Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası – Mustafa Akdağ Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası – Mustafa Akdağ Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kimin eseri? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabının yazarı kimdir? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası konusu ve anafikri nedir? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabı ne konu alıyor? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası PDF indirme linki var mı? Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabının yazarı Mustafa Akdağ kimdir? İşte Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…
Kitap Künyesi
Yazar: Mustafa Akdağ
Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
İSBN: 9789750816536
Sayfa Sayısı: 512
Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Cumhuriyet süreci tarihçiliğimizin bir klasiği. Osmanlı tarihinin en parlak süreci sayılan 16. yüzyılın ortalarında başlayıp 17. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden birbirine eklemlenmiş toplumsal karışıklıklar, devlet otoritesine kuvvetli başkaldırılar dizisinin sebepleri, özellikleri, neticeleri ilk kez bu çalışmada tüm kapsamıyla ortaya konmuştur.
Osmanlı Devleti’nin temel coğrafi ve toplumsal dayanağı olan Anadolu’da ortaya çıkan bu vakalar dizisi toplumsal ve tutumsal düzeni altüst etmiş, izleri günümüze kadar gelen “büyük kaçgun” şeklinde bir olguyu yaratmış, devlet açısından da vergi gelirlerinin azalması, asâyişin bozulması, kentlere göçün artmasının yarattığı fazlaca boyutlu problemler şeklinde sonuçlar doğurmuştur.
Osmanlı tarihinin klasik bölümlenmesindeki “duraklama dönemi”ne girişin ana sebebi sayılabilecek “Celâlî İsyanları”
bu kitapla Türk tarih literatüründeki yerini almıştır.
Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası Alıntıları – Sözleri
- Ah! Bu göze batacak kadar sivrilmiş insanoğlu..
- Sokullunun ölümünden azca ilkin mühim birşeyler oldu..
- …tüm imparatorluk, bilhassa Anadolu, 1550 den itibaren, kimi zaman hafifçe, kimi zaman şiddetli daimî bir kıtlık devrine girmiş bulunmakta idi. Bu tarihten evvelki durumu iyi bilemiyoruz. Belin’in kaydına nazaran, 1494- 1503 (900-909) yıllan içinde Türkiye müthiş bir kıtlık ve bununla beraber büyük bir veba geçirmişti. Bir akçeye 50 – 60 dirhem un güç bulunabilmekte idi ki, bu şekilde bir açlığı biz sadece “Celâlî Fetreti” ve “Büyük Kaçgun” devirlerinde görüyoruz.
Edremit şer’iyye ‘sicillerinde geçen bazı dâvalar dolayısiyle, Bursa ve Balıkesir tarafında, 1525 (932) den 1527 (934) ye kadar üç mahsul senesinde müthiş bir çekirge tahribatı bulunduğunu anlıyoruz.
1528 de de ekinlerini su basmış ve çiftçilerden bir çok tohumlarını bile alamamışlardı. Hükümet merkezinden Balıkesir Sancak Beyliğine ve kadılarla yollanan bir fermanda, (1528) de halkın gene çekirgeden kaygı ettiklerinden bahsolunarak, çekirge yumurtalarının yok edilmesi için köylülerin seferber edilmeleri komut edilmekte idi. Bundan adı geçen sancaklarda üst üzerine dört yıl mahsul olmadığını anlamakla birlikte, aynı halin daha hangi sahalarda meydana geldiğini bilmiyoruz. Hele bu türlü kıtlıkların kaç senede bir geldikleri asla belli değildir. Bununla birlikte, bu şekilde şiddetli kıtlıkların İktisadî darlığı büsbütün arttırdıklarını ve çiftçilerin leventliğe temayül etmelerini çabuklaştırdıklarını kestirmek lâzımdır. - İstanbul mahallelerinde, pek fazlaca fahişe hanımefendilerin yuvalandıkları bekâr odalarında, levendlerle düşüp kaltıkları, birçok evlerin buluşma yeri olarak kullanıldığı, bâzı kez, evli barklı kadınların bile bu işlere karıştıkları devrin mahkeme ve polis kayıtlarından kolayca öğrenilmektedir. Ayrıca, toplumsal ahlâka daha fena bir saldırı olmak suretiyle, gene şehirlerde ve kasabalarda, levendler yada diğeri bekâr yaşamı yaşayan kimselerin (Yeniçeri yada sipahi şeklinde) “hamamda yolda ve sair yerlerde emret oğulları livata” ettikleri, hattâ, bu yüzden bir oğlanın hamamda öldüğü şikâyet olunmuş bulunmakla, bu türlü ahlâksızlıkları sâbit olanların “siyâsetleri” (idamları) hakkında Bursa, Ankara ve Beypazarı kadılariyle sancak beylerine, 30 haziran 1560 tarihindeki bir buyrultu yollandı. Kamu ahlâkına aykırı olan şu hareketlere karşı devamlı şikâyetlere ve hükümetin, kadıları harekete getirerek, sert tedbirler aldırmasına karşın, olayların azalması şöyleki dursun, yıldan yıla daha fazlaca arttığını görüyoruz. Bu suretle, öteki birçok toplumsal dertler şeklinde bu şekilde de ilgilenip, sert fermanlar çıkaran III. Murad da hiçbir pozitif yönde netice alamadı.
- …şarap içmenin ne kadar yaygın bulunduğunu bizlere fazlaca iyi anlatmaktadır. Evlerde, kadınlı erkekli gizli saklı toplantılar düzenliyerek şarap içilip zevk edildiğine de bol miktarda rastlanıyordu.
Bir örnek: Bursa, aynı sicil, Vr. 300. «Hisar içinde Filboz Mahallesinde. Abircioğlu demekle mâruf Hüseyin Bin Abdullah nam yeniçerinin hemşiresi evinde namahrem vardır denilmeğin, Muhzır Mustafa Bin Ali asesler varup, zikrolunan evde Sivâsiler Mahallesinden nam Hatun ile Bezci Hüseyin Bin Ali ve mezbur Hüseyin Bin Abdullah ve Mehmer Bin Lütfiyâr ve Yani Bin Vasil nam Zimmi ve Yorgi Bin Betro, , cümle meclis-i şer’e ihzar olunup cümlesinin ağızlarında rayiha-i hamr olup..> Daha fazlaca misaller için. Bursa Ş. Sc. Nr. A. 47/54e bakmak yeter.
Aynı sıralarda, İstanbul’da da geceleri içildiğini ve bu yüzden bir fazlaca vakaların çıktığını, başşehrin kadılıklarına âit defterlerin incelenmesinden anlamaktayız. Karaköyde, kadınlı erkekli bir gece toplantısının sanıklarına ilişik mahkeme kaydından öğreniyoruz ki, üç hıristiyan, adı geçen mahallede, gece bekçilik nöbeti tutmuş bulunmakta idiler. Şu halde, hükümet, asla eğer olmazsa geceleri, halkı, mahailelerinin güvenliğini kendileri sağlamaya zorunlu tutuyordu. - …1558 de (13 şevval 966) Sofya kadısına yazılan bir hükm-i hümâyunda, bu şehirde oturan Karaoğulları Nasuh ve Abdi isminde iki varlıklı şahsın, celeplerdeki koyunlan biriktirerek, Selânik’e indirdikleri, bu yüzden, İstanbul’a buralardan koyun alınamadığı yazılarak, bu şahısların, ceza olmak suretiyle, İstanbul’a kasap atama olundukları bildirilmişti. Tüm memleketin dâvası bulunduğunu söylediğimiz “terike” meselesi daha mühimdir. Tüm Osmanlı sahillerinden Avrupa’ya gizli saklı hububat satışları bir türlü önlenemiyor, aç kalan halk mütemadiyen şikâyette bulunuyorlardı.
1558 de Bergama ve Güzel Hisar kadılarına yazılan bir hükm-i hümâyunda, “Deniz Değirmeni” adındaki yere Karaburun’dan Ahmet, Nasuh ve Maden adındaki reislerin, daima vapur ile gelip, buralardaki kazalardan topladıkları zahireleri “darülharbe” alıp gitmeleri yüzünden, “vilâyete müzayaka verip” halen gene buralar da “nice gemiler olup men içun adam yollandıkta, gemilerdeki levendât katle” girişim ettiklerinde, hiçbir şey yapılmadığının bildirildiği ifade olunarak, “il erleri” yardımı ile, adı geçen reislerin ele geçirilmeleri emri verilmişti. 1559 da da Gümülcine kadısı tarafınca meydana getirilen şikâyette, bu sancakta bir taraftan İstanbul’a zahire toplanması, öteki taraftan, bazı madrabazların hububatı depo etmeleri yüzünden kıtlık başladığı haber veriliyordu. - XV. asrın ortalarından XVI. asrın ortalarına kadar kilesi hep 2 – 3 akçe çevresinde kalan buğday, bundan sonrasında 5 – 6 akçeye çıkmıştır. Ege ve Marmara sahillerinde bu yükselme daha çok idi. 1585’ten sonrasında ikinci bir pahalılaşma kaydeden aynı madde Orta Anadolu’da 12 akçeden aşağı düşmemiş ve giderek 20 ye çıkmıştır; 1595 sıralarında buğday umumiyetle 20 akçe idi. Ege sahillerinde ise kaçakçılıktan dolayı averaj fiyatın 40 olduğu görülüyor. Tabiî, bu yüzelli senelik vakit içinde, kıtlık senelerindeki anormal tutarları gözde tutmuyoruz. Görülüyor ki, bir buçuk asırlık bir zamanda buğdayın fiyatı on misline yakın bir yükselmeye uğramıştır. Koyunun fiyatı aynı hareketi takip ederek 20-25 ten 50-60 ve 1595 sıralarında 70-80 akçeye çıkmıştır. Pamuk bezi 2 den 5 – 6 ya, bakır 6 – 7 den 30 – 35 e, ham demir 2 – 3 ten 15 akçeye çıkmıştır. Sade yağ da asrın başlarında 3 – 4 akçe iken, 1595 te 18-20 akçeye satılıyordu. Nafakalar 1 den 3 e, gün delikler 2 den 10- 12 ye yükselmiş bulunmakta idi. Akçe, hem gümüş vezninden ve hem de altun karşısındaki kıymetinden 3 – 4 kez kaybettiğine nazaran, buğday 10, koyun 4, bez 3, bakır 5, ham demir 5, nafaka 3, işçilik 5 kez pahalılaşmalardır. Bu netice, bilhassa buğdayın on misli bir fiyat yükselmesine maruz kalması mevzuumuz bakımından fazlaca mühimdir…
- Celâlî mücadelesinde gördüğümüz Celâli bölükleri, “levend” dediğimiz “çiftbozan” unsur ile resmî kimlik sahibi kimselerin birleşmesiyle teşekkül etmiştir..
- Bir taraftan bekar yığınları, öte taraftan da servetli tembeller zümresi içkiye, kısaca (şaraba) düşerek, derneşik yaşamın düzeni için koşul olan terbiye ve diğeri toplumsal saygınlık şeklinde değerleri kemirip durmakta idiler..
- Turguteli’nin, Davutoğulları adı ile anılan eski âilelerinden olan bir kimse, sekban ve levendlerin başına geçerek, açıkça isyan etti, her tarafta derneşmiş olan birçok insanoğlu, çabucak Davutoğlu’nun başına biriktiler. Sefer içine ne toplanmış ise hepsini isyancılar geri aldılar. Hattâ, Mısır’dan gelmekte olan hâzineyi dahi yoldan alıkoydular ise de, zaptetmeyi başaramadılar.
İsyancıbaşı mevcut genel havâdan faydalanarak, daha büyük iddialara kalktı. Osmanlıların, adâletten sapıp, “zulüm yoluna gittiklerini, bu hale nazaran, hânedan ve hükümetlerinin yıkılması lâzım geldiğini, kendisi Selçûkilerin son hükümdarı Alâaddin’in soyundan olduğundan, saltanata geçeceğini ileri sürdü. Hükümdar olduğu taktirde, “adâlet ve hakkaniyet” suretiyle yönetim edeceğine dâir de söz vermekte idi. Halbuki, devrin siyasî görgüsü bu şekilde bir iddianın başarı sağlanmasına uygun değildi. Çünki, Osmanlı Hânedanı üstüne kurulmuş rakipsiz bir padişahlık haricinde, tüm İmparatorluk Türkiyesinde başka siyasî seviye olamazdı. Bundan başka, yukarıdan beri anlattığımız suretiyle, adâlet fermanı ve ona benzer komutlerle, III. Murad, padişahın, zalim ehl-i örfe karşı, reayâ ile aynı safta olduğu inancını Anadolu halkına iyice aşılamıştı. Davudoğlu’nun başına toplanan levendler bile, adâlet fermanlarının kendilerine verdiği hak ve yetki sınırları içinde ayaklandıkları kanısında idiler. Onun içindir ki, rahat bir didişmeden çıkan reaya ve ehl-i örf kavgasını isyancı başının bu renge boyamak istemesi başarısızlığının ilk sebebi oldu. Divan Hükümeti, vilâyete dağıttırdığı bir fermanda, Davutoğlu’nun yakalanmasını istedi ve bildirisin de bu yolda hizmeti geçenlere büyük dirlikler vaad ettiğinden isyan bastırıldı.
Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası İncelemesi – Kişisel Yorumlar
Mustafa AKDAĞ’ın bu eseri alanında bir klasik.16.yy-17.yy arası ortalama bir çağ devam eden devlet içi toplumsal karışıklıkların ekonomik ve toplumsal nedenlerini dünyadaki gelişmelerle paralel olarak irdeleyen başyapıt. (Faruk Kurtbaş)
KİTAP İNCELEME YAZISI
Kitap adı : Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası
Yazar Adı : Prof. Dr. Mustafa Akdağ
Yayıncı : YKY Yapı Kredi Yayınları
Baskı : 3. Baskı, şubat 2017, 511 sayfa
Bu kitabından sonrasında sırasıyla; Türkiye’de çağdaşlaşma (Niyazi Berkes), Türkiye’nin yakın zamanı (İlber Ortaylı), Türk Siyasi Tarihi (Kemal H. Karpat), Atatürk ve aydınlanma (Kemal Arı), Değişen dünyada sosyoloji (Veysel Bozkurt), Sosyoloji Notları (Cemil Meriç) Tek tanrılı dinlerde sulh ve sertlik ikilemi
(Kadir Albayrak), Sahabe süreci iktidar kavgası (Ahmet Akbulut), 20. Yüzyıl Tarihi (Fahir Armaoğlu)
Kitaplarını da okuyabilirseniz, tarihten öğrenek ve ders çıkarma ve geleceği planlayabilmek için muhteşem performans izah edebilirsiniz.
Osmanlı Devleti’ni, tarihsel dönemlere ayırdığımızda karşımıza;
1.Kuruluş devri: (1299 – 1453)
2.Yükselme devri:(1453 – 1579)
3.Duraklama devri:(1579 – 1683)
4.Gerileme devri:(1699 – 1792)
5.Dağılma ve yıkılış devri:(1792 – 1918)
Şeklinde bir tablo çıkıyor.
İstanbul’un fethinden ortalama 100 yıl sonrasında, duraklama devrine girildiğini gözlemliyoruz.
Demek ki, başarı ve güç bir rahatlık, rahatlama periyodunu ateşlemiş şeklinde görülüyor.
İşte bu kitap, bu zamanda, Celali isyanları ve devamında gelen öteki güçten düşürücü ayrılıkları, nedenlerini ve neticelerini irdeliyor.
Nereden, iyi mi, niçin düştüğümüzü bugün iyi tahlil edebilirsek, 100 yılda bir tarihin aynı içerikte yine etmesini önlemiş oluruz.
Ekonomik, yönetimsel ve toplumsal yapının zayıflaması, Celalî isyanlarına zemin hazırlamıştır.
BU çeteleşme yönetimin baş belası olmuştur. Anadolu’da, “celallenmek” deyimi de buradan gelmektedir. Ticaret kervan yollarının başka yöne kayması ve fetihlerden gelen ganimetlerin kesilmesiyle, duraklama dönemine girilmiştir.
Devlet zorda kalınca vergi yükünü artırmış, üretemeyen ve vergi ödeyemeyen halk da mecburi olarak başka bölgelere göç etmiştir.
Bu ekonomik, siyasal, yönetimsel daralmanın sorumlusu yönetimin acziyeti ve öngörüsüzlüğüdür, isyan edenler başkaldıranlar da toplumu kaosa sürüklediklerinden suçludurlar normal olarak.
Bizlere genel anlamda dizi film, roman ve öteki anlatımlarda geçmiş dönemlerin, başarıları, fetihleri, kazanımları, hamle yapmış olduğu ve insaniyet yönü aktarılır. Coşku ve coşku için bunlar normal olarak lüzumlu.
Oysa ki, tarihten ders çıkarabilmemiz için, aksayan yanlarını de bilmemiz gerekiyor.
Yani ayın, bizim göremediğimiz bir de karanlık yüzü devamlı var.
16. yüzyılda, Osmanlı devletinde, ortaya çıkan toplumsal sorunları, özetlemek gerekirse listelersek;
Faiz, tefecilik, baskıcı eğitim anlayışı, tahıl kıtlığı, yağmalama, fuhuş, yönetim zafiyeti, finans sıkıntısı, finans yönetimi, şehzadelerin taht kavgası, mezhep ayrımcılığı, kavmiyetçilik, kayırmacılık, yetkiyi kötüye kullanma, çıkarcılık, rüşvet, çeteleşme, ağır vergi yükü, işsizlik ve mecburi göçler…
Büyük dağın ziyaretçisi de fazlaca olur, dumanı da yükü de.
Devrin fikir, yönetimsel, siyasal, bilimsel bakış açılarını göz ardı ettiğimizden, kazanımlarımızı da kaybetmeye başladık. Finans ve yönetimi fazlaca ciddi, riskli ve devletin sorumluluğunda olmalıdır.
İngilizlerin vatanımızda Osmanlı Bankası isminde bir banka kurması garip bir ihmalkârlık örneğidir.
Siyasal bilimler, politik kavgaya indirgendiğinde, milletin, halkın malı olmaktan çıkıyor ve ayrıştırıcı baş unsur haline dönüşüyor.
Günümüzde bu tür eserlerden toplumsal ve bireysel yarar adına iyi mi bir ders çıkarmamız gerekiyor?
Politik söylemlerle, yaşamımıza rota çizmemeliyiz. Zira kısır bir ikbal uğruna söylenmiş ve geçerlilik zamanı belli olmayan bir yargıdır, kanıdır, irade beyanıdır.
Bir gün sonrasında geri alınabileceği şeklinde, bir yıl sonrasında da ters köşeye yatabilirsiniz.
Bilim insanlarının gözlem, tahlil, bireşim ve önerileri daha azca yanıltıcıdır.
Bilim insanlarını, “solcu, dinci, ırkçı, komünist, dinsiz” diye kategorize edenleri dikkate almayınız. Gerçek bir bilim insanı ise, siyasal görüş ve inancıyla toplumsal yarar üretmez.
Bilim insanı, “Dün dündür, bugün bugündür” diye hata, günah, yanılgı ve kurnazlığına karşı, karşısındakini aptal yerine koyan çarpıcı söz üretmez. “Yanıldım, yeni verilere ulaştım, önceki bulgu ve teorilerimden vaz geçiyorum, yenisi ortaya çıkıncaya kadar, en doğrusu bu” diye gönülleri ve vicdanları rahatlatan söylemler geliştirirler.
Bilimi ve öteki mecburi gelişimleri 400 yıl ilkin ciddiye alsaydık bugün süper güçlere el, avuç, kucak açan durumda olmazdık.
Bilimi, dini ve çağı yanlış anlayıp uygulayanlar, haçlılar ve Moğollardan daha çok zarar vermişlerdir, bulundukları vakit ve zemine.
Okuyanlar, anlayanlar, anlatanlar, okumayı düşünenler, okuduğunu uygulayanlar, vicdanı ve aklını merkeze alanlar; aldansa da aldatmayı düşünmeyen bir topluluk olacaklardır devamlı.
19.04.2018
Ali Rıza Malkoç
#armozdeyis (Ali Rıza MALKOÇ)
Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası PDF indirme linki var mı?
Mustafa Akdağ – Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası kitabı için internette en fazlaca meydana getirilen aramalardan birisi de Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan bir çok kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF’leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Mustafa Akdağ Kimdir?
Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı Günyayla köyünde dünyaya geldi. (Günyayla, hâlen Yozgat’ın Çayıralan ilçesine bağlı bir köydür.) İlköğrenimini Akdağmadeni Yatılı İlkokulu’nda, ortaöğrenimini İzmir İlköğretmen Okulu’nda tamamladı.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümünden mezun oldu. 1945 senesinde Celalî İsyanları’nın Başlaması başlıklı tezi ile edebiyat doktoru unvanını kazanmıştır. 1947 senesinde fakülteden ayrılmak zorunda kalan Mustafa Akdağ, ilkin o vakit Ankara’da Gazi Yüksek Öğretmen Okulu adını taşıyan yüksek ogretmen okuluna asistan olarak, bir yıl sonrasında da Diyarbakır Öğretmen Okulu’na tarih öğretmeni olarak atama oldu. Öğretmenliğini sürdürürken, Celâlî Fetreti: 1597 – 1603 başlıklı habilitasyon emek harcaması ile doçentlik tezini verdi.
1951 senesinde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin yakın çağ zamanı kürsüsüne doçent olarak atandı, 1958 senesinde da profesör oldu. 12 Mart 1971’den sonrasında tutuklandı, bir süre sonrasında özgür bırakıldı.
Tutuksuz olarak yargılandığı sırada Nisan 1973’te hayata gözlerini yumdu.
1973 senesinde yaşama gözlerini yumduğunda, daha ilkin Celâlî İsyanları adı altında basılan kitabını, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası başlığı ile tekrardan yayına hazırlamaktaydı.
Ayrıca, Mustafa Akdağ’ın Tımar Rejiminin Bozuluşu (1947), Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayanlık Düzeni şeklinde geniş çerçeveli yazıları vardır.
Mustafa Akdağ Kitapları – Eserleri
- Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası
- Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi
- Yakın Çağ Süreci – Avrupa Tarihi
- Örgütsel Açıdan İnsan Kaynakları ve Halkla İlişkiler
- Dünden Bugüne Halkla İlişkiler
- Büyük Tasarım ve Süreç
- Büyük Celali Karışıklıklarının Başlaması
- Kur’an ve Bilim Işığında Kıyamet
- Kriz Yönetimi
Mustafa Akdağ Alıntıları – Sözleri
- …tüm imparatorluk, bilhassa Anadolu, 1550 den itibaren, kimi zaman hafifçe, kimi zaman şiddetli daimî bir kıtlık devrine girmiş bulunmakta idi. Bu tarihten evvelki durumu iyi bilemiyoruz. Belin’in kaydına nazaran, 1494- 1503 (900-909) yıllan içinde Türkiye müthiş bir kıtlık ve bununla beraber büyük bir veba geçirmişti. Bir akçeye 50 – 60 dirhem un güç bulunabilmekte idi ki, bu şekilde bir açlığı biz sadece “Celâlî Fetreti” ve “Büyük Kaçgun” devirlerinde görüyoruz.
Edremit şer’iyye ‘sicillerinde geçen bazı dâvalar dolayısiyle, Bursa ve Balıkesir tarafında, 1525 (932) den 1527 (934) ye kadar üç mahsul senesinde müthiş bir çekirge tahribatı bulunduğunu anlıyoruz.
1528 de de ekinlerini su basmış ve çiftçilerden bir çok tohumlarını bile alamamışlardı. Hükümet merkezinden Balıkesir Sancak Beyliğine ve kadılarla yollanan bir fermanda, (1528) de halkın gene çekirgeden kaygı ettiklerinden bahsolunarak, çekirge yumurtalarının yok edilmesi için köylülerin seferber edilmeleri komut edilmekte idi. Bundan adı geçen sancaklarda üst üzerine dört yıl mahsul olmadığını anlamakla birlikte, aynı halin daha hangi sahalarda meydana geldiğini bilmiyoruz. Hele bu türlü kıtlıkların kaç senede bir geldikleri asla belli değildir. Bununla birlikte, bu şekilde şiddetli kıtlıkların İktisadî darlığı büsbütün arttırdıklarını ve çiftçilerin leventliğe temayül etmelerini çabuklaştırdıklarını kestirmek lâzımdır. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası) - …İstanbul’un fethinde sefere katılan din adamları da, Akşemseddin ve Akbıyık şeklinde şeyhler çevresinde tarikatçılar, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibileri çevresinde da danişmendler olarak, biri ötekini çelmelemek istiyen iki rakip zümre idiler, ve kim bilir, birincilerin Fatih Sultan Mehmed’i desteklemelerine karşılık, ikinciler gene bir danişmend olan Vezir Halil Paşa ile beraber çelmeci olmuşlardı. Türkiye Devleti’nin Osmanlılar başbuğluğuyla tekrardan kuruluşu sıralarında, tarikat mensupları, arada isyanlar düzen ederek, siyasi bunalımlar yaratmışlar, bu da devleti normal olarak tarikatçılığa karşı tedbirler almaya yöneltmiştir. Fakat, Osmanlı rejimi, daha ziyade kendi merkeziyetçi ve mutlakiyetçi karakteri icabı uyguladığı yönetimsel usullerle, «Şeyhleri» yada «Valileri» Divana ya da padişahın şahsına sıkı sıkıya bağlamayı bilmiş ve böylece, tarikatçılığı kontrolü altına almayı başarmıştır. Mesela, tüm vakıfların denetimi ve bu kurumlardaki «cihetlerin-vazifelerin» şeyhlere devlet tarafınca tevcih olunmaları usulü, tekke ve zaviye mensuplarını ister istemez itaatlı ve uslu yapıyordu. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
- Evrende tesadüfle açıklanabilir hiçbir şey yoktur. Çap,kütle,uzaklık ve periyot türünden her şey; fazlaca ince bir plan ve program çerçevesindedir. (Büyük Tasarım ve Süreç)
- Moğolların Anadoluyu istalası ileTimur tarafınca Sivas işgal edilmiş, aynı dönemde Sivas Valisi şehzade Ertuğrul ölmüştü. Anadolu’da derin bir yeis ve korku hakim iken rivayete nazaran Yıldırım Bayezid bigün Uludağ eteklerinde gezinirken bir çobanın kaval çaldığını işitmiş, çobanın kaval nağmeleri padişahı derin bir teessüre gark ettiğinden şu sözleri söylemiş: “Çal bre çoban çal! Ne canın yandı, ne ciğerin yakıldı, Ertuğrul şeklinde oğlun mu öldü? Sivas şeklinde şehrin mi yakıldı?”… (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
- …diğeri kamu haklarında da Türklerden hiçbir eksikleri yoktu. Bu devirde, fazlaca azca akçe tutan senelik baş vergisi = cizye’den başka, bütün diğeri ödentilerde Yahudi ve Hıristiyanlarla Müslümanlar ayrımsız oldukları şeklinde, hakkaniyet önünde de gene eşit idiler. Devletin siyasal güç kütüğünü Müslüman Türk topluluğu (bir anlama ana cemaat) teşkil etmekte olmasına rağmen, öteki milliyet ve din mensuplarına karşı ne fiili ve ne de hukuki bir üstünlük iddiası yada uygulamanın (siyasi haklar hariç) asla yaşanmadığı, zamanının devlet işlemlerini gözden geçirmekle, fazlaca kolay anlaşılabilir. Burada vereceğimiz bir resmi işlem örneği, bunun gerçek olduğunu kolayca kanıtlama edecektir. Bursa’nın bir köyünde Türkler ve Rumlar iki ayrı mahalle halinde oturuyorlardı.
Türk mahallesinin ortasında kalmış bulunan bir kilise, yalnız pazar ayinlerinde olmak suretiyle, hala Hıristiyanlarca kullanılmakta idi. Halbuki, onların kendi mahalleleri için de de cemaatlerine yeter başka kiliseleri vardı. Durum bu şekilde ·olunca, Türkler, hükümete başvurarak, Müslüman evleri içinde kalmış bulunan kilisenin camiye çevrilmesini istediler. Sorun Divan’a duyuruldu. Sözü geçen kilisenin Hıristiyanlar için gerçekleyin gereksiz ve hele Türk mahallesinin içinde kalmış bulunduğunu tespit işine kurullar yollayarak, ölçtürüp biçtiren hükümet, üç yıl devam eden araştırma ve soruşturmadan sonrasında, davayı Türkler lehine halledebildi.
Memlekette tutumsal darlığın kendisini iyice gösterdiği XVI. yüzyılın başlarında, birçok kent ve kasabalarda kolay kazanç yolu arayan bir ekip işi olmayan-güçsüzler, birbirlerine şahit olmak suretiyle, Hıristiyan ve Yahudilere musallat olarak, Müslümanlığa Türklüğe ya da kendilerine küfrettikleri, yada evvelce Müslümanlığa dönmüş iken, sonradan geri eski dinlerine geçtikleri suretinde davalar uydurup, sanık durumuna getirdiklerini mahkemelere götürme korkusu vererek, ya da mahkemede başka bir hata için kara çalma etmek yolu ile paralarını alıyorlardı. Bu şekilde zulüm görenlerin yakınmaları üstüne, gösterilen bir fermanla, bu türlü davaların, çevresel mahkemeler yerine, İstanbul’da Divanda görüleceklerinin bildirilmesiyle Yahudi ve Hıristiyanlar bu şekilde bir baskıdan kurtarılmış oldular.
Özetleyin, gerek uyruk olarak, gerekse cemaat halinde, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, yada milliyetleri deyimiyle, Türk, Arap, Ermeni, Rum, Yahudi ve başka soy ve mezhepten olanlara devletin uyguladığı yönetim prensibi, kısaca kamu haklarında eşitlik işlemi, bizlere şunu kabul ettirmektedir ki, bu incelediğimiz çağda Türkiye’de yargı devam eden siyasal düzenlik (rejim) şimdiki dönemin «laiklik» prensibine fazlaca yaklaşmış bulunuyordu. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi) - Molla Kaabız’dan sonrasında, “Oğlan Şeyh” vakasına rastamamız gösteriyor ki, tasavvuf fikirleri birçok kimseler tarafınca münakaşa olunuyor ve bu yoldan İslam esaslarını kökünden değiştirebilmek için dayanak olarak kullanılıyordu. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
- Evrende ne gördüğünüz, nerden baktığınıza; Ne anladığınıza ise iyi mi baktığınıza bağlıdır (Büyük Tasarım ve Süreç)
- …zahire alışverişini soygun kazancı biçiminde yürüten bir zümre türemişti ki, zamanının dilinde bunlara “muhtekirler” deniyordu. Yani, ana para sahibi bazı kimseler, halktan topladıkları zahireleri anbarlarına yığmak suretiyle, ellerinde kalan miktarı azaltıp darlığın başladığı kanısını edindikten sonrasında, pazarlara zahire akıtacak boruların muslukları sanki ellerinde olarak, {hiç de} inorganik bir pahalılığı kolayca yaratmakta idiler. Hele ürünün hakkaten azca olduğu yıllarda “muhtekirler” , zahire depolarını açarak büyük paralar kazanıyorlardı.
…
… “muhtekirlerin”vurgunculuğu geniş yakınmalara sebep olmakta gecikmedi. Zira, bunlar yalnız pahayı çığırından çıkarmakla kalmayıp, ellerindeki zahireyi gizlice ‘frenk gemilerine’ yükleyip dışarı çıkarmaya başladılar. Bu durumda hükümet “muhtekirlere”karşı sert bir savaşım açtı. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi) - Bir taraftan bekar yığınları, öte taraftan da servetli tembeller zümresi içkiye, kısaca (şaraba) düşerek, derneşik yaşamın düzeni için koşul olan terbiye ve diğeri toplumsal saygınlık şeklinde değerleri kemirip durmakta idiler.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
- …Türkiye’de şimdiyi geçmişe bağlayan doğru bir tarih bilinci hiçbir vakit uyanmamıştır. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi)
- XV. asrın ortalarından XVI. asrın ortalarına kadar kilesi hep 2 – 3 akçe çevresinde kalan buğday, bundan sonrasında 5 – 6 akçeye çıkmıştır. Ege ve Marmara sahillerinde bu yükselme daha çok idi. 1585’ten sonrasında ikinci bir pahalılaşma kaydeden aynı madde Orta Anadolu’da 12 akçeden aşağı düşmemiş ve giderek 20 ye çıkmıştır; 1595 sıralarında buğday umumiyetle 20 akçe idi. Ege sahillerinde ise kaçakçılıktan dolayı averaj fiyatın 40 olduğu görülüyor. Tabiî, bu yüzelli senelik vakit içinde, kıtlık senelerindeki anormal tutarları gözde tutmuyoruz. Görülüyor ki, bir buçuk asırlık bir zamanda buğdayın fiyatı on misline yakın bir yükselmeye uğramıştır. Koyunun fiyatı aynı hareketi takip ederek 20-25 ten 50-60 ve 1595 sıralarında 70-80 akçeye çıkmıştır. Pamuk bezi 2 den 5 – 6 ya, bakır 6 – 7 den 30 – 35 e, ham demir 2 – 3 ten 15 akçeye çıkmıştır. Sade yağ da asrın başlarında 3 – 4 akçe iken, 1595 te 18-20 akçeye satılıyordu. Nafakalar 1 den 3 e, gün delikler 2 den 10- 12 ye yükselmiş bulunmakta idi. Akçe, hem gümüş vezninden ve hem de altun karşısındaki kıymetinden 3 – 4 kez kaybettiğine nazaran, buğday 10, koyun 4, bez 3, bakır 5, ham demir 5, nafaka 3, işçilik 5 kez pahalılaşmalardır. Bu netice, bilhassa buğdayın on misli bir fiyat yükselmesine maruz kalması mevzuumuz bakımından fazlaca mühimdir… (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
- …şarap içmenin ne kadar yaygın bulunduğunu bizlere fazlaca iyi anlatmaktadır. Evlerde, kadınlı erkekli gizli saklı toplantılar düzenliyerek şarap içilip zevk edildiğine de bol miktarda rastlanıyordu.
Bir örnek: Bursa, aynı sicil, Vr. 300. «Hisar içinde Filboz Mahallesinde. Abircioğlu demekle mâruf Hüseyin Bin Abdullah nam yeniçerinin hemşiresi evinde namahrem vardır denilmeğin, Muhzır Mustafa Bin Ali asesler varup, zikrolunan evde Sivâsiler Mahallesinden nam Hatun ile Bezci Hüseyin Bin Ali ve mezbur Hüseyin Bin Abdullah ve Mehmer Bin Lütfiyâr ve Yani Bin Vasil nam Zimmi ve Yorgi Bin Betro, , cümle meclis-i şer’e ihzar olunup cümlesinin ağızlarında rayiha-i hamr olup..> Daha fazlaca misaller için. Bursa Ş. Sc. Nr. A. 47/54e bakmak yeter.
Aynı sıralarda, İstanbul’da da geceleri içildiğini ve bu yüzden bir fazlaca vakaların çıktığını, başşehrin kadılıklarına âit defterlerin incelenmesinden anlamaktayız. Karaköyde, kadınlı erkekli bir gece toplantısının sanıklarına ilişik mahkeme kaydından öğreniyoruz ki, üç hıristiyan, adı geçen mahallede, gece bekçilik nöbeti tutmuş bulunmakta idiler. Şu halde, hükümet, asla eğer olmazsa geceleri, halkı, mahailelerinin güvenliğini kendileri sağlamaya zorunlu tutuyordu. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası) - Bakmakla görmek içinde ki fark; Bezen, evren kadar büyüktür. (Büyük Tasarım ve Süreç)
- …1558 de (13 şevval 966) Sofya kadısına yazılan bir hükm-i hümâyunda, bu şehirde oturan Karaoğulları Nasuh ve Abdi isminde iki varlıklı şahsın, celeplerdeki koyunlan biriktirerek, Selânik’e indirdikleri, bu yüzden, İstanbul’a buralardan koyun alınamadığı yazılarak, bu şahısların, ceza olmak suretiyle, İstanbul’a kasap atama olundukları bildirilmişti. Tüm memleketin dâvası bulunduğunu söylediğimiz “terike” meselesi daha mühimdir. Tüm Osmanlı sahillerinden Avrupa’ya gizli saklı hububat satışları bir türlü önlenemiyor, aç kalan halk mütemadiyen şikâyette bulunuyorlardı.
1558 de Bergama ve Güzel Hisar kadılarına yazılan bir hükm-i hümâyunda, “Deniz Değirmeni” adındaki yere Karaburun’dan Ahmet, Nasuh ve Maden adındaki reislerin, daima vapur ile gelip, buralardaki kazalardan topladıkları zahireleri “darülharbe” alıp gitmeleri yüzünden, “vilâyete müzayaka verip” halen gene buralar da “nice gemiler olup men içun adam yollandıkta, gemilerdeki levendât katle” girişim ettiklerinde, hiçbir şey yapılmadığının bildirildiği ifade olunarak, “il erleri” yardımı ile, adı geçen reislerin ele geçirilmeleri emri verilmişti. 1559 da da Gümülcine kadısı tarafınca meydana getirilen şikâyette, bu sancakta bir taraftan İstanbul’a zahire toplanması, öteki taraftan, bazı madrabazların hububatı depo etmeleri yüzünden kıtlık başladığı haber veriliyordu. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası) - İstanbul mahallelerinde, pek fazlaca fahişe hanımefendilerin yuvalandıkları bekâr odalarında, levendlerle düşüp kaltıkları, birçok evlerin buluşma yeri olarak kullanıldığı, bâzı kez, evli barklı kadınların bile bu işlere karıştıkları devrin mahkeme ve polis kayıtlarından kolayca öğrenilmektedir. Ayrıca, toplumsal ahlâka daha fena bir saldırı olmak suretiyle, gene şehirlerde ve kasabalarda, levendler yada diğeri bekâr yaşamı yaşayan kimselerin (Yeniçeri yada sipahi şeklinde) “hamamda yolda ve sair yerlerde emret oğulları livata” ettikleri, hattâ, bu yüzden bir oğlanın hamamda öldüğü şikâyet olunmuş bulunmakla, bu türlü ahlâksızlıkları sâbit olanların “siyâsetleri” (idamları) hakkında Bursa, Ankara ve Beypazarı kadılariyle sancak beylerine, 30 haziran 1560 tarihindeki bir buyrultu yollandı. Kamu ahlâkına aykırı olan şu hareketlere karşı devamlı şikâyetlere ve hükümetin, kadıları harekete getirerek, sert tedbirler aldırmasına karşın, olayların azalması şöyleki dursun, yıldan yıla daha fazlaca arttığını görüyoruz. Bu suretle, öteki birçok toplumsal dertler şeklinde bu şekilde de ilgilenip, sert fermanlar çıkaran III. Murad da hiçbir pozitif yönde netice alamadı. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
- Sanılanın aksine, Kanuni Süleyman tahta geçmiş olduğu zaman, devletin hazinesi boş şeklinde bir şeydi. Onun için, genç paişah tasarladığı geniş çaplı seferler için büyük harcamaları karşılayacak parayı kendisi bulmak zorunda idi. Bu durumda, gömü gelirini artıracak tek deva, illere «il yazıcıları» çıkarıp, vergileri yeni baştan düzenletmekten ibaret görünüyordu. bilhassa, mülkiyeti devlete ilişik olan tarım topraklarını yeni baştan yazdırmak, bu suretle, ziraatçinin ödemekte bulunmuş olduğu vergileri «Zevayid» bulma biçiminde çoğaltmak kabildi. İşte, Kanuni Süleyman, padişahlığının daha ilk adımında, bu yola gitti. Fakat, yukarıda para yönünden pek bunalmış olduklarını söylediğimiz ziraatçi kitlelerinin yeni bir vergi yüküne dayanmaları akıl dışı idi. Nitekim, il yazıcıları, ülkeye dağılıp işe giriştiklerinde, büyük direnmeler başverdi. Rumeli’de, daha Kanuni’nin ilk saltanat yılı olan 1520’den itibaren, fazla vergi koyma ve ek olarak dirlik erbabının ve ehl-i örfün de kendilerine ilişik vergileri kanunnamenin belirttiğinden fazla istemeleri, Ohri, Avlonya, Yanya, Manastır ve başka yerlerde, hususilikle Hıristiyan köylülerin kanunsuz vergilere ve «zevayid » çıkarmıya karşı isyan etmelerine sebep oldu. İsyancılardan hükümet güçlerine karşı koyamayanlar, yerlerini yurtlarını bırakıp kaçtılar. Bu durumda, “Zevayid” ten azca fazlaca vazgeçilmesi kanalıyla ve kimi yerde baskı yapılarak, isyanın genişlemesi önlendi. Memurların da fazla vergi istemeleri sözde yasaklandı’.
·Senelerce devam eden arazi yazımlarında, vergileri artırma işlemlerine karşı Anadolu geçesindeki tepkiler ise daha geniş ve tehlikeli oldu: 1526’da İçel, Adana, Halep, Bozok, Konya ve başka yerlerde, halk, topraklarının yeni baştan yazılması yolu ile elde edilmek istenen «Zevayid» için kendisine yüklenecek yeni vergiler yüzünden ayaklandı. İl yazıcılarını ve yardımcılarını toptan öldürecek kadar ileri giden bölgeler bile görüldü. İsyanlar büyüyerek, hükümetin üstlerine yollamış olduğu kuvvetleri birkaç kez yenilgiye uğratacak dereceyi buldu.
Yukarıda özetlediğimiz toplumsal bunalımın en fazlaca ezdiği köylülerin, ya toptan direnmeleri, hatta kimi kez resmi kişileri öldürmeye bile cesaret etmeleri, ya da çiftbozan olup levendliğe atılmaları biçimlerinde devlet ve cemiyet düzenini bozacak eylemlere girişmeleri, hükümetçe hiçbir deva ile önlenemedi ve olayların da arkası kesilmedi. 1550 sıralarında, artık kamu düzeni diye sanki bir şey kalmamış bulunuyordu. Meşhur padişah Kanuni Süleyman bu durumu görmekte idi ve herhalde fazlaca üzülüyordu.
Şehzade Mustafa’nın, yaşlanmış babasının yerine geçmek için isyana niyetlendiği 1553’te ve Şehzade Bayazıd’ın, gene taht kavgası yüzünden, Selim’e karşı tüm Anadolu’yu ayağa kaldırdığı 1558’de, devletin sürüklendiği ağır siyasal bunalımlar, Türkiye’de timarlı sipahilerin kapıkulları düzenliğine karşı iyiden iyiye vapur azıya aldıklarını, medreselerin yoğun bulunmuş olduğu bölgelerde öğrencilerin açıkça isyan durumuna geçtiklerini, levendlerin bir çekirge uçkuru çapında her yanı kapladıklarını ortaya koyacak uygun ortamı yaratmıştır. Onun için, sözü edilen bu iki vaka, hususilikle Şehzade Bayazıd’ın isyanı, Türk toplumunun dirlik ve düzenlik tarihinde tam bir yeni devrin açıldığını ifade eder… (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi) - lstanbul’un alınmasından sonrasında girilen imparatorluk devrinde, tüm hükümet kollarında, millilik yerine, kozmopolit bir tutum gelişmeye başladı. Bunun, kendini en güçlü bir surette gösterdiği yerde ordu idi. Eyalet askeri, veya «Kamu Leşkeri», erleri itibariyle gene Türk duracak, fakat, yönetim grubu (beylerbeyi, sancakbeyi şeklinde) Enderundan yetişme olarak Türk soyu dışından seçilecekti. Yaya ve müsellemler, harpçi sınıflığından düşüp, yol açmak, köprü, bina, kale yapmak şeklinde geri işlerde, hatta madencilikte ve başka benzeri işlerde kullanılacaklar, hele 1453’den evvelki yüzyıllarda, ordunun orta direği olan azap dediğimiz derslik, yerini yeniçerilere bırakarak, kendisi deniz seferlerine yollanılacak, kara ordularında önemsiz, tamamlayıcı sınıflardan biri haline gelecekti. 1453’den evvel olduğu şeklinde, XVI. yüzyılın ortalarına kadar olan süre içinde de, azaplar, bazen, ta’bii olarak en fazlaca seferler açılırken, gerekseme üstüne halk arasından yazılmakta idiler. Fakat, eskiye nazaran, şu incelediğimiz devirde meydana çıkmış bulunduğunu gördüğümüz bir fark, yazılan azapların ücretlerini (bir ihtimal avarız hanesine dahil) halkın ödemekte bulunmasıdır. Bu hal, azapların, artık, elliciler, kürekciler ve benzerleri şeklinde, tertipli ordu ekibi haricinde ahali tarafınca orduya katılan destek güçler içinde yer almış olduğu anlamına gelmekte idi.
Altı-Bölük halkı kadrolarına da, artık Türkler alınmaz oluyor, kölelerle tutsak çocuklar, veya bir çok Türk olmayan «ekabir evlatları» doluyordu. Sayıları da, her bölük bin şahıs olarak, altı bin kadar idi. Yeniçeriler, Gelibolu ve Galata çömez ocaklarında yetiştirilen Hıristiyan çocuklarından kurulmuş ortalar halinde düzenlenmiş olup, örneği geçmişte görülmedik güçte bir mutlakiyetçi sultanlık imparatorluk «hassa» ordusu böylece ortaya çıkmış bulunuyordu. Yeniçeri sayısı, XV. yüzyılın sonlarına kadar on iki bin diye gösterilmiştir. Şu halde, padişahın adına sayılan kendi hususi kapıkullarının miktarı ki, hizmetleri «ulufe» (gündelik ücret) esası üstünden ödeniyordu, bütün ordunun % 25’i olabilirdi. Fakat, geri kalan % 75’i teşkil eden askerler ayrı kumandalarda ayrı birlikler idiler.
Mesela, Rumeli timarlıları, Anadolu timarlıları; ek olarak, bu iki geçedeki vilayetlerin timarlıları kendi beylerbeylerinin emrinde olarak, diğeri vilayetlerin askerleriyle bir ilişkileri olmaksızın, “orduy-ı hümayuna” katılıyorlardı. Esasen padişahın ücretlerini direkt doğruya hazineden ulufe olarak ödediği, yalnız yirmi bin miktarlı Altı-Bölük Halkı ve yeniçeriler değildi. Tüm memleket kalelerinin her birinde, birer ikişer ve bir ihtimal daha çok bölükler halinde, “kale erenleri” (veya erleri) vardı ki, onlar da hünkar kulu idiler ve ulufe alıyorlardı. Aynı zamanda, her kent ve kasabanın iç kalesinde otururlardı.
Yani, bu sözleri etmekle, demek istiyoruz ki, «kamu leşkeri» (veya vilayet askeri), tertipleri yönünden, padişahın “kapıkulları” adlı askeri karşısında {hiç de} rakip bir derslik, yada Yeniçerilerin siyasal güçleri yamacında bir denge gücü olacak durumda değillerdi. (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi) - Celâlî mücadelesinde gördüğümüz Celâli bölükleri, “levend” dediğimiz “çiftbozan” unsur ile resmî kimlik sahibi kimselerin birleşmesiyle teşekkül etmiştir.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
- Sokullunun ölümünden azca ilkin mühim birşeyler oldu.. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
- Turguteli’nin, Davutoğulları adı ile anılan eski âilelerinden olan bir kimse, sekban ve levendlerin başına geçerek, açıkça isyan etti, her tarafta derneşmiş olan birçok insanoğlu, çabucak Davutoğlu’nun başına biriktiler. Sefer içine ne toplanmış ise hepsini isyancılar geri aldılar. Hattâ, Mısır’dan gelmekte olan hâzineyi dahi yoldan alıkoydular ise de, zaptetmeyi başaramadılar.
İsyancıbaşı mevcut genel havâdan faydalanarak, daha büyük iddialara kalktı. Osmanlıların, adâletten sapıp, “zulüm yoluna gittiklerini, bu hale nazaran, hânedan ve hükümetlerinin yıkılması lâzım geldiğini, kendisi Selçûkilerin son hükümdarı Alâaddin’in soyundan olduğundan, saltanata geçeceğini ileri sürdü. Hükümdar olduğu taktirde, “adâlet ve hakkaniyet” suretiyle yönetim edeceğine dâir de söz vermekte idi. Halbuki, devrin siyasî görgüsü bu şekilde bir iddianın başarı sağlanmasına uygun değildi. Çünki, Osmanlı Hânedanı üstüne kurulmuş rakipsiz bir padişahlık haricinde, tüm İmparatorluk Türkiyesinde başka siyasî seviye olamazdı. Bundan başka, yukarıdan beri anlattığımız suretiyle, adâlet fermanı ve ona benzer komutlerle, III. Murad, padişahın, zalim ehl-i örfe karşı, reayâ ile aynı safta olduğu inancını Anadolu halkına iyice aşılamıştı. Davudoğlu’nun başına toplanan levendler bile, adâlet fermanlarının kendilerine verdiği hak ve yetki sınırları içinde ayaklandıkları kanısında idiler. Onun içindir ki, rahat bir didişmeden çıkan reaya ve ehl-i örf kavgasını isyancı başının bu renge boyamak istemesi başarısızlığının ilk sebebi oldu. Divan Hükümeti, vilâyete dağıttırdığı bir fermanda, Davutoğlu’nun yakalanmasını istedi ve bildirisin de bu yolda hizmeti geçenlere büyük dirlikler vaad ettiğinden isyan bastırıldı. (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası)
Yorum Ekle
[
YORUMLAR
YORUM YAZ!