güvenliğini kendileri sağlamaya zorunlu tutuyordu.
  • …1558 de (13 şevval 966) Sofya kadısına yazılan bir hükm-i hümâyunda, bu şehirde oturan Karaoğulları Nasuh ve Abdi isminde iki varlıklı şahsın, celeplerdeki koyunlan biriktirerek, Selânik’e indirdikleri, bu yüzden, İstanbul’a buralardan koyun alına­madığı yazılarak, bu şahısların, ceza olmak suretiyle, İstanbul’a kasap atama olundukları bildirilmişti. Tüm memleketin dâvası bulunduğunu söylediğimiz “terike” meselesi daha mühimdir. Tüm Osmanlı sahillerinden Avrupa’ya gizli saklı hububat satışları bir türlü önlenemiyor, aç kalan halk mütemadiyen şikâyette bulunuyorlardı.
    1558 de Bergama ve Güzel Hisar kadılarına yazılan bir hükm-i hümâyunda, “Deniz Değirmeni” adındaki yere Karaburun’dan Ahmet, Nasuh ve Maden adındaki reislerin, daima vapur ile gelip, buralardaki kazalardan topladıkları zahireleri “darülharbe” alıp gitmeleri yüzünden, “vilâyete müzayaka verip” halen gene buralar­ da “nice gemiler olup men içun adam yollandıkta, gemilerdeki levendât katle” girişim ettiklerinde, hiçbir şey yapılmadığının bildi­rildiği ifade olunarak, “il erleri” yardımı ile, adı geçen reislerin ele geçirilmeleri emri verilmişti. 1559 da da Gümülcine kadı­sı tarafınca meydana getirilen şikâyette, bu sancakta bir taraftan İstanbul’a zahire toplanması, öteki taraftan, bazı madrabazların hububatı depo etmeleri yüzünden kıtlık başladığı haber veriliyordu.
  • XV. asrın ortalarından XVI. asrın ortalarına kadar kilesi hep 2 – 3 akçe çevresinde kalan buğday, bun­dan sonrasında 5 – 6 akçeye çıkmıştır. Ege ve Marmara sahillerinde bu yükselme daha çok idi. 1585’ten sonrasında ikinci bir pahalılaşma kay­deden aynı madde Orta Anadolu’da 12 akçeden aşağı düşmemiş ve giderek 20 ye çıkmıştır; 1595 sıralarında buğday umumiyetle 20 akçe idi. Ege sahillerinde ise kaçakçılıktan dolayı averaj fiyatın 40 olduğu görülüyor. Tabiî, bu yüzelli senelik vakit içinde, kıtlık senelerindeki anormal tutarları gözde tutmuyoruz. Görülüyor ki, bir buçuk asırlık bir zamanda buğdayın fiyatı on misline yakın bir yükselmeye uğramıştır. Koyunun fiyatı aynı hareketi takip ederek 20-25 ten 50-60 ve 1595 sıralarında 70-80 akçeye çıkmıştır. Pa­muk bezi 2 den 5 – 6 ya, bakır 6 – 7 den 30 – 35 e, ham demir 2 – 3 ten 15 akçeye çıkmıştır. Sade yağ da asrın başlarında 3 – 4 akçe iken, 1595 te 18-20 akçeye satılıyordu. Nafakalar 1 den 3 e, gün­ delikler 2 den 10- 12 ye yükselmiş bulunmakta idi. Akçe, hem gü­müş vezninden ve hem de altun karşısındaki kıymetinden 3 – 4 kez kaybettiğine nazaran, buğday 10, koyun 4, bez 3, bakır 5, ham demir 5, nafaka 3, işçilik 5 kez pahalılaşmalardır. Bu netice, bilhassa buğdayın on misli bir fiyat yükselmesine maruz kalması mevzuumuz bakımından fazlaca mühimdir…
  • Celâlî mücadelesinde gördüğümüz Celâli bölükleri, “levend” dediğimiz “çiftbozan” unsur ile resmî kimlik sahibi kimselerin birleşmesiyle teşekkül etmiştir..
  • Bir taraftan bekar yığınları, öte taraftan da servetli tembeller zümresi içkiye, kısaca (şaraba) düşerek, derneşik yaşamın düzeni için koşul olan terbiye ve diğeri toplumsal saygınlık şeklinde değerleri kemirip durmakta idiler..
  • Turguteli’nin, Davutoğulları adı ile anılan eski âilelerinden olan bir kimse, sekban ve levendlerin başına geçerek, açıkça is­yan etti, her tarafta derneşmiş olan birçok insanoğlu, çabucak Davutoğlu’nun başına biriktiler. Sefer içine ne toplanmış ise hep­sini isyancılar geri aldılar. Hattâ, Mısır’dan gelmekte olan hâ­zineyi dahi yoldan alıkoydular ise de, zaptetmeyi başaramadılar.
    İsyancıbaşı mevcut genel havâdan faydalanarak, daha büyük id­dialara kalktı. Osmanlıların, adâletten sapıp, “zulüm yoluna git­tiklerini, bu hale nazaran, hânedan ve hükümetlerinin yıkılması lâzım geldiğini, kendisi Selçûkilerin son hükümdarı Alâaddin’in soyun­dan olduğundan, saltanata geçeceğini ileri sürdü. Hükümdar olduğu taktirde, “adâlet ve hakkaniyet” suretiyle yönetim edeceğine dâir de söz vermekte idi. Halbuki, devrin siyasî görgüsü bu şekilde bir iddianın ba­şarı sağlanmasına uygun değildi. Çünki, Osmanlı Hânedanı üstü­ne kurulmuş rakipsiz bir padişahlık haricinde, tüm İmparatorluk Türkiyesinde başka siyasî seviye olamazdı. Bundan başka, yukarı­dan beri anlattığımız suretiyle, adâlet fermanı ve ona benzer komut­lerle, III. Murad, padişahın, zalim ehl-i örfe karşı, reayâ ile aynı safta olduğu inancını Anadolu halkına iyice aşılamıştı. Davudoğlu’nun başına toplanan levendler bile, adâlet fermanlarının ken­dilerine verdiği hak ve yetki sınırları içinde ayaklandıkları kanı­sında idiler. Onun içindir ki, rahat bir didişmeden çıkan reaya ve ehl-i örf kavgasını isyancı başının bu renge boyamak istemesi ba­şarısızlığının ilk sebebi oldu. Divan Hükümeti, vilâyete dağıttır­dığı bir fermanda, Davutoğlu’nun yakalanmasını istedi ve bildirisin­ de bu yolda hizmeti geçenlere büyük dirlikler vaad ettiğinden is­yan bastırıldı.


Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası İncelemesi – Kişisel Yorumlar

Mustafa AKDAĞ’ın bu eseri alanında bir klasik.16.yy-17.yy arası ortalama bir çağ devam eden devlet içi toplumsal karışıklıkların ekonomik ve toplumsal nedenlerini dünyadaki gelişmelerle paralel olarak irdeleyen başyapıt. (Faruk Kurtbaş)

KİTAP İNCELEME YAZISI
Kitap adı : Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası
Yazar Adı : Prof. Dr. Mustafa Akdağ
Yayıncı : YKY Yapı Kredi Yayınları
Baskı : 3. Baskı, şubat 2017, 511 sayfa
Bu kitabından sonrasında sırasıyla; Türkiye’de çağdaşlaşma (Niyazi Berkes), Türkiye’nin yakın zamanı (İlber Ortaylı), Türk Siyasi Tarihi (Kemal H. Karpat), Atatürk ve aydınlanma (Kemal Arı), Değişen dünyada sosyoloji (Veysel Bozkurt), Sosyoloji Notları (Cemil Meriç) Tek tanrılı dinlerde sulh ve sertlik ikilemi
(Kadir Albayrak), Sahabe süreci iktidar kavgası (Ahmet Akbulut), 20. Yüzyıl Tarihi (Fahir Armaoğlu)
Kitaplarını da okuyabilirseniz, tarihten öğrenek ve ders çıkarma ve geleceği planlayabilmek için muhteşem performans izah edebilirsiniz.
Osmanlı Devleti’ni, tarihsel dönemlere ayırdığımızda karşımıza;
1.Kuruluş devri: (1299 – 1453)
2.Yükselme devri:(1453 – 1579)
3.Duraklama devri:(1579 – 1683)
4.Gerileme devri:(1699 – 1792)
5.Dağılma ve yıkılış devri:(1792 – 1918)
Şeklinde bir tablo çıkıyor.
İstanbul’un fethinden ortalama 100 yıl sonrasında, duraklama devrine girildiğini gözlemliyoruz.
Demek ki, başarı ve güç bir rahatlık, rahatlama periyodunu ateşlemiş şeklinde görülüyor.
İşte bu kitap, bu zamanda, Celali isyanları ve devamında gelen öteki güçten düşürücü ayrılıkları, nedenlerini ve neticelerini irdeliyor.
Nereden, iyi mi, niçin düştüğümüzü bugün iyi tahlil edebilirsek, 100 yılda bir tarihin aynı içerikte yine etmesini önlemiş oluruz.
Ekonomik, yönetimsel ve toplumsal yapının zayıflaması, Celalî isyanlarına zemin hazırlamıştır.
BU çeteleşme yönetimin baş belası olmuştur. Anadolu’da, “celallenmek” deyimi de buradan gelmektedir. Ticaret kervan yollarının başka yöne kayması ve fetihlerden gelen ganimetlerin kesilmesiyle, duraklama dönemine girilmiştir.
Devlet zorda kalınca vergi yükünü artırmış, üretemeyen ve vergi ödeyemeyen halk da mecburi olarak başka bölgelere göç etmiştir.
Bu ekonomik, siyasal, yönetimsel daralmanın sorumlusu yönetimin acziyeti ve öngörüsüzlüğüdür, isyan edenler başkaldıranlar da toplumu kaosa sürüklediklerinden suçludurlar normal olarak.
Bizlere genel anlamda dizi film, roman ve öteki anlatımlarda geçmiş dönemlerin, başarıları, fetihleri, kazanımları, hamle yapmış olduğu ve insaniyet yönü aktarılır. Coşku ve coşku için bunlar normal olarak lüzumlu.
Oysa ki, tarihten ders çıkarabilmemiz için, aksayan yanlarını de bilmemiz gerekiyor.
Yani ayın, bizim göremediğimiz bir de karanlık yüzü devamlı var.
16. yüzyılda, Osmanlı devletinde, ortaya çıkan toplumsal sorunları, özetlemek gerekirse listelersek;
Faiz, tefecilik, baskıcı eğitim anlayışı, tahıl kıtlığı, yağmalama, fuhuş, yönetim zafiyeti, finans sıkıntısı, finans yönetimi, şehzadelerin taht kavgası, mezhep ayrımcılığı, kavmiyetçilik, kayırmacılık, yetkiyi kötüye kullanma, çıkarcılık, rüşvet, çeteleşme, ağır vergi yükü, işsizlik ve mecburi göçler…
Büyük dağın ziyaretçisi de fazlaca olur, dumanı da yükü de.
Devrin fikir, yönetimsel, siyasal, bilimsel bakış açılarını göz ardı ettiğimizden, kazanımlarımızı da kaybetmeye başladık. Finans ve yönetimi fazlaca ciddi, riskli ve devletin sorumluluğunda olmalıdır.
İngilizlerin vatanımızda Osmanlı Bankası isminde bir banka kurması garip bir ihmalkârlık örneğidir.
Siyasal bilimler, politik kavgaya indirgendiğinde, milletin, halkın malı olmaktan çıkıyor ve ayrıştırıcı baş unsur haline dönüşüyor.
Günümüzde bu tür eserlerden toplumsal ve bireysel yarar adına iyi mi bir ders çıkarmamız gerekiyor?
Politik söylemlerle, yaşamımıza rota çizmemeliyiz. Zira kısır bir ikbal uğruna söylenmiş ve geçerlilik zamanı belli olmayan bir yargıdır, kanıdır, irade beyanıdır.
Bir gün sonrasında geri alınabileceği şeklinde, bir yıl sonrasında da ters köşeye yatabilirsiniz.
Bilim insanlarının gözlem, tahlil, bireşim ve önerileri daha azca yanıltıcıdır.
Bilim insanlarını, “solcu, dinci, ırkçı, komünist, dinsiz” diye kategorize edenleri dikkate almayınız. Gerçek bir bilim insanı ise, siyasal görüş ve inancıyla toplumsal yarar üretmez.
Bilim insanı, “Dün dündür, bugün bugündür” diye hata, günah, yanılgı ve kurnazlığına karşı, karşısındakini aptal yerine koyan çarpıcı söz üretmez. “Yanıldım, yeni verilere ulaştım, önceki bulgu ve teorilerimden vaz geçiyorum, yenisi ortaya çıkıncaya kadar, en doğrusu bu” diye gönülleri ve vicdanları rahatlatan söylemler geliştirirler.
Bilimi ve öteki mecburi gelişimleri 400 yıl ilkin ciddiye alsaydık bugün süper güçlere el, avuç, kucak açan durumda olmazdık.
Bilimi, dini ve çağı yanlış anlayıp uygulayanlar, haçlılar ve Moğollardan daha çok zarar vermişlerdir, bulundukları vakit ve zemine.
Okuyanlar, anlayanlar, anlatanlar, okumayı düşünenler, okuduğunu uygulayanlar, vicdanı ve aklını merkeze alanlar; aldansa da aldatmayı düşünmeyen bir topluluk olacaklardır devamlı.
19.04.2018
Ali Rıza Malkoç
#armozdeyis (Ali Rıza MALKOÇ)


Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası PDF indirme linki var mı?


Mustafa Akdağ – Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabı için internette en fazlaca meydana getirilen aramalardan birisi de Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan bir çok kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF’leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Mustafa Akdağ Kimdir?

Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı Günyayla köyünde dünyaya geldi. (Günyayla, hâlen Yozgat’ın Çayıralan ilçesine bağlı bir köydür.) İlköğrenimini Akdağmadeni Yatılı İlkokulu’nda, ortaöğrenimini İzmir İlköğretmen Okulu’nda tamamladı.

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümünden mezun oldu. 1945 senesinde Celalî İsyanları’nın Başlaması başlıklı tezi ile edebiyat doktoru unvanını kazanmıştır. 1947 senesinde fakülteden ayrılmak zorunda kalan Mustafa Akdağ, ilkin o vakit Ankara’da Gazi Yüksek Öğretmen Okulu adını taşıyan yüksek ogretmen okuluna asistan olarak, bir yıl sonrasında da Diyarbakır Öğretmen Okulu’na tarih öğretmeni olarak atama oldu. Öğretmenliğini sürdürürken, Celâlî Fetreti: 1597 – 1603 başlıklı habilitasyon emek harcaması ile doçentlik tezini verdi.

1951 senesinde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin yakın çağ zamanı kürsüsüne doçent olarak atandı, 1958 senesinde da profesör oldu. 12 Mart 1971’den sonrasında tutuklandı, bir süre sonrasında özgür bırakıldı.

Tutuksuz olarak yargılandığı sırada Nisan 1973’te hayata gözlerini yumdu.

1973 senesinde yaşama gözlerini yumduğunda, daha ilkin Celâlî İsyanları adı altında basılan kitabını, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası başlığı ile tekrardan yayına hazırlamaktaydı.

Ayrıca, Mustafa Akdağ’ın Tımar Rejiminin Bozuluşu (1947), Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayanlık Düzeni şeklinde geniş çerçeveli yazıları vardır.


Mustafa Akdağ Kitapları – Eserleri

  • Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası
  • Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi
  • Yakın Çağ Süreci – Avrupa Tarihi
  • Örgütsel Açıdan İnsan Kaynakları ve Halkla İlişkiler
  • Dünden Bugüne Halkla İlişkiler
  • Büyük Tasarım ve Süreç
  • Büyük Celali Karışıklıklarının Başlaması
  • Kur’an ve Bilim Işığında Kıyamet
  • Kriz Yönetimi


Mustafa Akdağ Alıntıları – Sözleri

  • …tüm imparatorluk, bilhassa Anadolu, 1550 den itibaren, kimi zaman hafifçe, kimi zaman şiddetli daimî bir kıt­lık devrine girmiş bulunmakta idi. Bu tarihten evvelki durumu iyi bilemiyoruz. Belin’in kaydına nazaran, 1494- 1503 (900-909) yıllan içinde Türkiye müthiş bir kıtlık ve bununla beraber büyük bir veba geçirmişti. Bir akçeye 50 – 60 dirhem un güç bulunabilmekte idi ki, bu şekilde bir açlığı biz sadece “Celâlî Fetreti” ve “Büyük Kaçgun” devirlerinde görüyoruz.
    Edremit şer’iyye ‘sicillerinde geçen bazı dâvalar dolayısiyle, Bursa ve Balıkesir tarafında, 1525 (932) den 1527 (934) ye kadar üç mahsul senesinde müthiş bir çekirge tahribatı bulunduğunu anlıyoruz.
    1528 de de ekinlerini su basmış ve çiftçilerden bir çok tohumlarını bile alamamışlardı. Hükümet merkezinden Balıkesir Sancak Bey­liğine ve kadılarla yollanan bir fermanda, (1528) de halkın gene çe­kirgeden kaygı ettiklerinden bahsolunarak, çekirge yumurtaları­nın yok edilmesi için köylülerin seferber edilmeleri komut edilmekte idi. Bundan adı geçen sancaklarda üst üzerine dört yıl mah­sul olmadığını anlamakla birlikte, aynı halin daha hangi sahalar­da meydana geldiğini bilmiyoruz. Hele bu türlü kıtlıkların kaç se­nede bir geldikleri asla belli değildir. Bununla birlikte, bu şekilde şiddetli kıtlıkların İktisadî darlığı büsbütün arttırdıklarını ve çift­çilerin leventliğe temayül etmelerini çabuklaştırdıklarını kestirmek lâzımdır. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • …İstanbul’un fethinde sefere katılan din adamları da, Akşemseddin ve Akbıyık şeklinde şeyhler çevresinde tarikatçılar, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibileri çevresinde da danişmendler olarak, biri ötekini çelmelemek istiyen iki rakip zümre idiler, ve kim bilir, birincilerin Fatih Sultan Mehmed’i destekleme­lerine karşılık, ikinciler gene bir danişmend olan Vezir Halil Paşa ile beraber çelmeci olmuşlardı. Türkiye Devle­ti’nin Osmanlılar başbuğluğuyla tekrardan kuruluşu sırala­rında, tarikat mensupları, arada isyanlar düzen ederek, si­yasi bunalımlar yaratmışlar, bu da devleti normal olarak tarikat­çılığa karşı tedbirler almaya yöneltmiştir. Fakat, Osmanlı rejimi, daha ziyade kendi merkeziyetçi ve mutlakiyetçi karakteri icabı uyguladığı yönetimsel usullerle, «Şeyhleri» yada «Valileri» Divana ya da padişahın şahsına sıkı sıkıya bağ­lamayı bilmiş ve böylece, tarikatçılığı kontrolü altına al­mayı başarmıştır. Mesela, tüm vakıfların denetimi ve bu kurumlardaki «cihetlerin-vazifelerin» şeyhlere devlet tarafınca tevcih olunmaları usulü, tekke ve zaviye men­suplarını ister istemez itaatlı ve uslu yapıyordu. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Evrende tesadüfle açıklanabilir hiçbir şey yoktur. Çap,kütle,uzaklık ve periyot türünden her şey; fazlaca ince bir plan ve program çerçevesindedir. (Büyük Tasarım ve Süreç)
  • Moğolların Anadoluyu istalası ileTimur tarafınca Sivas işgal edilmiş, aynı dönemde Sivas Valisi şehzade Ertuğrul ölmüştü. Anadolu’da derin bir yeis ve korku hakim iken rivayete nazaran Yıldırım Bayezid bigün Uludağ eteklerinde gezinirken bir çobanın kaval çaldığını işitmiş, çobanın kaval nağmeleri padişahı derin bir teessüre gark ettiğinden şu sözleri söylemiş: “Çal bre çoban çal! Ne canın yandı, ne ciğerin yakıldı, Ertuğrul şeklinde oğlun mu öldü? Sivas şeklinde şehrin mi yakıldı?”… (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • …diğeri kamu hakla­rında da Türklerden hiçbir eksikleri yoktu. Bu devirde, fazlaca azca akçe tutan senelik baş vergisi = cizye’den başka, bü­tün diğeri ödentilerde Yahudi ve Hıristiyanlarla Müslüman­lar ayrımsız oldukları şeklinde, hakkaniyet önünde de gene eşit idi­ler. Devletin siyasal güç kütüğünü Müslüman Türk toplulu­ğu (bir anlama ana cemaat) teşkil etmekte olmasına rağ­men, öteki milliyet ve din mensuplarına karşı ne fiili ve ne de hukuki bir üstünlük iddiası yada uygulamanın (si­yasi haklar hariç) asla yaşanmadığı, zamanının devlet iş­lemlerini gözden geçirmekle, fazlaca kolay anlaşılabilir. Bu­rada vereceğimiz bir resmi işlem örneği, bunun gerçek ol­duğunu kolayca kanıtlama edecektir. Bursa’nın bir köyünde Türkler ve Rumlar iki ayrı mahalle halinde oturuyorlardı.
    Türk mahallesinin ortasında kalmış bulunan bir kilise, yal­nız pazar ayinlerinde olmak suretiyle, hala Hıristiyanlarca kullanılmakta idi. Halbuki, onların kendi mahalleleri için­ de de cemaatlerine yeter başka kiliseleri vardı. Durum bu şekilde ·olunca, Türkler, hükümete başvurarak, Müslüman evleri içinde kalmış bulunan kilisenin camiye çevrilme­sini istediler. Sorun Divan’a duyuruldu. Sözü geçen kilise­nin Hıristiyanlar için gerçekleyin gereksiz ve hele Türk mahallesinin içinde kalmış bulunduğunu tespit işine kurullar yollayarak, ölçtürüp biçtiren hükümet, üç yıl devam eden araş­tırma ve soruşturmadan sonrasında, davayı Türkler lehine hal­ledebildi.
    Memlekette tutumsal darlığın kendisini iyice gösterdiği XVI. yüzyılın başlarında, birçok kent ve ka­sabalarda kolay kazanç yolu arayan bir ekip işi olmayan-güçsüzler, birbirlerine şahit olmak suretiyle, Hıristiyan ve Yahu­dilere musallat olarak, Müslümanlığa Türklüğe ya da kendilerine küfrettikleri, yada evvelce Müslümanlığa dönmüş iken, sonradan geri eski dinlerine geçtikleri suretinde da­valar uydurup, sanık durumuna getirdiklerini mahkemele­re götürme korkusu vererek, ya da mahkemede başka bir hata için kara çalma etmek yolu ile paralarını alıyorlardı. Bu şekilde zulüm görenlerin yakınmaları üstüne, gösterilen bir fermanla, bu türlü davaların, çevresel mahkemeler ye­rine, İstanbul’da Divanda görüleceklerinin bildirilmesiyle Yahudi ve Hıristiyanlar bu şekilde bir baskıdan kurtarılmış ol­dular.
    Özetleyin, gerek uyruk olarak, gerekse cemaat halin­de, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, yada milliyetleri de­yimiyle, Türk, Arap, Ermeni, Rum, Yahudi ve başka soy ve mezhepten olanlara devletin uyguladığı yönetim pren­sibi, kısaca kamu haklarında eşitlik işlemi, bizlere şunu kabul ettirmektedir ki, bu incelediğimiz çağda Türkiye’de yargı devam eden siyasal düzenlik (rejim) şimdiki dönemin «laiklik» prensibine fazlaca yaklaşmış bulunuyordu. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Molla Kaabız’dan sonrasında, “Oğlan Şeyh” vakasına rasta­mamız gösteriyor ki, tasavvuf fikirleri birçok kimseler tarafınca münakaşa olunuyor ve bu yoldan İslam esasla­rını kökünden değiştirebilmek için dayanak olarak kullanılı­yordu. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Evrende ne gördüğünüz, nerden baktığınıza; Ne anladığınıza ise iyi mi baktığınıza bağlıdır (Büyük Tasarım ve Süreç)
  • …zahire alışverişini soygun kazancı biçiminde yü­rüten bir zümre türemişti ki, zamanının dilinde bunlara “muhtekirler” deniyordu. Yani, ana para sahibi bazı kimseler, halktan topladıkları zahireleri anbarlarına yığ­mak suretiyle, ellerinde kalan miktarı azaltıp darlığın baş­ladığı kanısını edindikten sonrasında, pazarlara zahire akıtacak boruların muslukları sanki ellerinde olarak, {hiç de} inorganik bir pahalılığı kolayca yaratmakta idiler. Hele ürünün hakkaten azca olduğu yıllarda “muhtekirler” , zahire depolarını açarak büyük paralar kazanıyorlardı.

    … “muhtekirlerin”vurgunculuğu geniş yakınmalara sebep ol­makta gecikmedi. Zira, bunlar yalnız pahayı çığırından çıkar­makla kalmayıp, ellerindeki zahireyi gizlice ‘frenk gemilerine’ yükleyip dışarı çıkarmaya başladılar. Bu durumda hükümet “muhtekirlere”karşı sert bir savaşım açtı. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Bir taraftan bekar yığınları, öte taraftan da servetli tembeller zümresi içkiye, kısaca (şaraba) düşerek, derneşik yaşamın düzeni için koşul olan terbiye ve diğeri toplumsal saygınlık şeklinde değerleri kemirip durmakta idiler.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • …Türkiye’de şimdiyi geçmişe bağlayan doğru bir tarih bilinci hiçbir vakit uyanmamıştır. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • XV. asrın ortalarından XVI. asrın ortalarına kadar kilesi hep 2 – 3 akçe çevresinde kalan buğday, bun­dan sonrasında 5 – 6 akçeye çıkmıştır. Ege ve Marmara sahillerinde bu yükselme daha çok idi. 1585’ten sonrasında ikinci bir pahalılaşma kay­deden aynı madde Orta Anadolu’da 12 akçeden aşağı düşmemiş ve giderek 20 ye çıkmıştır; 1595 sıralarında buğday umumiyetle 20 akçe idi. Ege sahillerinde ise kaçakçılıktan dolayı averaj fiyatın 40 olduğu görülüyor. Tabiî, bu yüzelli senelik vakit içinde, kıtlık senelerindeki anormal tutarları gözde tutmuyoruz. Görülüyor ki, bir buçuk asırlık bir zamanda buğdayın fiyatı on misline yakın bir yükselmeye uğramıştır. Koyunun fiyatı aynı hareketi takip ederek 20-25 ten 50-60 ve 1595 sıralarında 70-80 akçeye çıkmıştır. Pa­muk bezi 2 den 5 – 6 ya, bakır 6 – 7 den 30 – 35 e, ham demir 2 – 3 ten 15 akçeye çıkmıştır. Sade yağ da asrın başlarında 3 – 4 akçe iken, 1595 te 18-20 akçeye satılıyordu. Nafakalar 1 den 3 e, gün­ delikler 2 den 10- 12 ye yükselmiş bulunmakta idi. Akçe, hem gü­müş vezninden ve hem de altun karşısındaki kıymetinden 3 – 4 kez kaybettiğine nazaran, buğday 10, koyun 4, bez 3, bakır 5, ham demir 5, nafaka 3, işçilik 5 kez pahalılaşmalardır. Bu netice, bilhassa buğdayın on misli bir fiyat yükselmesine maruz kalması mevzuumuz bakımından fazlaca mühimdir… (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • …şarap içmenin ne kadar yaygın bulunduğunu bizlere fazlaca iyi anlat­maktadır. Evlerde, kadınlı erkekli gizli saklı toplantılar düzenliyerek şarap içilip zevk edildiğine de bol miktarda rastlanıyordu.
    Bir örnek: Bursa, aynı sicil, Vr. 300. «Hisar içinde Filboz Mahallesinde. Abircioğlu demekle mâruf Hüseyin Bin Abdullah nam yeniçerinin hemşiresi evinde namahrem vardır denil­meğin, Muhzır Mustafa Bin Ali asesler varup, zikrolunan evde Sivâsiler Mahallesinden nam Hatun ile Bezci Hüseyin Bin Ali ve mezbur Hüseyin Bin Abdullah ve Mehmer Bin Lütfiyâr ve Yani Bin Vasil nam Zimmi ve Yorgi Bin Betro, , cümle meclis-i şer’e ihzar olunup cümlesinin ağızlarında rayiha-i hamr olup..> Daha fazlaca misaller için. Bursa Ş. Sc. Nr. A. 47/54e bakmak yeter.
    Aynı sıra­larda, İstanbul’da da geceleri içildiğini ve bu yüzden bir fazlaca vaka­ların çıktığını, başşehrin kadılıklarına âit defterlerin incelenmesin­den anlamaktayız. Karaköyde, kadınlı erkekli bir gece toplan­tısının sanıklarına ilişik mahkeme kaydından öğreniyoruz ki, üç hıristiyan, adı geçen mahallede, gece bekçilik nöbeti tutmuş bulun­makta idiler. Şu halde, hükümet, asla eğer olmazsa geceleri, halkı, mahailelerinin güvenliğini kendileri sağlamaya zorunlu tutuyordu. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • Bakmakla görmek içinde ki fark; Bezen, evren kadar büyüktür. (Büyük Tasarım ve Süreç)
  • …1558 de (13 şevval 966) Sofya kadısına yazılan bir hükm-i hümâyunda, bu şehirde oturan Karaoğulları Nasuh ve Abdi isminde iki varlıklı şahsın, celeplerdeki koyunlan biriktirerek, Selânik’e indirdikleri, bu yüzden, İstanbul’a buralardan koyun alına­madığı yazılarak, bu şahısların, ceza olmak suretiyle, İstanbul’a kasap atama olundukları bildirilmişti. Tüm memleketin dâvası bulunduğunu söylediğimiz “terike” meselesi daha mühimdir. Tüm Osmanlı sahillerinden Avrupa’ya gizli saklı hububat satışları bir türlü önlenemiyor, aç kalan halk mütemadiyen şikâyette bulunuyorlardı.
    1558 de Bergama ve Güzel Hisar kadılarına yazılan bir hükm-i hümâyunda, “Deniz Değirmeni” adındaki yere Karaburun’dan Ahmet, Nasuh ve Maden adındaki reislerin, daima vapur ile gelip, buralardaki kazalardan topladıkları zahireleri “darülharbe” alıp gitmeleri yüzünden, “vilâyete müzayaka verip” halen gene buralar­ da “nice gemiler olup men içun adam yollandıkta, gemilerdeki levendât katle” girişim ettiklerinde, hiçbir şey yapılmadığının bildi­rildiği ifade olunarak, “il erleri” yardımı ile, adı geçen reislerin ele geçirilmeleri emri verilmişti. 1559 da da Gümülcine kadı­sı tarafınca meydana getirilen şikâyette, bu sancakta bir taraftan İstanbul’a zahire toplanması, öteki taraftan, bazı madrabazların hububatı depo etmeleri yüzünden kıtlık başladığı haber veriliyordu. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • İstanbul mahallelerinde, pek fazlaca fahişe hanımefendilerin yuva­landıkları bekâr odalarında, levendlerle düşüp kaltıkları, birçok evlerin buluşma yeri olarak kullanıldığı, bâzı kez, evli barklı ka­dınların bile bu işlere karıştıkları devrin mahkeme ve polis kayıt­larından kolayca öğrenilmektedir. Ayrıca, toplumsal ahlâka daha fena bir saldırı olmak suretiyle, gene şehirlerde ve kasabalarda, levendler yada diğeri bekâr yaşamı yaşayan kimselerin (Yeniçeri yada sipahi şeklinde) “hamamda yolda ve sair yerlerde emret oğulları livata” ettikleri, hattâ, bu yüzden bir oğlanın hamamda öldüğü şi­kâyet olunmuş bulunmakla, bu türlü ahlâksızlıkları sâbit olanla­rın “siyâsetleri” (idamları) hakkında Bursa, Ankara ve Beypazarı kadılariyle sancak beylerine, 30 haziran 1560 tarihindeki bir buyrultu yollandı. Kamu ahlâkına aykırı olan şu hareketlere karşı devamlı şikâyetlere ve hükümetin, kadıları harekete getirerek, sert tedbirler aldırmasına karşın, olayların azalması şöyleki dursun, yıldan yıla daha fazlaca arttığını görüyoruz. Bu suretle, öteki birçok toplumsal dertler şeklinde bu şekilde de ilgilenip, sert fermanlar çıkaran III. Murad da hiçbir pozitif yönde netice alamadı. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • Sanılanın aksine, Kanuni Süleyman tahta geçmiş olduğu za­man, devletin hazinesi boş şeklinde bir şeydi. Onun için, genç paişah tasarladığı geniş çaplı seferler için büyük harcama­ları karşılayacak parayı kendisi bulmak zorunda idi. Bu durumda, gömü gelirini artıracak tek deva, illere «il yazı­cıları» çıkarıp, vergileri yeni baştan düzenletmekten ibaret görünüyordu. bilhassa, mülkiyeti devlete ilişik olan ta­rım topraklarını yeni baştan yazdırmak, bu suretle, ziraatçi­nin ödemekte bulunmuş olduğu vergileri «Zevayid» bulma biçi­minde çoğaltmak kabildi. İşte, Kanuni Süleyman, padişahlı­ğının daha ilk adımında, bu yola gitti. Fakat, yukarıda pa­ra yönünden pek bunalmış olduklarını söylediğimiz ziraatçi kitlelerinin yeni bir vergi yüküne dayanmaları akıl dışı idi. Nitekim, il yazıcıları, ülkeye dağılıp işe giriştiklerin­de, büyük direnmeler başverdi. Rumeli’de, daha Kanuni’­nin ilk saltanat yılı olan 1520’den itibaren, fazla vergi koy­ma ve ek olarak dirlik erbabının ve ehl-i örfün de kendilerine ilişik vergileri kanunnamenin belirttiğinden fazla istemeleri, Ohri, Avlonya, Yanya, Manastır ve başka yerlerde, hususi­likle Hıristiyan köylülerin kanunsuz vergilere ve «zevayid » çıkarmıya karşı isyan etmelerine sebep oldu. İsyancılar­dan hükümet güçlerine karşı koyamayanlar, yerlerini yurt­larını bırakıp kaçtılar. Bu durumda, “Zevayid” ten azca fazlaca vazgeçilmesi kanalıyla ve kimi yerde baskı yapılarak, isya­nın genişlemesi önlendi. Memurların da fazla vergi istemeleri sözde yasaklandı’.
    ·Senelerce devam eden arazi yazımlarında, vergileri artırma işlemlerine karşı Anadolu geçesindeki tepkiler ise daha ge­niş ve tehlikeli oldu: 1526’da İçel, Adana, Halep, Bozok, Konya ve başka yerlerde, halk, topraklarının yeni baştan yazılması yolu ile elde edilmek istenen «Zevayid» için ken­disine yüklenecek yeni vergiler yüzünden ayaklandı. İl ya­zıcılarını ve yardımcılarını toptan öldürecek kadar ileri gi­den bölgeler bile görüldü. İsyanlar büyüyerek, hükümetin üstlerine yollamış olduğu kuvvetleri birkaç kez yenilgiye uğra­tacak dereceyi buldu.
    Yukarıda özetlediğimiz toplumsal bunalımın en fazlaca ezdi­ği köylülerin, ya toptan direnmeleri, hatta kimi kez resmi kişileri öldürmeye bile cesaret etmeleri, ya da çiftbozan olup levendliğe atılmaları biçimlerinde devlet ve cemiyet düzenini bozacak eylemlere girişmeleri, hükümetçe hiçbir deva ile önlenemedi ve olayların da arkası kesilmedi. 1550 sıralarında, artık kamu düzeni diye sanki bir şey kalma­mış bulunuyordu. Meşhur padişah Kanuni Süleyman bu du­rumu görmekte idi ve herhalde fazlaca üzülüyordu.
    Şehzade Mustafa’nın, yaşlanmış babasının yerine geçmek için isyana niyetlendiği 1553’te ve Şehzade Bayazıd’ın, ge­ne taht kavgası yüzünden, Selim’e karşı tüm Anadolu’yu ayağa kaldırdığı 1558’de, devletin sürüklendiği ağır siyasal bunalımlar, Türkiye’de timarlı sipahilerin kapıkulları dü­zenliğine karşı iyiden iyiye vapur azıya aldıklarını, medre­selerin yoğun bulunmuş olduğu bölgelerde öğrencilerin açıkça is­yan durumuna geçtiklerini, levendlerin bir çekirge uçku­ru çapında her yanı kapladıklarını ortaya koyacak uygun ortamı yaratmıştır. Onun için, sözü edilen bu iki vaka, hususi­likle Şehzade Bayazıd’ın isyanı, Türk toplumunun dirlik ve düzenlik tarihinde tam bir yeni devrin açıldığını ifa­de eder… (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • lstanbul’un alınmasından sonrasında girilen imparatorluk devrinde, tüm hükümet kollarında, millilik yerine, koz­mopolit bir tutum gelişmeye başladı. Bunun, kendini en güçlü bir surette gösterdiği yerde ordu idi. Eyalet as­keri, veya «Kamu Leşkeri», erleri itibariyle gene Türk duracak, fakat, yönetim grubu (beylerbeyi, sancakbeyi şeklinde) Enderundan yetişme olarak Türk soyu dışından seçilecek­ti. Yaya ve müsellemler, harpçi sınıflığından düşüp, yol açmak, köprü, bina, kale yapmak şeklinde geri işlerde, hatta madencilikte ve başka benzeri işlerde kullanılacaklar, hele 1453’den evvelki yüzyıllarda, ordunun orta direği olan azap dediğimiz derslik, yerini yeniçerilere bırakarak, kendisi deniz seferlerine yollanılacak, kara ordularında önemsiz, tamamlayıcı sınıflardan biri haline gelecekti. 1453’den ev­vel olduğu şeklinde, XVI. yüzyılın ortalarına kadar olan süre içinde de, azaplar, bazen, ta’bii olarak en fazlaca sefer­ler açılırken, gerekseme üstüne halk arasından yazılmakta idiler. Fakat, eskiye nazaran, şu incelediğimiz devirde mey­dana çıkmış bulunduğunu gördüğümüz bir fark, yazılan azap­ların ücretlerini (bir ihtimal avarız hanesine dahil) halkın ödemekte bulunmasıdır. Bu hal, azapların, artık, elliciler, kü­rekciler ve benzerleri şeklinde, tertipli ordu ekibi haricinde ahali tarafınca orduya katılan destek güçler içinde yer almış olduğu anlamına gelmekte idi.
    Altı-Bölük halkı kadrolarına da, artık Türkler alınmaz oluyor, kölelerle tutsak çocuklar, veya bir çok Türk olmayan «ekabir evlatları» doluyordu. Sayıları da, her bö­lük bin şahıs olarak, altı bin kadar idi. Yeniçeriler, Gelibolu ve Galata çömez ocaklarında yetiştirilen Hıristiyan çocuk­larından kurulmuş ortalar halinde düzenlenmiş olup, örne­ği geçmişte görülmedik güçte bir mutlakiyetçi sultanlık imparatorluk «hassa» ordusu böylece ortaya çıkmış bulu­nuyordu. Yeniçeri sayısı, XV. yüzyılın sonlarına kadar on­ iki bin diye gösterilmiştir. Şu halde, padişahın adına sa­yılan kendi hususi kapıkullarının miktarı ki, hizmetleri «ulufe» (gündelik ücret) esası üstünden ödeniyordu, bü­tün ordunun % 25’i olabilirdi. Fakat, geri kalan % 75’i teşkil eden askerler ayrı kumandalarda ayrı birlik­ler idiler.
    Mesela, Rumeli timarlıları, Anadolu ti­marlıları; ek olarak, bu iki geçedeki vilayetlerin timarlıları kendi beylerbeylerinin emrinde olarak, diğeri vilayetlerin askerleriyle bir ilişkileri olmaksızın, “orduy-ı hümayuna” katılıyorlardı. Esasen padişahın ücretlerini direkt doğ­ruya hazineden ulufe olarak ödediği, yalnız yirmi bin mik­tarlı Altı-Bölük Halkı ve yeniçeriler değildi. Tüm mem­leket kalelerinin her birinde, birer ikişer ve bir ihtimal daha çok bölükler halinde, “kale erenleri” (veya erleri) vardı ki, onlar da hünkar kulu idiler ve ulufe alıyorlardı. Aynı za­manda, her kent ve kasabanın iç kalesinde otururlardı.
    Yani, bu sözleri etmekle, demek istiyoruz ki, «kamu leşkeri» (veya vilayet askeri), tertipleri yönünden, padişahın “kapıkulları” adlı askeri karşısında {hiç de} rakip bir derslik, yada Yeniçerilerin siyasal güçleri yamacında bir denge gücü olacak durumda değillerdi. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
  • Celâlî mücadelesinde gördüğümüz Celâli bölükleri, “levend” dediğimiz “çiftbozan” unsur ile resmî kimlik sahibi kimselerin birleşmesiyle teşekkül etmiştir.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • Sokullunun ölümünden azca ilkin mühim birşeyler oldu.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
  • Turguteli’nin, Davutoğulları adı ile anılan eski âilelerinden olan bir kimse, sekban ve levendlerin başına geçerek, açıkça is­yan etti, her tarafta derneşmiş olan birçok insanoğlu, çabucak Davutoğlu’nun başına biriktiler. Sefer içine ne toplanmış ise hep­sini isyancılar geri aldılar. Hattâ, Mısır’dan gelmekte olan hâ­zineyi dahi yoldan alıkoydular ise de, zaptetmeyi başaramadılar.
    İsyancıbaşı mevcut genel havâdan faydalanarak, daha büyük id­dialara kalktı. Osmanlıların, adâletten sapıp, “zulüm yoluna git­tiklerini, bu hale nazaran, hânedan ve hükümetlerinin yıkılması lâzım geldiğini, kendisi Selçûkilerin son hükümdarı Alâaddin’in soyun­dan olduğundan, saltanata geçeceğini ileri sürdü. Hükümdar olduğu taktirde, “adâlet ve hakkaniyet” suretiyle yönetim edeceğine dâir de söz vermekte idi. Halbuki, devrin siyasî görgüsü bu şekilde bir iddianın ba­şarı sağlanmasına uygun değildi. Çünki, Osmanlı Hânedanı üstü­ne kurulmuş rakipsiz bir padişahlık haricinde, tüm İmparatorluk Türkiyesinde başka siyasî seviye olamazdı. Bundan başka, yukarı­dan beri anlattığımız suretiyle, adâlet fermanı ve ona benzer komut­lerle, III. Murad, padişahın, zalim ehl-i örfe karşı, reayâ ile aynı safta olduğu inancını Anadolu halkına iyice aşılamıştı. Davudoğlu’nun başına toplanan levendler bile, adâlet fermanlarının ken­dilerine verdiği hak ve yetki sınırları içinde ayaklandıkları kanı­sında idiler. Onun içindir ki, rahat bir didişmeden çıkan reaya ve ehl-i örf kavgasını isyancı başının bu renge boyamak istemesi ba­şarısızlığının ilk sebebi oldu. Divan Hükümeti, vilâyete dağıttır­dığı bir fermanda, Davutoğlu’nun yakalanmasını istedi ve bildirisin­ de bu yolda hizmeti geçenlere büyük dirlikler vaad ettiğinden is­yan bastırıldı. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)

loading…

YORUMLAR

YORUM YAZ!

Yorum Ekle



[

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş