Eğitim

Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? – Kral Abdullah Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? – Kral Abdullah Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? kimin eseri? Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? kitabının yazarı kimdir? Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? konusu ve anafikri nedir? Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? kitabı ne konu alıyor? Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? PDF indirme linki var mı? Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? kitabının yazarı Kral Abdullah kimdir? İşte Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…

Kitap

Kitap Künyesi

Yazar: Kral Abdullah

Çevirmen: Halit Özkan

Yayın Evi: Klasik Yayınları

İSBN: 9789758740475

Sayfa Sayısı: 247


Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

“Arap İsyanı” yakın tarihimizin en mühim kırılma noktalarından biridir. Kurgulanmış tarihin toplumsal hafızamıza işlemeye çalmış olduğu “Arapların ihaneti” algısı, aslına bakarsak bizim geçmişimizle kurduğumuz birlikteliğin travmatik boyutunu sergiler. Osmanlı’nın parçalanış sürecinde Arapların kopuşu çevresinde geliştirilen söylem, zamanı bir olgudan oldukça ideolojik bir tutumu yansıtır.

Gerçekten Araplar Osmanlı’ya ihanet ettiler mi? Ya da isyan yalnız bölgeye ilişkin sömürgeci amaçları olan büyük devletlerin kışkırtmasından mı ibaretti?

Kesin olan şu ki, Arapların Osmanlı’dan kopuşu, millet-devlet sürecinde Türk kimliğinin tekrardan inşası amacına hizmet eden ideolojik bir söyleme dönüşmüştür. “Türklere ihanet” söyleminin Araplardaki karşılığı Arapları sömüren, İslam’a ihanet eden Türklere dönüşecektir. Aslında bu iki zıt söylem, Osmanlı bakiyesi Müslüman uluslarda inşa edilmeye çalışılan çağdaş millet kimliğinin ortak zamanı ve kültürel bağlamdan koparılarak “diğeri” üstünden tanımlanmasına hizmet etmiştir.

Bu kitap, “Arap isyanı” olarak malum gelişmelerin en mühim aktörünün yaşamış olduğu vakaları özetleyen belge durumunda bir hatırattır. İngiliz istihbaratının marifetiyle Hicaz’da başlatılan isyanın iyi mi gerçekleştiği anlatılırken bununla birlikte bu hareketi meşrulaştırma çabalarının nelere yaslandığını da okuyabiliyoruz. Bu yapıt, simgesel olarak başlatılan ve İngiliz politikasının uzantısı olan isyan hareketinin baş aktörü durumundaki bir ismin gözlemlerine, niyetlerine ve en önemlisi bu hareketin dayandırıldığı siyasal ve kültürel gerekçelere aşina olmak isteyenlerin göz ardı edemeyecekleri bir metin. Şerif Hüseyin’in İttihatçılarla ilişkisi ve İngiliz yetkilileriyle isyandan oldukça öncelere dayanan teması yakın tarihe ışık tutacak özellikte.

 


Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? Alıntıları – Sözleri

  • Yükseliş ve hükümranlığın en mühim sebepleri inanç, birlik, yürütmede kararlılık ve güvendir. Çöküşün sebepleriyse ayrılık, inanç farklılığı, kin ve düşmanlıktır.
  • Yükseliş ve hükümdarlığın en mühim sebepleri inanç, birlik, yürütmede kararlılık ve güvendir. Çöküşün sebepleriyse ayrılık, inanç farklılığı, kin ve düşmanlıktır..
  • Önceki vali ve kumandan Münif Paşanın görevden alın­ması Osmanlı Devletinin Hicaz politikasının değişmeye baş­ladığının göstergesiydi. Bundan dolayı her yönüyle tertipli bir yöne­tim gösteren bu valinin görevden alınmasını gerektirecek bir şey yoktu, doğal olarak kendisinin İttihat ve Terakki mensubu olma­ması haricinde!
  • İstanbul’un güzellikleri anlatmakla bitmez. O her mev­simde ayrı bir güzeldir.
  • Şeyh Osman her birimiz için günde yüz satır yazma öde­vi veriyordu. Kendisiyle şöyleki garip bir anım da vardır:
    Hocam rahmetlinin devamlı diş etleri kanar ve ağzı kokar­dı. Hokkalarımız eski tarzda yapılmıştı. Yani, hokkanın kena­rında bir boru olur, koruma amacıyla kamış bunun içine yer­leştirilirdi. Evvelinde kullanılmış kâğıtlar ise tutum amacıy­la silinir ve aharlanarak yeniden kullanılırdı.
    Hocanın fena bir âdeti vardı, daha doğrusu ağzı kanayıp koktuğu için bu tane oldukça fena görünüyordu. Kamışı ağzına alarak tükürüğüyle ıslatır, bu yüzden de kamışların ucu kan olurdu. Dolayısıyla kamışı kullandıktan sonrasında yeniden hokka­nın içine batırdığı süre kan ve tükürük mürekkeple karışır ve kirli bir sıvı oluşurdu.
    Bir gün dayanamayıp kölelerin bulunmuş olduğu iç avluya geç­tim ve bir leğen dolusu oldukça acı kırmızı biber buldum. Biberle­ri bir güzel öğüttüm ve rahmetli kardeşim Faysal’ın hokkası­na doldurdum.
    Ertesi gün kardeşim benden sonrasında gelip yazdıklarını ho­caya gösterirken bir köşede dikilip olacakları izlemeye başla­dım. Hoca kalemi ağzına alınca diş eti ve dudaklarında bibe­rin acılığını hissetti ve rahatsız oldu. Derken durumu giderek kötüleşti ve su istedi, artık ağzı yüzü şişmişti. Hoca hokkayı denetlemek için bakınca bir de ne görsün: Ağzına kadar bi­ber dolu! Hemen kardeşimi falakaya yatırdı ve cezalandırmak istedi. Kardeşim bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da hiçbir şey yapmadığına yemin ediyordu. Bense katıla katıla gülüyor­dum. Hocanın yardımcısı beni görünce “Ne diye gülüyor­sun?” diye azarladı. Hemen büyük babaannemin yanına kaç­tım ve olanları anlatıp kardeşimi kurtarmasını istedim. Zaten o sırada biber leğeninin yanında ayak izlerimi görmüşler ve bu ufak oyunu kimin oynadığını anlamışlardı.
    Babam olanları duyunca beni çağırttı, ben gene babaanne­min yanına sığındım. Bunun üstüne babam kendisi geldi ve cezalandırılmam için beni hocaya götürmek istedi. Babaan­rutubet beni babama vermiyor ve oyunumun sebebini dinleme­sini istiyordu. Olan biteni babama anlatınca öfkesi geçti ve gülmeye başladı.
    Bu vakadan sonrasında Osman Hocaya bir kese dolusu para verdiler ve beni bağışlamasını istediler, hoca da bağışladı.
    Birkaç gün sonrasında vakası babamın amcası ve Mekke emiri rahmetli Şerif Avnürrefık b. Muhammed de duymuştu. Beni çağırttı, yanına vardığım süre gülmeye başladı ve şaşkınlı­ğını gizleyemeyerek “Ne akıllı çocuk!” dedi. Sonra da Şeyh Osman’ın ve diş doktoru Abdülgaffar’ın getirilmesini istedi.
    Hoca erişince Şerif “Osman Hoca! Gördüğün gibi sen bizim çocuklara hat öğretirken onlar sana nezaket öğretiyorlar. Abdülgaffar! Gel buraya da şu hocanın dişlerini söküver!” dedi.
    Bunu duyan hoca feryad ü figan içinde benden yardım iste­meye başladı. Oysa Şerif yalnız latife yapıyordu, kendisi oldukça nüktedan biriydi. Gönlünü almak için hocaya bin beş yüz riyal ödül verdi ve dişlerini tedavi ettirmesini istedi.
  • Olan bitenlerin tek suçlusu var, o da Arapların kendisi!
  • Sultan hazretleri, Balkan Savaşının ne şekilde sona erdiğini iyi bil­mektedirler. Devletin gerekseme duyduğu teçhizatı hemen hemen tedarik ede­mediği ve hazırlıklarını tamamlayamadığı da malum-i alileridir.
    Almanya’nın yanında muharebeye girmek büyük bir tehlikeyi bununla beraber getirecektir. Bundan dolayı devletimizin kullandığı tabanca ve teçhizatın tama­mı Almanya’ dan gelmektedir. Osmanlı top ve tabanca fabrikaları, ordu­yu gereği şeklinde teçhiz edecek ya da muharebede kaybedilmesi olası tabanca ve mühimmatın yerine yenisini yetiştirecek durumda değildir.
    Buna ek olarak, devletin cenup bölgeleri, sözgelişi Basra, Yemen ve Hicaz, her an saldırıya hazır bekleyen düşman devletlerin deniz kuvvetleri tarafınca kuşatılmış durumdadır. Böylesi saldırılar, söz konusu bölgeleri oldukça zor durumda bırakacaktır.
    Herhalde devlet ülke savunması için halkının vatanseverliğine gü­veniyor. Ancak sivil vatandaşlar tertipli ordular şeklinde silahlı olma­dığından, Avrupa’nın tertipli ordularına karşı koyabilecek durum­da değildir.
    Sultan hazretleri, Allah aşkına muharebeye girmeyiniz! Bana kalırsa, Al­manya’nın yanında muharebeye girmemizi isteyen hepimiz ya ne söylediği­nin bilincinde değildir, ya da büyük bir ihanet içindedir.
  • Suriye’de bulunduğum sıralarda, insanların ve bilhassa gençlerin yeni yönetimden duydukları sıkıntıyı görebiliyor­dum. Devletle bağlarını koparma noktasına gelmişlerdi. Sı­kıntı bunlarla sınırı olan kalmadı ve kargaşa, vaktiyle Osmanlı yö­netiminden memnun olanlar dâhil herkesi içine aldı. Tüm bunların sebebi, İttihatçı gençlerin fena yönetimleri ve ta­hakkümleri yüzünden devletin saygınlık kaybetmesiydi. Bunlar, Hicaz bölgesi haricinde gördüklerimdir.
  • …gösteriş meraklısı Türkler oldukça mevzu­şurlar fakat hiçbir şey yapmazlar…
  • Osmanlı’nın Yönetim Şekli
    Gülhane Hatt-ı Hümayunundan [1839] ilkin Osmanlı Devleti, Osman ve Orhan Gazi zamanından beri beyliklerden değişik bir yönetimle yönetim ediliyordu. Bu yönetim oldukça sağlam ve usta bir idareydi. Allah Teala bu yönetim yardımıyla Osmanlı Devletine Ortadoğu ve İslâm dünyasını yönetme imkânı vermişti. Ayrıca Osmanlılar hilafeti de bünyelerine almışlardı. Osmanlı Devleti yönetim açısından çağdaşlarına nazaran oldukça daha iyi durumdaydı. Osmanlı’da malum ilk makam, kazaskerlik makamıdır. Kazasker şehrin en büyük yargıcıydı ve savaşlarda orduda yer alırdı. Savaş için şehirden ayrılmış olduğu süre kazasker vekili namıyla yerine birini bırakırdı. Osmanlı Devletinde kadılar ordu kumandanları şeklinde itibarlıydı. Sonra imparatorluk idaresi kuruldu ve eyaletlerin başına Beylerbeyi yada öteki adıyla Mîr-i Mîrânlar getirildi. Bunlara Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi denirdi. Her beylerbeyinin yönetiminde, mutasarrıflıklar ve vilayetlerle ilgilenen divanlar kurulurdu. Başıbozuk askerlerin idaresinden de bunlar sorumluydu. Kadılar da yönetici sayılırlardı. Devlet muharebeye girmeye karar verilmiş olduğu süre askere gerekseme duyunca Beylerbeyi ve divan üyesi yöneticiler nezaretlere altındaki askerleri toplayıp orduya katılırlardı. Yönetim, divan-ı hümâyundaki sadrazamın idaresi altında aşağı yukarı bu şekilde devam etmişti. Gülhane Hatt-ı Hümâyunundan sonrasında vilayetler yeni bir yönetime kavuşturuldu. Aynı şekilde orduya da yeni bir seviye getirildi. 1293 [1876] senesinde Kanun-ı Esasi duyuru edilince, Meşrutiyete geçildi ve Araplar devletten ayrılana kadar bu yönetim uygulandı. Rahmetli babamın yönetimi esnasında, kendisinin Osmanlı ve Türk siyasetine tam bağlılık prensibinden vazgeçmesine neden olan en büyük düşünce değişikliği, Asîr savaşıyla ortaya çıktı. Osmanlı Sultanı, babamın bu mutasarrıflığa gitmesini ve Seyyid el-îdrisi’nin kuşatması altında bulunan garnizonu kurtarmasını istemişti. Diğer yandaysa İmam Yahya, daha ilkin gerçekleştirdiği ayaklanma esnasında, Asîr mutasarrıflığının merkezi olan Ebhâ’yı ve Yemen’deki Sanayi kuşatmış, sonrasında da ileride sadrazam olan İzzet Paşa’nın vasıtasıyla Osmanlı Devletiyle anlaşmıştı. Babam Hicaz’da bulunan Osmanlı kuvvetleri ve jandarma süvari birlikleri ile Medine hecin süvarileri birliğini de yanına alarak yola çıktı. Ayrıca el-Kunfuze’de kendilerine katılmak suretiyle, Destek Kuvvetleri adıyla bir birlik daha oluşturdu. O dönemde ben Mecliste bulunuyordum. Babam beni çağırınca Meclis’ten izin aldım ve Hicaz’a geldim. Ayrılırken Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa bana “Baban çağırdığına göre muhakkak sana bir görev verecek” demişti. Meclis başkanı Ahmed Rıza Bey ise “Devlet niçin babanın nüfuzundan faydalanmak istiyor? Devletin şahısların nüfuzundan faydalanmaktan vazgeçme zamanı gelmedi mi?” demişti. Kendisine “Siz de bir vekilsiniz. Başkanlık görevinizi yardımcınıza bırakıp sıradan bir vekil gibi hükümete soru önergesi sunabilir veya açıklama isteyebilirsiniz. İçinde bulunduğunuz mesleğe böylesi daha çok yakışır. Devlet, ileriki nesiller boyunca da kendisine bağlı Arapların nüfuzuna muhakkak ihtiyaç duyacaktır, tabi iki taraf da hayatta kalırsa” diye yanıt verdim. Mekke’ye vardığım süre, rahmetli Hidiv hazretlerine uğradım. Kendisi Seyyid Muhammed b. İdrisî’yi severdi. Bu yüzden destek olabileceğini düşündüm. Ayrıca duyduğum kadarıyla devlet Hidiv’den Seyyid İdrisî’ye tavsiyede bulunmasını istemiş, o da yalnız tavsiyede bulunmakla yetinmişti. Hidiv beni görünce “el-İdrisî’yi cezalandırmaya gidiyorsunuz değil mi?” diye sordu. “Evet” dedim. “Şimdi yaz mevsimi ve Tihâme sıcak olur. Hava biraz düzelene kadar seferi erteleseniz?” dedi. “Bilemiyorum, belki de ordu doğu tarafından gider. Eğer daha fazla gecikirsek, Ebhâ’nın düşmesine sebep oluruz, bu yüzden muhakkak harekete geçmeliyiz” diye karşılık verdim. Hidiv “Duyduğum kadarıyla Arap kamuoyu bu karardan pek memnun değil” dedi. “Kamuoyu, ortaya çıkması muhtemel bazı tehlikelerin farkında değil. Eğer güney bölgesi Araplardan ayrılırsa cahil idarecilerin eline geçecek. Bu da yabancıların oraları işgal etmesini kolaylaştıracak” yanıtını verdim. Bunun üstüne “Allah yardımcınız olsun. Ancak mümkün olduğu kadar veba ve sıcaktan kendinizi korumaya bakın” dedi. Hakikaten de, ordu içinde kolera salgını baş gösterdiği süre bu uyarısını hatırladım. Kûz Ebu’l-fr Savaşı Haşimî birlikleri havanın kaynadığı, yazın en sıcak günlerinde yola çıkıp Kunfuze’ye vardı [3 Mayıs 1911]. İnsan, ateş şeklinde yanan toprağa ayağını basamıyordu. Kunfuze’de yerli halk haricinde etraftaki bedevilerden asla kimse yoktu. Bizimle beraber, üç bin askerden mürekkep üç nizamî tabur vardı. Hazırlıklar yapıldıktan sonrasında Kûz Ebu’l-îr e doğru hareket edildi. Burada, Seyyid el-İdrisî’nin komutanlarından İbn Harşân ve Tihâme aşiretleri bulunuyordu. Ben yukarıda bahsettiğim taburlara ve topçu birliğine ek olarak, iki yüz atlı ve bin hecin süvarisini yanıma almıştım. Rahmetli [kardeşim] Melik Faysal’la beraber yola çıktık. Askerî birlikler gece yürüyüşleri için yeterince eğitilmediklerinden, Türk kuvvetleri umulan vakitte lüzumlu mesafeyi kat edemedi ve dokuz saat gecikti. Kunfuze’nin güneyinde, deniz kenarında bir yere ulaştık. Ümmud-Debbe adlı bu yerde, içilebilir bir su vardı. Üç saat dinlendikten sonrasında yola devam ettik. Gün battığında yumuşak kumlu büyük bir ovanın kenarına gelmiştik. Doğumuzda deniz, önümüzde sık ağaçlarla kaplı Yaba Vadisi vardı. Birinci ve ikinci tabur peş peşe gidiyor, onların arkasından levazım birliği yürüyordu. Üçüncü tabur en arkadan geliyordu. Sol tarafta ise, Emir (Melik) Faysal’ın yönetim etmiş olduğu Haşimî süvarileri bulunuyordu. Her iki kuvvet de benim emrim altındaydı. Üç taburun kumandanı ise Çerkez Zeki Paşa idi. Biraz ilkin bahsettiğim yere geldiğimizde, daha ilkin bir grup atlıyla beraber orman tarafına gözcü olarak gönderilen Dayfullah el-Abbûd adlı şeyh geldi ve ormanın asker dolu bulunduğunu söylemiş oldu. Tam o sırada öteki gözcü grubu da aniden çıkageldi. Sonra da öncü süvari birliği yenik vaziyette geri döndü ve batıdaki denize doğru yöneldi. Birdenbire ormanın içinden yoğun bir ateş açıldı. Zeki Bey’e durmasını söyleyip ilk taburu avcı taburu olarak sürmesini, İkincisinin ihtiyat taburu olarak kalmasını, levazım birliğinin ve Haşimî kuvvetlerinin ise bekletilmesini emrettim. Düşmanı yenmeyi başarırsak, uygun bir vakitte Haşimî kuvvetlerini hücuma geçirecek ve orman tarafına doğru düşmanı takip edecektim. Zeki Paşayla beraber emri kaleme alıp imzaladıktan sonrasında Emir Faysala ve tabur komutanlarına yolladık. Sonra ilerlemeye devam edip ormanda gizlenen birliklerle çarpıştık ve onları tepeleyip bir miktar içeri doğru girdik. Fakat daha hücum vakti gelmeden ve atak emri verilmeden, destek kuvvetlerinin hızla hücuma kalktığım gördük. Oysa önlerinde yalnız ekin tarlaları vardı. Zeki Beye “İhtiyat taburunu destek kuvvetlerinin bulunduğu sol tarafa doğru ilerlet. Yoksa çok yakında yenilecekler” dedim. Zeki Bey o sırada kuvvetlerinin başından ayrılamayacağını, emri bizzat iletmemi istedi. Daha konuşmamızı bitirmemiştik ki buyruk subayım “Efendimiz! Sola bakınız!” diye bağırdı. Bir de ne göreyim, destek kuvvetleri tozu dumana katmış vaziyette gerisin geri geliyordu. Bu sırada ben ikinci taburun bulunmuş olduğu yere varmıştım. Tabur komutanı İsmail Beye “Taburuna ilerlemesini söyle ve birinci taburun solunda cephe al. Levazım birliğine söyle Ümmü’d-Debbe’ye dönsünler. Üçüncü tabur da ihtiyat olarak beklesin” dedim. Ama komutan atının yelesine yapışmış kusuyordu! Gördüklerim asla hoşuma gitmediği şeklinde, komutanın korkaklığı canımı sıktı. Emri yeniden ettim fakat beni duymazlıktan geldi. Tam o sırada sol taraftan üzerimize yoğun ve ürkütücü bir ateş açıldı. Üç çeyrek sonrasında, durumumuz son aşama eleştiri hale gelmişti. Tam o sırada yetişen bir hecin süvari birliğini kumların oradaki cephe ile tuzlu topraklar arasına yerleştirdim ve elimden geldiğince savunmaya devam ettim. Aynı anda başta yenilgiye uğrayanların bir kısmı toparlandı ve yardımıma geldi. Bunlar askerlikteki ustalıklarıyla ünlü Facir b. Şüleyveyh, Hubeylîs eş-Şeybâni, Fehd el-Arrâfe b. Suûd şeklinde süvarilerdi. Ayrıca bazı şerifler de gelmişti. Derken Şerif Şakir b. Zeyd de bana katıldı. Osmanlı güçlerini zor durumdan kurtarabilmek için tek yapabileceğimiz şey sebat etmekti. Sonuçta, üç taburdan yalnızca yetmiş şahıs kurtuldu. Ümmü’d-Debbe’ye tekrardan hücum başlatıldığında yerinden son ayrılan ben oldum. O sırada, Îdrisî’nin sağ kanadının komutanı İbn Hayra öldürülmüştü. Ertesi gün büyük kayıplar vererek Kunfuze’ye ulaştık. İdrisî’nin adamları o gece yada ertesi gece tekrardan saldırsalar hepimizi öldürebilirlerdi. Ancak onların kayıpları daha büyüktü. Kûz Ebu’l-îr Savaşı ve muharebede Arap destek kuvvetlerinin geri çekilmesi, Miralay Nazif Bey komutasındaki Türk birliklerinin bizim hakkımızda fena düşünmeleri için başlangıç teşkil etti. Daha ilkin Yemen, Asîr, Cebel-i Dürûz, Kerek ve öteki yerlerde karşılaştıkları benzer hareketleri unutmuş görünüyorlardı. On beş gün sonrasında, yeni gelen kuvvetlerle tekrar saldırıya geçildi. Bu kere tüm kuvvetlerin başlangıcında Şerif Zeyd b. Fevvâz vardı. Benim de kendisiyle beraber saldırıyı yönetim edecek komutanlardan biri olmam emredilmişti. Sabahleyin Kunfuze’den çıkıp öğlen Ümmud-Debbe’ye vardık. Türk kuvvetleri şunlardan meydana geliyordu: a) Zeki Bey’in komutasında, her biri sekiz yüz elli askerlik üç nizamî tabur, b) Kaymakam İsmail Bey komutasında üç redif taburu ki bunların sayısı bin iki yüz kişiydi, c) Yemenden getirilmiş olduğu için Yemen taburu olarak malum, Ziyaeddin Bey komutasındaki tabur. Tüm bu kuvvetlerin başlangıcında Miralay Nazif Bey vardı. Destek kuvvetleri ise at ve deve sayısı bakımından önceki muharebede olduğu gibiydi. Öğle vakti harekete geçtik. Ordu ilk savaşın yapıldığı yere ulaştığında zaman gurub saatiyle on bir olmuştu. İdrisî’nin güçleri ilk konumlarını koruyorlardı. Yine ağır bir ateşle ilk saldırıyı başlattılar. Nazif Bey, Şerif Zeyd’e “Ne emredersiniz?” diye sordu. Şerif “Siz bana görüşünüzü bildirmeden ben emrimi söylemeyeceğim. Eğer dikkate alınması gereken uyarılarda bulunursanız bunlara kulak veririm” dedi. Sonra bana döndü ve “Sen ne dersin?” dedi. “Geceyi burada geçirmeli ve sabahleyin saldırmalıyız. Çünkü gece yapılacak askerî harekâtın başarısız olmasından endişe ederim. Burası ormanlık bir arazi ve giriş çıkışını bile bilmiyoruz” dedim. Nazif Bey ‘“Yedi tabur Osmanlı askeri bir grup bedevi tarafından durduruldu’ desinler diye böyle söylüyorsun değil mi?” diye patladı. Ben kendisine “Bu benim görüşümdür, böyle yazabilirsiniz” dedim. Sonra Yüzbaşı Bahaeddin Beye dönerek “Sen ne dersin?” dedi. Bahaeddin Bey “Şu güneşin battığı ve gecenin bastırdığı saatlerde atacağınız her adım sizi mağlubiyete daha da yaklaştırır. Ben de Abdullah Bey’le aynı fikirdeyim” dedi. Nazif Bey “O halde geceyi burada geçiriyoruz, emirleri şu şekilde yazın: Zeki Bey’in alayı ön tarafa, Said Bey’in alayı sol tarafa, erzaklar ortaya, Yemen taburu arkaya yerleşsin. Haşimî destek kuvvetleri de sağda dursun” dedi. Emir yazılınca Şerif Zeyd’e arz edildi ve onun da onayından geçti. Benim, Zeki Bey’le öndeki beraber bulunmam emredildi. Melik Faysal, Haşimî güçleriyle sağa geçti, Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Nazif Bey komuta merkezinde kaldılar. Kurşun yağmuru altında ilerledik. Öncü birlikler iki taburdan oluşuyor, her taburun bir kısmı ihtiyat olarak bekletiliyordu. Üçüncü tabur ise hepimiz adına ihtiyat olarak duruyordu. Dörtlü bir yerleşim planı uygulamıştık: Biz cenup tarafında mevzilenirken, Said Bey’in alayı doğu tarafında, Yemen taburu kuzeyde, Haşimî kuvvetleri de batıda mevzilenmişti. Yerleşimi bitirir bitirmez, Yemenliler üzerimize kırk dakika devam eden etkili bir hücum başlattılar. Kuvvetli bir ateşle kendilerine karşılık verilince geri çekildiler. On beş dakika sonrasında doğu cephesine tekrardan saldırdılar fakat gene aynı karşılığı aldılar. Açık taraftan ateşe maruz kalma tehlikesi bulunmuş olduğu için, her birimiz önümüze birşeyleri siper etmiş vaziyette yüzükoyun yere yatmıştık. Yemenlilerin saldırıları sona erince bizim sağ cenahta büyük bir gürültü koptu. Bundan dolayı hücum sırası destek kuvvetlerine gelmişti. Saldırı ilkin gevşer şeklinde olduysa da bir kere daha yapılmış oldu, en sonunda tamamen durdu. Sonra Yemen taburu, genel ihtiyat birliklerinden almış olduğu destekle saldırıya geçti, sadece bu hücum da oldukça sürmedi ve geri döndüler. Artık gece süresince sabaha kadar hücum olmadı. Yemenlilerin ne süre bir el ateş ettiklerini duysam, bizim taraftan binlerce ateşle karşılık veriliyordu. Bu durumlarda bizim cephelerde derhal ateşkes borusu çalıyordu. Saat dörtten sonrasında komuta merkezine çağırıldım. Merkezde Şerif Zeyd ve Nazif Bey vardı. Bana “İsabetli kararınız sayesinde kuvvetlerimiz kurtuldu. Geceleyin yola devam etsek kaybımız büyük olacaktı” dediler. Ben “Önceki savaşta edindiğim tecrübe bu kararı almama yol açtı” dedim. “Ön cephede durum nasıl?” diye sordular. “Herşey yolunda, askerler akşam yemeklerini yediler ve her birine iki matara su verildi. Endişeye mahal yok” diye cevapladım. O gece rahat bir uyku uyuyamadık. Sabah olunca ilkin kalk borusu çaldı, peşinden müezzin sabahleyin ezanını okudu. Her yanda Yemenlilerin tekbir sesleri duyuluyordu. Herkes olduğu yerde namazını kıldı. Sonra askerlerin saf tutmaları emredildi. Bu arada ordu müftüsü Saf suresini okuyordu. Ardından topçularımız ormana doğru, her tarafı dümdüz eden yoğun bir bombardıman başlattılar. Şeyh Baytarı komutasındaki Yemenlilerin sol cenahı, sancaklarıyla beraber ansızın ormandan çıkıp açık araziye geldi. Bunu gören Haşimî süvari birliği deniz tarafınca hücum etti. Aynı anda topçu birliği de bunların üstüne yoğun bir ateş başlattı. Rüzgârın önündeki yaprak şeklinde sağa sola dağıldılar ve geriye doğru kaçtılar. Haşimî süvari birlikleri bu tarz şeyleri takip için peşlerinden gitti. Benim de içinde bulunduğum Zeki Beyin alayı ilerleyip ormana girince birden karşımızda peştamallarıyla Yemenlileri bulduk. Üzerlerinde kılıç kemerleri ve hançerlerinden başka şey yoktu. Her biri askerlerimize bir iki el ateş etti, sonrasında hançerlerini çekip üzerimize saldırdılar. Bunun üstüne Türk kuvvetleri kendilerine yoğun bir ateşle karşılık verdi ve birçoğunu öldürdü, kalanlarını da elde etti. Bu arada Said Bey’in alayının bulunmuş olduğu taraftan gelen tüfek ve top seslerini duyuyorduk. Ama biz yaklaştıkça sesler uzaklaşıyordu. Durumu fark eden Zeki Bey “Tehlikedeyiz, çünkü düşman bizim sağ, orta ve sol cenahlarımızın arasını açmayı başardı” dedi. Bu sırada karargâhta iki birlik ve bir top vardı. Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Miralay Nazif Bey karargâhtaydı. Zeki Bey “Askerin daha fazla ilerlememesini emrediyorum. Şu büyük ağaç senin için işaret olsun. Karargâha git ve bizimle Said Bey’in kuvvetleri arasında kalmalarını söyle. Said Bey’in şimdi çabucak gelip sol taraftan hizamıza geçmesi gerekiyor. Haşimî kuvvetlerine ulaşmaya artık imkân kalmadı” dedi. Karargâha vardığım süre yalnız Şerif Zeyd b. Fevvâz’ı gördüm. Yanında yüz elli hecin süvarisi ile yaşlı şeyhler ve şerifler vardı. Nazif Bey’in nerede bulunduğunu sormuş oldum. “İki birliği ve topu alıp Ebhâ’nın yukarısındaki Kadiye kuyusuna gitti, Melik Faysal da yanında” dediler. “Melik Faysalın askerlerine ne oldu?” diye sorunca da “Saldırının başladığı günden beri kendilerini görmedik” dediler. Hemen buyruk subayımı, kendisini Kadiye’ye götürecek bir rehberle beraber Zeki Beye gönderdim. Artık müfreze komutanı ve karargâh oradaydı. Ben de kendi adamlarımı alıp yola çıktım. Beş dakika yol almıştık ki birden çıplak bir araziye çıktık. Buradan Ka’diye’yi görebiliyorduk. Nazif Bey’le iki bölük de oradaydılar. Topları, kısa menzilli çarpışmalar için hazırlanmış Şibra adlı gülleleri atıyordu. Biz elimizde komutanlık sancağıyla açık alana çıkınca, hecin süvarileri de bizimle beraber olduğundan Yemenliler Nazif Bey’i bırakıp üstümüze saldırdılar. Hemen develeri çökertip yere indik. Orada, hayatımda gördüğüm en kanlı çarpışmalardan biri yaşandı. Sıcağa dayanamayan Şerif Zeyd’in, ara sıra burnu kanıyordu. Başında beyaz bir örtüyle ayakta dikiliyordu. Kendisine ne süre “Amca gölge bir yere geç” desem “Gölgeye geçecek olsam Taifte kalırdım. Sabredin, birazdan dağılacaklar” diye yanıt veriyordu. Sonra Melik Faysal çarçabuk Miralay Nazif Bey’in imdadına yetişti. Bu sırada biz son aşama zor durumdaydık. Tam o esnada levazım birliği ve Yemen taburu çıkageldi. Bu yürekli askerler derhal cenk meydanına dağıldılar. Öyleki ki, sağ cenahları neredeyse Kadiye’deki Nazif Bey’in askerleriyle birleşmişti. Uteybe aşiretlerinden es-Sebte’nin önderi Şeyh Cabir b. Hüleyl’le beraber olan Şerif Zeyd hücum emri verdi. Bunun üstüne askerler “Haydi saldırın! Haydi, saldırın!” diyerek ileri atıldılar. Biz de develerin olduğu yerden saldırıya katıldık. Haşimî sancağı bu sırada uzun boylu esmer bir adam olan İbn Cünayh’in elindeydi. O gün Yemenlileri yenik ettik. Derken doğu tarafınca gelen tabanca seslerini duyunca, Said Bey’in geldiğini anladık. İkindi olduğunda Kûz Ebu’l-îr’deydik. Karşımıza hiçbir Yemen kuvveti çıkmadı. Darmadağın olmuşlardı ve İbn Harşân Kahba’ya dönmüştü. Akşam namazından birazcık ilkin doktorların raporu karargâha ulaştı: O gün koleradan iki yüz seksen asker yaşamını kaybetmişti. Üçüncü gün, askerlerimizin sayısı üçte bire düştü. Aynı gün rahmetli babam da Kûz’a geldi. Çadırımın önünde nöbet bekleyen askerin sanki kurşun yemiş şeklinde düşüp öldüğünü kendi gözlerimle gördüm. Yedi bin kişilik silahlı Türk gücünden geriye bin yedi yüz şahıs kalmıştı. Babam derhal Ebhâ’ya hareket edilmesini emretti. İlerledikçe hastalık da azalıyordu. Bârak ve Seniyye’de bazı ufak çarpışmalar oldu. Sonra ünlü Sâkayn yolundan dağa doğru çıktık. Üçüncü gün dağı aştığımızda Tihâme’nin şerrinden ve vebasından artık tamamen kurtulmuştuk. Sonra Sedvân ve Esnâ Hureym savaşları oldu. İdrisîlerin komutanı Seyyid Mustafa el-İdrisî ve Seyyid Fisâl’di. Yemenliler artık peş peşe yenilgiler alıyorlardı. Türk askerlerinin köyleri yakıp masum insanları öldürmek suretiyle işledikleri zulümler, son inkılâbın [1916] ilk sebebidir. Bundan dolayı babam Emir hazretleri olanları görünce “Türklerden Araplara hayır yok” demişti. Kendisine dört ayrı yerde, arka taraflarından sokulup ağızlarından çıkartılan kazıklara oturtularak kızartılmış kişilerin cesetleri gösterilmişti. Esnâ Hureym’de ise, başları kesilmiş ve cinsel organları ağızlarına konulmuş cesetler gösterilmişti. Bunları gören babam Nazif Beye “Nazif Bey, bu reva mıdır?” diye sordurulmuş olduğu süre Nazif Bey “Bunlar da bizim kalplerimizi yakmadılar mı?” diye yanıt vermiş, babamsa susmayı tercih etmişti. Ayaklanmanın Esasları Hicaz’a döndükten sonrasında, Şerif [Hüseyin] ayaklanmanın temellerini attı. Asîr’den dönüşünün sebebi, Kumandan ve Mutasarrıf Süleyman Paşa ile içinde çıkan bir anlaşmazlıktı. Süleyman Paşa, Bâbıâlî’den buyruk almadığı sebebi öne sürülerek babamın emri altına girmek istemiyordu. Ona nazaran, Şerif ve Liva Mustafa Neşet Paşanın yanında gelen nizamî ordular, Bâbıâlî’den durum hakkında bir izahat gelene kadar kendi emrinde kalmalıydı. Arapların cesetlerine meydana getirilen saldırıları ve Osmanlı asker ve komutanlarının işledikleri haksızlıkları bizzat görmüş olan babam bu anlaşmazlıktan sonrasında, Ebhâ’dan ayrıldı ve Haşimî güçleriyle doğu yolundan Hicaz a döndü. Yolda Şehrân ve Bîşe vadilerinden geçti. Ranye’yi doğusuna aldı ve Türbe Ovası’nm üst kısmından yola devam edip Kerâ Vadisine geldi. Bu vadinin doğu tarafında Türbe köyü ve Mısırlı askerlerin ilk Vehhâbî ayaklanması esnasında yenik oldukları Ramâdân kalesi bulunur. Daha sonrasında aynı yerde, benim komuta ettiğim doğu Haşimî askerleri de Türbe harbinde yenik olmuştur. Babam ondan sonra Kerâ Vadisine yöneldi. Gâmid el-Bedv yöresini sol tarafına aldıktan sonrasında Hamra’daki tepenin güneyinden çöle girdi. Burası, dağın kenarından başlamış olan bir ovayla sınırdı. İbnu 1-Hâris, Gâmid ve Uteybe’nin sınırları burada birleşirdi. Taiften bizi karşılamaya gelenlerle burada buluştuk. Şerif Abdullah b. Zeyd b. Fevvâz ve Şerif Onur b. Râcih b. Fevvâz bunlar arasındaydı. Sonraları kabilesine isyan eden Hurmeli Halid b. Lüey de gelmişti. Ayrıca Galib b. Lüey ve tüm öteki kabile reisleri de oradaydı. Daha sonrasında batıya yönelip Taife doğru ilerledik. Bol ve kaliteli hurmaları olan Nefa Vadisinden geçtik. Yolumuza devam edip Leyye Vadisine ulaştık. Burada bizi vali adına valilik genel sekreteri, Kumandan Münir Paşa adına da Miralay Ahmed Bey karşıladı. Genel yazman, babamla hususi bir görüşme yapmış oldu. Görüşmede söylediğine nazaran, Gâlib kabilesinin önde gelenlerinden Şerif Nasır b. Muhsin, Osmanlı ordusunun ve Şerifin yenik olduğuna ve Şerifin öldüğüne dair mesnetsiz şeyler uydurup söylentiler çıkarmıştı. Ertesi gün Taife vardığımızda bizi karşılayanlar içinde hükümet heyeti de vardı. Adı geçen Şerif Nasır da heyette yer alıyordu. Babam kendisini görünce oldukça kızdı ve derhal kovulmasını emretti. Vali babama “Özür dilerim efendimiz, ancak kendisi benimle birlikte gelmiştir…” diyince babam “Ne olmuş seninle gelmişse?” dedi. Bunun üstüne vali “Ben burada Sultanın temsilcisiyim, böyle bir muamele Sultana saygısızlık anlamına gelir” dedi. Babam derhal şu cevabı yapıştırdı: “Sultana saygısızlık etmedik bir şey mi bıraktınız ki? Burada Sultan’ı onlar değil ben temsil ederim.” Babam ondan sonra Mekke kadısı ile Kumandan Münir Paşaya dönerek hatırlarını sordu. Ardından askerleri teftiş etti ve saraya gitti. Basamakları çıkarken bizimle göz göze geldi ve “Belki de yaptıklarımdan hoşlanmadınız?” dedi. Kimse kendisine yanıt vermeyince “Ben sizin hoşunuza gitmeyecek şeyler duydum, fakat ziyanı yok, kimi zaman hoşunuza gitmeyen şeyler sizin için daha hayırlı olabiliyor” dedi. Üç gün sonrasında Sadrazam’dan şöyleki bir telgraf geldi: Sultan hazretleri zat-ı âlinizin, Hicaz valisi Hâzim Bey’in yanında sizi karşılamak suretiyle canla başla koşup gelen Şerif Nasır b. Muhsin’e gösterdiğiniz çirkin muameleden haberdar olmuşlardır. Sultan hazretleri, adı geçen Şerif’i yüce makamınıza çağırıp gönlünü almanızı arzu etmektedirler. Babam telgrafa şöyleki yanıt verdi: Şerif Nasır b. Muhsin’in fena işlem görüp huzurumdan kovulmasını gerektiren şeyler şahsî meseleler değildir. Dolayısıyla pişmanlık belirtmemi gerektiren bir durum sözkonusu değildir. Üstelik adı geçen şahsın, benimle beraber olan askerlerin yenilgisi ve dağılması hakkında çıkarttığı söylentiler burada bir ayaklanma çıkarma amacına matuf olduğundan, görmüş olduğu muameleyi aslına bakarsanız hak etmiştir. Bana bu haberi veren valiliğin genel sekreteridir. Ayrıca bizzat vali de durumdan haberdardır. Bu tür yağdanlık ve fesatçılarla iş tutmak âdetim değildir. Sadrazam derhal yeni bir telgrafla yanıt verdi: Bâbıâlî, bundan önceki telgrafta öğrenmiş bulunduğunuz Sultanın arzusuna karşıcılık ettiğinizi görmezden gelemez. Bu telgrafla aynı arzuyu teyit ediyor ve Sultan hazretlerinin bir an ilkin sonucu beklediğini bildiriyoruz. Babam da acilen şu cevabı gönderdi: Sultan hazretlerinden sonrasında bu ülkenin en büyük makamında ben yaşıyorum ve bu durum kendime olan saygımı artırıyor. Ayrıca, Sultan hazretlerinin bu kadîm merkezden caymak arzusunda olduklarını asla zannetmiyorum. Sultan hazretlerinin zatının nüfuzunu görmezden gelmesine imkân bulunmayan Bâbıâlî iyi mi olur da üstünde hâlâ Sultan için kazanılmış olduğu zaferden dönüşünün izlerini taşıyan bir adama bu şekilde ağır ithamlarda bulunabilir? Her halükârda, Bâbıâlî yapılması gerekeni yapmakta özgürdür. Bu telgraftan sonrasında Bâbıâlî’den bir yanıt çıkmadı. Derken Ramazan ayı geldi. Devlet heyetiyle emirlik yönetimi arasındaki soğukluk ay süresince sürdü. Arefe gecesi, jandarma kumandanı Osman Bey, Emir’in evlatlarının dairesine geldi ve rahmetli Melik Ali’ye “Vali, Emir’i ziyaret edip özür dilemek üzere bir telgraf aldı. Efendimiz kendisiyle görüşmeyi kabul ederler mi?” diye sordu. “Şüphesiz kabul eder, ancak buyurun bu arzuyu kendiniz ifade edin” dedik. İzin isteyip babamın huzuruna çıkınca Osman Bey “Efendimiz nasıllar? Neden bizden ayrı duruyorlar?” diye sordu. Babam “Devlet, benim kendi hakkımı korumaktan aciz olduğumu bildiğine göre, devletin haklarına hiç riayet edemeyeceğimi de biliyordur herhalde” diye yanıt verdi. Osman Bey ileri çıkıp babamın elini öptü ve maruzatını arz etti. Babam “Buyursun gelsin. Vali eski arkadaşımdır. Vaktiyle Şûrâ-yı Devlet’in dâhiliye bürosunda birlikteydik. Yarın bayram namazında buluşalım. Sonra birlikte saraya geliriz. Ayrıca biz de her zaman yaptığımız gibi valilik ve kumandanlığı ziyaret ederiz. Böylesi daha uygun ve güzel olur” dedi. Ertesi gün de her şey istediği şeklinde gerçekleşti. Tam bunun akabinde, İtalyanlar Trablusgarb a saldırdılar. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa gitti, yerine “Şâpur Said” diye malum Said Halim Paşa geldi. Babam Sadrazam’a şöyleki bir telgraf çekti: Sadrazamlık makamı ile emirlik makamı içinde şu tarihlerde meydana getirilen telgraf yazışmalarını incelemenizi rica ediyorum. Ayrıntıları orada bulacaksınız. Yirmi sekiz saat sonrasında, Vali Hâzim Bey görevden alınıp Beyrut valiliğine atanmıştı bile. Vali görevden alındığı sırada babam “İsteklerine boyun eğmiş olsaydım, bir daha başımı kaldıramazdım” dedi. Vali Hâzim Bey’den bahsetmişken, eski Sadrazam İbrahim Hakkı Paşanın kendisini tuttuğunu da söylemeliyim. Babam Kûz Ebu’l-îr harbinde kendisine destek olmak suretiyle beni çağırdığı süre, Hicaz’a dönmeden ilkin veda ziyareti için yamna gittiğim İbrahim Hakkı Paşa bana şunları söylemişti: “Büyük Britanya elçisi, (el-Arrâfe adıyla meşhur) Suûd b. Abdülaziz b. Suûd’dan ve babanızın kendisine yardımcı olmasından müştekidir. Babanız Şerif hazretlerinin sürekli kendisine yardım etmesi sayesinde Suûd, Necid emiri Abdülaziz b. Abdurrahman el-Faysal’a zarar verebilmektedir. Emir Abdülaziz’in Hint hükümeti ile bağlantıları vardır. Kendisi, adı geçen Suûd’un böylesi girişimlerden uzak durmasını talep ediyor.” Sadrazam bu tarz şeyleri söyledikten sonrasında şöyleki ilave etmişti: “Babanızın ellerinden öperim. Rica ederim İngilizlerle aramızda yeni problemler çıkarmasın. Ben bu problemlerin peşinden koşturabilecek durumda değilim. Kuveyt meselesi hâlâ herkesin aklindadır…” İşte, o dönemde işler bu minval üzereydi.


Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? İncelemesi – Kişisel Yorumlar

Kitabı benim için okumak oldukça meşakkatli oldu. Bunun birkaç sebebi var öncelikle hâtıratın başlangıcında adı geçen kişileri araştıramadım zira aynı adda yüzlerce şahıs var sonrasında objektiflikten uzak kısımlar beni devamlı öfkelendirdi. Arap bölgelerine ihtiyaç duyulan yatırımın yapılmaması şeklindeki ithamları – ki bu ithamların bir ihtimal en yumuşak olanıdır- lânet okumama yetti. Padişahların kişisel servetlerinden Mekke’nin yetimlerine kadar verdikleri sadakalar Şeriflerin gözlerini doyuramamış besbelli. Bugün Anadolu halen kalkınabilmiş değildir fakat Kral Abdullahın yatırım yapmamakla itham etmiş olduğu bölgeler zekatlarını Anadoluya verse sanırım Anadolu oldukça süratli kalkınır
Sonra öldürülen Yemen asîlerine Türk askerlerinin oldukça şedit davranılmış olduğu bahsolunuyor. Af buyrulsun… Türk askerlerinin karnını deşenler Şerif’in askerleri degil mi? Bugün bile Araplar Peygamberin hadislerine karşın cesetlere iğrenç muameleler göstermiyorlar mı? Kaddafiyi döve döve öldürenler cesedini sürükleye sürükleye parçalayanlar kimler? Nihayet Şerifler layığını buldu makam için Türk askerinin kanına emek bandılar ve o makam onlara da yar olmadı ve sonsuza kadar da olmasın. Ürdün’de de iktidarı kaybetmiş olduğu günleri göreceğiz yakın o zamanlar oldukça yakın. (Ömer Aybars)

Gerçekten Arap Ayaklanmasını başlatan aktörlerin en önemlilerinden birinin yazdığı kitabı okumak coşku verici. Kitap onların tarafınca bakmayı bizlere öğretiyor. Tabi bir kaç yanlış ile beraber. Kral Abdullah’a nazaran Haşimi hanedanının aslına bakarsak Osmanoğulları ile hiçbir problemi yoktu taki İttihat Terakki cemiyeti çıkana dek. Kendilerince haklı oldukları bir kaç vaka sonucunda bu şekilde bir ayaklanmayı başlatıyorlar. İlgimi çeken bir kaç hususa değinelim. Türklerin arapları aşağıladıklarını söylüyor. Oysaki kendileri İslamın hadimleriydiler! Hafif bir ırkçılık söz konusu ki Arap kardeşlerimizde asabiyet son olarak aşılan durumlardan. Kral Abdullah’a nazaran yalnız arapların olduğu bir Krallık imgesel lüzumlu bir şeydi. Bende katılıyorum. Olabilir. Anlayamadığım nokta niçin Osmanlı hakimiyetinden çıkmak için bu kadar uğraşan Haşimiler, niçin ingilizleri dost edindiler? O işler karışık. Kendisi bu mevzuya asla değinmediği şeklinde bununla birlikte İngiliz dostluğunu devam ettirmekle beraber şunu söylüyor; “Başlattığımız bu Arap İsyanı Suud yönetiminin eline geçecek bulunduğunu bilseydik, Osmanlı’nın hakimiyeti altında kalırdık.” Kitap bence bu taraftan birinin yazdığı kitabı okuduktan sonrasında okunacak bir kitap. Yani öyleki okunursa iki tarafı idrak etmek açısından iyi olur.
Şimdilik aklıma gelenler bunlar. (N. E. A.)

Kitap Arapların bir kısmının niçin ayaklandığını ve ayaklanmadan sonraki süreci ayaklanmanın liderlerinden olan Kral Abdullah’ın bakış açısından aktarıyor.Kral Abdullah Türklerin mecliste ve ülke yönetiminde Araplara ve öteki ırklara yeterince yer vermediklerini bencilce davrandıklarını dolayısıyla Arapların artık kendi kendilerini yönetmeleri icap ettiğini düşünüyor.Ayrıca kitap göze batacak derecede Arap ırkını yüceltici bir bakış açısıyla yazılmış.Esasen Kral Abdullah’ın konumu Osmanlı’yı eleştirdiği noktadadır.Kendisi de Arapları üstün bir topluluk olarak görmektedir.
Tarihin akışında her ırkın kendi devletini kurarak yaşamayı istemesinden daha organik bir şey yoktur.Ancak Arap ayaklanması İngilizlere yaslanarak İslam düşmanlarıyla ortaklık yaparak ve ümmetin yararına olacak her şeyi kenara bırakıp Efendimiz’in (sav) sonuna kadar savaşım etmiş olduğu asabiyetin peşinden giderek gerçekleştiği için bir ihanettir.Ve Kral Abdullah ‘Her devlet bir büyük devletle bağlantı hâlindeydi ve onlara verdikleri sözlerin dışında hareket etme imkanları yoktu.’ diyerek eleştirdiği Arap liderlerinden bir farkı olmadığının bilincinde bile değildi.Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’da sağlam bir demokrasi inşa edeceğine şüphesiz inanmıştı.Kitabında Filistin’e oldukça azca yer vermesi,ümmetin temel meselelerinden birine sırt çevirmesi ve sözlerini Britanya’ya,Kral’a ve Churchill’e minnet ifadeleriyle tamamlaması ölene kadar fikirlerini değiştirmediğinin göstergesidir. (zeynepp)


Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? PDF indirme linki var mı?


Kral Abdullah – Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? kitabı için internette en oldukça meydana getirilen aramalardan birisi de Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan bir çok kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF’leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Kral Abdullah Kimdir?

Hicaz Emiri Hüseyin bin Ali’nin (Şerif Hüseyin) oğlu olan Abdullah, İngilizlerin desteğiyle 1921 senesinde Mavera-i Ürdün Emirliği’nin başına geçti.[1] Ilkin Paeke Paşa’ya, sonrasında da Glubb Paşa’ya örgütlettiği “Arap Lejyonu”, Kerkük-Hayfa petrol boru hattının korunmasını sağlamış oldu. II. Dünya Savaşı esnasında emirlik sınırları dışına müdahalede bulunmuş oldu. 1946’da İngiltere ile imzalanan bir ittifak anlaşmasından sonrasında ülke bağımsızlığına kavuşunca 1949 senesinde ilk Ürdün kralı olarak taç giydi. Suriye ve Lübnan’ı içine alacak bir devlet kurmaya çalışırken öldü.

Emir Abdullah Efendi, ömrünün sonuna kadar İngilizlerin sadık dostu olarak kaldı. Sarayında muhafız olarak Çerkezleri konuşlandırmış ve oğlunun da iktidarda sorunsuz kalmasını elde etmiştir. Haşimi soyundan olduğu iddiasıysa günümüze kadar ispatlanamamıştır.

Kardeşi Faysal da gene İngiliz dostları yardımıyla Irak emiri olmuştur. İngilizler Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap Yarımadası’ndan çekilmesinde etkin rol oynayan bu aileden baba Şerif Hüseyin’i Hicaz’a, oğullarını da Irak ve Ürdün’e buyruk atama etmiştir.

I. Abdullah 1951’de Kudüs’te cuma namazı çıkışında bir Filistinli tarafınca meydana getirilen suikast sonucunda öldürülmüştür


Kral Abdullah Kitapları – Eserleri

  • Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?


Kral Abdullah Alıntıları – Sözleri

  • Yükseliş ve hükümdarlığın en mühim sebepleri inanç, birlik, yürütmede kararlılık ve güvendir. Çöküşün sebepleriyse ayrılık, inanç farklılığı, kin ve düşmanlıktır.. (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • …gösteriş meraklısı Türkler oldukça mevzu­şurlar fakat hiçbir şey yapmazlar… (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • Şeyh Osman her birimiz için günde yüz satır yazma öde­vi veriyordu. Kendisiyle şöyleki garip bir anım da vardır:
    Hocam rahmetlinin devamlı diş etleri kanar ve ağzı kokar­dı. Hokkalarımız eski tarzda yapılmıştı. Yani, hokkanın kena­rında bir boru olur, koruma amacıyla kamış bunun içine yer­leştirilirdi. Evvelinde kullanılmış kâğıtlar ise tutum amacıy­la silinir ve aharlanarak yeniden kullanılırdı.
    Hocanın fena bir âdeti vardı, daha doğrusu ağzı kanayıp koktuğu için bu tane oldukça fena görünüyordu. Kamışı ağzına alarak tükürüğüyle ıslatır, bu yüzden de kamışların ucu kan olurdu. Dolayısıyla kamışı kullandıktan sonrasında yeniden hokka­nın içine batırdığı süre kan ve tükürük mürekkeple karışır ve kirli bir sıvı oluşurdu.
    Bir gün dayanamayıp kölelerin bulunmuş olduğu iç avluya geç­tim ve bir leğen dolusu oldukça acı kırmızı biber buldum. Biberle­ri bir güzel öğüttüm ve rahmetli kardeşim Faysal’ın hokkası­na doldurdum.
    Ertesi gün kardeşim benden sonrasında gelip yazdıklarını ho­caya gösterirken bir köşede dikilip olacakları izlemeye başla­dım. Hoca kalemi ağzına alınca diş eti ve dudaklarında bibe­rin acılığını hissetti ve rahatsız oldu. Derken durumu giderek kötüleşti ve su istedi, artık ağzı yüzü şişmişti. Hoca hokkayı denetlemek için bakınca bir de ne görsün: Ağzına kadar bi­ber dolu! Hemen kardeşimi falakaya yatırdı ve cezalandırmak istedi. Kardeşim bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da hiçbir şey yapmadığına yemin ediyordu. Bense katıla katıla gülüyor­dum. Hocanın yardımcısı beni görünce “Ne diye gülüyor­sun?” diye azarladı. Hemen büyük babaannemin yanına kaç­tım ve olanları anlatıp kardeşimi kurtarmasını istedim. Zaten o sırada biber leğeninin yanında ayak izlerimi görmüşler ve bu ufak oyunu kimin oynadığını anlamışlardı.
    Babam olanları duyunca beni çağırttı, ben gene babaanne­min yanına sığındım. Bunun üstüne babam kendisi geldi ve cezalandırılmam için beni hocaya götürmek istedi. Babaan­rutubet beni babama vermiyor ve oyunumun sebebini dinleme­sini istiyordu. Olan biteni babama anlatınca öfkesi geçti ve gülmeye başladı.
    Bu vakadan sonrasında Osman Hocaya bir kese dolusu para verdiler ve beni bağışlamasını istediler, hoca da bağışladı.
    Birkaç gün sonrasında vakası babamın amcası ve Mekke emiri rahmetli Şerif Avnürrefık b. Muhammed de duymuştu. Beni çağırttı, yanına vardığım süre gülmeye başladı ve şaşkınlı­ğını gizleyemeyerek “Ne akıllı çocuk!” dedi. Sonra da Şeyh Osman’ın ve diş doktoru Abdülgaffar’ın getirilmesini istedi.
    Hoca erişince Şerif “Osman Hoca! Gördüğün gibi sen bizim çocuklara hat öğretirken onlar sana nezaket öğretiyorlar. Abdülgaffar! Gel buraya da şu hocanın dişlerini söküver!” dedi.
    Bunu duyan hoca feryad ü figan içinde benden yardım iste­meye başladı. Oysa Şerif yalnız latife yapıyordu, kendisi oldukça nüktedan biriydi. Gönlünü almak için hocaya bin beş yüz riyal ödül verdi ve dişlerini tedavi ettirmesini istedi. (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • Yükseliş ve hükümranlığın en mühim sebepleri inanç, birlik, yürütmede kararlılık ve güvendir. Çöküşün sebepleriyse ayrılık, inanç farklılığı, kin ve düşmanlıktır. (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • Osmanlı’nın Yönetim Şekli
    Gülhane Hatt-ı Hümayunundan [1839] ilkin Osmanlı Devleti, Osman ve Orhan Gazi zamanından beri beyliklerden değişik bir yönetimle yönetim ediliyordu. Bu yönetim oldukça sağlam ve usta bir idareydi. Allah Teala bu yönetim yardımıyla Osmanlı Devletine Ortadoğu ve İslâm dünyasını yönetme imkânı vermişti. Ayrıca Osmanlılar hilafeti de bünyelerine almışlardı. Osmanlı Devleti yönetim açısından çağdaşlarına nazaran oldukça daha iyi durumdaydı. Osmanlı’da malum ilk makam, kazaskerlik makamıdır. Kazasker şehrin en büyük yargıcıydı ve savaşlarda orduda yer alırdı. Savaş için şehirden ayrılmış olduğu süre kazasker vekili namıyla yerine birini bırakırdı. Osmanlı Devletinde kadılar ordu kumandanları şeklinde itibarlıydı. Sonra imparatorluk idaresi kuruldu ve eyaletlerin başına Beylerbeyi yada öteki adıyla Mîr-i Mîrânlar getirildi. Bunlara Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi denirdi. Her beylerbeyinin yönetiminde, mutasarrıflıklar ve vilayetlerle ilgilenen divanlar kurulurdu. Başıbozuk askerlerin idaresinden de bunlar sorumluydu. Kadılar da yönetici sayılırlardı. Devlet muharebeye girmeye karar verilmiş olduğu süre askere gerekseme duyunca Beylerbeyi ve divan üyesi yöneticiler nezaretlere altındaki askerleri toplayıp orduya katılırlardı. Yönetim, divan-ı hümâyundaki sadrazamın idaresi altında aşağı yukarı bu şekilde devam etmişti. Gülhane Hatt-ı Hümâyunundan sonrasında vilayetler yeni bir yönetime kavuşturuldu. Aynı şekilde orduya da yeni bir seviye getirildi. 1293 [1876] senesinde Kanun-ı Esasi duyuru edilince, Meşrutiyete geçildi ve Araplar devletten ayrılana kadar bu yönetim uygulandı. Rahmetli babamın yönetimi esnasında, kendisinin Osmanlı ve Türk siyasetine tam bağlılık prensibinden vazgeçmesine neden olan en büyük düşünce değişikliği, Asîr savaşıyla ortaya çıktı. Osmanlı Sultanı, babamın bu mutasarrıflığa gitmesini ve Seyyid el-îdrisi’nin kuşatması altında bulunan garnizonu kurtarmasını istemişti. Diğer yandaysa İmam Yahya, daha ilkin gerçekleştirdiği ayaklanma esnasında, Asîr mutasarrıflığının merkezi olan Ebhâ’yı ve Yemen’deki Sanayi kuşatmış, sonrasında da ileride sadrazam olan İzzet Paşa’nın vasıtasıyla Osmanlı Devletiyle anlaşmıştı. Babam Hicaz’da bulunan Osmanlı kuvvetleri ve jandarma süvari birlikleri ile Medine hecin süvarileri birliğini de yanına alarak yola çıktı. Ayrıca el-Kunfuze’de kendilerine katılmak suretiyle, Destek Kuvvetleri adıyla bir birlik daha oluşturdu. O dönemde ben Mecliste bulunuyordum. Babam beni çağırınca Meclis’ten izin aldım ve Hicaz’a geldim. Ayrılırken Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa bana “Baban çağırdığına göre muhakkak sana bir görev verecek” demişti. Meclis başkanı Ahmed Rıza Bey ise “Devlet niçin babanın nüfuzundan faydalanmak istiyor? Devletin şahısların nüfuzundan faydalanmaktan vazgeçme zamanı gelmedi mi?” demişti. Kendisine “Siz de bir vekilsiniz. Başkanlık görevinizi yardımcınıza bırakıp sıradan bir vekil gibi hükümete soru önergesi sunabilir veya açıklama isteyebilirsiniz. İçinde bulunduğunuz mesleğe böylesi daha çok yakışır. Devlet, ileriki nesiller boyunca da kendisine bağlı Arapların nüfuzuna muhakkak ihtiyaç duyacaktır, tabi iki taraf da hayatta kalırsa” diye yanıt verdim. Mekke’ye vardığım süre, rahmetli Hidiv hazretlerine uğradım. Kendisi Seyyid Muhammed b. İdrisî’yi severdi. Bu yüzden destek olabileceğini düşündüm. Ayrıca duyduğum kadarıyla devlet Hidiv’den Seyyid İdrisî’ye tavsiyede bulunmasını istemiş, o da yalnız tavsiyede bulunmakla yetinmişti. Hidiv beni görünce “el-İdrisî’yi cezalandırmaya gidiyorsunuz değil mi?” diye sordu. “Evet” dedim. “Şimdi yaz mevsimi ve Tihâme sıcak olur. Hava biraz düzelene kadar seferi erteleseniz?” dedi. “Bilemiyorum, belki de ordu doğu tarafından gider. Eğer daha fazla gecikirsek, Ebhâ’nın düşmesine sebep oluruz, bu yüzden muhakkak harekete geçmeliyiz” diye karşılık verdim. Hidiv “Duyduğum kadarıyla Arap kamuoyu bu karardan pek memnun değil” dedi. “Kamuoyu, ortaya çıkması muhtemel bazı tehlikelerin farkında değil. Eğer güney bölgesi Araplardan ayrılırsa cahil idarecilerin eline geçecek. Bu da yabancıların oraları işgal etmesini kolaylaştıracak” yanıtını verdim. Bunun üstüne “Allah yardımcınız olsun. Ancak mümkün olduğu kadar veba ve sıcaktan kendinizi korumaya bakın” dedi. Hakikaten de, ordu içinde kolera salgını baş gösterdiği süre bu uyarısını hatırladım. Kûz Ebu’l-fr Savaşı Haşimî birlikleri havanın kaynadığı, yazın en sıcak günlerinde yola çıkıp Kunfuze’ye vardı [3 Mayıs 1911]. İnsan, ateş şeklinde yanan toprağa ayağını basamıyordu. Kunfuze’de yerli halk haricinde etraftaki bedevilerden asla kimse yoktu. Bizimle beraber, üç bin askerden mürekkep üç nizamî tabur vardı. Hazırlıklar yapıldıktan sonrasında Kûz Ebu’l-îr e doğru hareket edildi. Burada, Seyyid el-İdrisî’nin komutanlarından İbn Harşân ve Tihâme aşiretleri bulunuyordu. Ben yukarıda bahsettiğim taburlara ve topçu birliğine ek olarak, iki yüz atlı ve bin hecin süvarisini yanıma almıştım. Rahmetli [kardeşim] Melik Faysal’la beraber yola çıktık. Askerî birlikler gece yürüyüşleri için yeterince eğitilmediklerinden, Türk kuvvetleri umulan vakitte lüzumlu mesafeyi kat edemedi ve dokuz saat gecikti. Kunfuze’nin güneyinde, deniz kenarında bir yere ulaştık. Ümmud-Debbe adlı bu yerde, içilebilir bir su vardı. Üç saat dinlendikten sonrasında yola devam ettik. Gün battığında yumuşak kumlu büyük bir ovanın kenarına gelmiştik. Doğumuzda deniz, önümüzde sık ağaçlarla kaplı Yaba Vadisi vardı. Birinci ve ikinci tabur peş peşe gidiyor, onların arkasından levazım birliği yürüyordu. Üçüncü tabur en arkadan geliyordu. Sol tarafta ise, Emir (Melik) Faysal’ın yönetim etmiş olduğu Haşimî süvarileri bulunuyordu. Her iki kuvvet de benim emrim altındaydı. Üç taburun kumandanı ise Çerkez Zeki Paşa idi. Biraz ilkin bahsettiğim yere geldiğimizde, daha ilkin bir grup atlıyla beraber orman tarafına gözcü olarak gönderilen Dayfullah el-Abbûd adlı şeyh geldi ve ormanın asker dolu bulunduğunu söylemiş oldu. Tam o sırada öteki gözcü grubu da aniden çıkageldi. Sonra da öncü süvari birliği yenik vaziyette geri döndü ve batıdaki denize doğru yöneldi. Birdenbire ormanın içinden yoğun bir ateş açıldı. Zeki Bey’e durmasını söyleyip ilk taburu avcı taburu olarak sürmesini, İkincisinin ihtiyat taburu olarak kalmasını, levazım birliğinin ve Haşimî kuvvetlerinin ise bekletilmesini emrettim. Düşmanı yenmeyi başarırsak, uygun bir vakitte Haşimî kuvvetlerini hücuma geçirecek ve orman tarafına doğru düşmanı takip edecektim. Zeki Paşayla beraber emri kaleme alıp imzaladıktan sonrasında Emir Faysala ve tabur komutanlarına yolladık. Sonra ilerlemeye devam edip ormanda gizlenen birliklerle çarpıştık ve onları tepeleyip bir miktar içeri doğru girdik. Fakat daha hücum vakti gelmeden ve atak emri verilmeden, destek kuvvetlerinin hızla hücuma kalktığım gördük. Oysa önlerinde yalnız ekin tarlaları vardı. Zeki Beye “İhtiyat taburunu destek kuvvetlerinin bulunduğu sol tarafa doğru ilerlet. Yoksa çok yakında yenilecekler” dedim. Zeki Bey o sırada kuvvetlerinin başından ayrılamayacağını, emri bizzat iletmemi istedi. Daha konuşmamızı bitirmemiştik ki buyruk subayım “Efendimiz! Sola bakınız!” diye bağırdı. Bir de ne göreyim, destek kuvvetleri tozu dumana katmış vaziyette gerisin geri geliyordu. Bu sırada ben ikinci taburun bulunmuş olduğu yere varmıştım. Tabur komutanı İsmail Beye “Taburuna ilerlemesini söyle ve birinci taburun solunda cephe al. Levazım birliğine söyle Ümmü’d-Debbe’ye dönsünler. Üçüncü tabur da ihtiyat olarak beklesin” dedim. Ama komutan atının yelesine yapışmış kusuyordu! Gördüklerim asla hoşuma gitmediği şeklinde, komutanın korkaklığı canımı sıktı. Emri yeniden ettim fakat beni duymazlıktan geldi. Tam o sırada sol taraftan üzerimize yoğun ve ürkütücü bir ateş açıldı. Üç çeyrek sonrasında, durumumuz son aşama eleştiri hale gelmişti. Tam o sırada yetişen bir hecin süvari birliğini kumların oradaki cephe ile tuzlu topraklar arasına yerleştirdim ve elimden geldiğince savunmaya devam ettim. Aynı anda başta yenilgiye uğrayanların bir kısmı toparlandı ve yardımıma geldi. Bunlar askerlikteki ustalıklarıyla ünlü Facir b. Şüleyveyh, Hubeylîs eş-Şeybâni, Fehd el-Arrâfe b. Suûd şeklinde süvarilerdi. Ayrıca bazı şerifler de gelmişti. Derken Şerif Şakir b. Zeyd de bana katıldı. Osmanlı güçlerini zor durumdan kurtarabilmek için tek yapabileceğimiz şey sebat etmekti. Sonuçta, üç taburdan yalnızca yetmiş şahıs kurtuldu. Ümmü’d-Debbe’ye tekrardan hücum başlatıldığında yerinden son ayrılan ben oldum. O sırada, Îdrisî’nin sağ kanadının komutanı İbn Hayra öldürülmüştü. Ertesi gün büyük kayıplar vererek Kunfuze’ye ulaştık. İdrisî’nin adamları o gece yada ertesi gece tekrardan saldırsalar hepimizi öldürebilirlerdi. Ancak onların kayıpları daha büyüktü. Kûz Ebu’l-îr Savaşı ve muharebede Arap destek kuvvetlerinin geri çekilmesi, Miralay Nazif Bey komutasındaki Türk birliklerinin bizim hakkımızda fena düşünmeleri için başlangıç teşkil etti. Daha ilkin Yemen, Asîr, Cebel-i Dürûz, Kerek ve öteki yerlerde karşılaştıkları benzer hareketleri unutmuş görünüyorlardı. On beş gün sonrasında, yeni gelen kuvvetlerle tekrar saldırıya geçildi. Bu kere tüm kuvvetlerin başlangıcında Şerif Zeyd b. Fevvâz vardı. Benim de kendisiyle beraber saldırıyı yönetim edecek komutanlardan biri olmam emredilmişti. Sabahleyin Kunfuze’den çıkıp öğlen Ümmud-Debbe’ye vardık. Türk kuvvetleri şunlardan meydana geliyordu: a) Zeki Bey’in komutasında, her biri sekiz yüz elli askerlik üç nizamî tabur, b) Kaymakam İsmail Bey komutasında üç redif taburu ki bunların sayısı bin iki yüz kişiydi, c) Yemenden getirilmiş olduğu için Yemen taburu olarak malum, Ziyaeddin Bey komutasındaki tabur. Tüm bu kuvvetlerin başlangıcında Miralay Nazif Bey vardı. Destek kuvvetleri ise at ve deve sayısı bakımından önceki muharebede olduğu gibiydi. Öğle vakti harekete geçtik. Ordu ilk savaşın yapıldığı yere ulaştığında zaman gurub saatiyle on bir olmuştu. İdrisî’nin güçleri ilk konumlarını koruyorlardı. Yine ağır bir ateşle ilk saldırıyı başlattılar. Nazif Bey, Şerif Zeyd’e “Ne emredersiniz?” diye sordu. Şerif “Siz bana görüşünüzü bildirmeden ben emrimi söylemeyeceğim. Eğer dikkate alınması gereken uyarılarda bulunursanız bunlara kulak veririm” dedi. Sonra bana döndü ve “Sen ne dersin?” dedi. “Geceyi burada geçirmeli ve sabahleyin saldırmalıyız. Çünkü gece yapılacak askerî harekâtın başarısız olmasından endişe ederim. Burası ormanlık bir arazi ve giriş çıkışını bile bilmiyoruz” dedim. Nazif Bey ‘“Yedi tabur Osmanlı askeri bir grup bedevi tarafından durduruldu’ desinler diye böyle söylüyorsun değil mi?” diye patladı. Ben kendisine “Bu benim görüşümdür, böyle yazabilirsiniz” dedim. Sonra Yüzbaşı Bahaeddin Beye dönerek “Sen ne dersin?” dedi. Bahaeddin Bey “Şu güneşin battığı ve gecenin bastırdığı saatlerde atacağınız her adım sizi mağlubiyete daha da yaklaştırır. Ben de Abdullah Bey’le aynı fikirdeyim” dedi. Nazif Bey “O halde geceyi burada geçiriyoruz, emirleri şu şekilde yazın: Zeki Bey’in alayı ön tarafa, Said Bey’in alayı sol tarafa, erzaklar ortaya, Yemen taburu arkaya yerleşsin. Haşimî destek kuvvetleri de sağda dursun” dedi. Emir yazılınca Şerif Zeyd’e arz edildi ve onun da onayından geçti. Benim, Zeki Bey’le öndeki beraber bulunmam emredildi. Melik Faysal, Haşimî güçleriyle sağa geçti, Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Nazif Bey komuta merkezinde kaldılar. Kurşun yağmuru altında ilerledik. Öncü birlikler iki taburdan oluşuyor, her taburun bir kısmı ihtiyat olarak bekletiliyordu. Üçüncü tabur ise hepimiz adına ihtiyat olarak duruyordu. Dörtlü bir yerleşim planı uygulamıştık: Biz cenup tarafında mevzilenirken, Said Bey’in alayı doğu tarafında, Yemen taburu kuzeyde, Haşimî kuvvetleri de batıda mevzilenmişti. Yerleşimi bitirir bitirmez, Yemenliler üzerimize kırk dakika devam eden etkili bir hücum başlattılar. Kuvvetli bir ateşle kendilerine karşılık verilince geri çekildiler. On beş dakika sonrasında doğu cephesine tekrardan saldırdılar fakat gene aynı karşılığı aldılar. Açık taraftan ateşe maruz kalma tehlikesi bulunmuş olduğu için, her birimiz önümüze birşeyleri siper etmiş vaziyette yüzükoyun yere yatmıştık. Yemenlilerin saldırıları sona erince bizim sağ cenahta büyük bir gürültü koptu. Bundan dolayı hücum sırası destek kuvvetlerine gelmişti. Saldırı ilkin gevşer şeklinde olduysa da bir kere daha yapılmış oldu, en sonunda tamamen durdu. Sonra Yemen taburu, genel ihtiyat birliklerinden almış olduğu destekle saldırıya geçti, sadece bu hücum da oldukça sürmedi ve geri döndüler. Artık gece süresince sabaha kadar hücum olmadı. Yemenlilerin ne süre bir el ateş ettiklerini duysam, bizim taraftan binlerce ateşle karşılık veriliyordu. Bu durumlarda bizim cephelerde derhal ateşkes borusu çalıyordu. Saat dörtten sonrasında komuta merkezine çağırıldım. Merkezde Şerif Zeyd ve Nazif Bey vardı. Bana “İsabetli kararınız sayesinde kuvvetlerimiz kurtuldu. Geceleyin yola devam etsek kaybımız büyük olacaktı” dediler. Ben “Önceki savaşta edindiğim tecrübe bu kararı almama yol açtı” dedim. “Ön cephede durum nasıl?” diye sordular. “Herşey yolunda, askerler akşam yemeklerini yediler ve her birine iki matara su verildi. Endişeye mahal yok” diye cevapladım. O gece rahat bir uyku uyuyamadık. Sabah olunca ilkin kalk borusu çaldı, peşinden müezzin sabahleyin ezanını okudu. Her yanda Yemenlilerin tekbir sesleri duyuluyordu. Herkes olduğu yerde namazını kıldı. Sonra askerlerin saf tutmaları emredildi. Bu arada ordu müftüsü Saf suresini okuyordu. Ardından topçularımız ormana doğru, her tarafı dümdüz eden yoğun bir bombardıman başlattılar. Şeyh Baytarı komutasındaki Yemenlilerin sol cenahı, sancaklarıyla beraber ansızın ormandan çıkıp açık araziye geldi. Bunu gören Haşimî süvari birliği deniz tarafınca hücum etti. Aynı anda topçu birliği de bunların üstüne yoğun bir ateş başlattı. Rüzgârın önündeki yaprak şeklinde sağa sola dağıldılar ve geriye doğru kaçtılar. Haşimî süvari birlikleri bu tarz şeyleri takip için peşlerinden gitti. Benim de içinde bulunduğum Zeki Beyin alayı ilerleyip ormana girince birden karşımızda peştamallarıyla Yemenlileri bulduk. Üzerlerinde kılıç kemerleri ve hançerlerinden başka şey yoktu. Her biri askerlerimize bir iki el ateş etti, sonrasında hançerlerini çekip üzerimize saldırdılar. Bunun üstüne Türk kuvvetleri kendilerine yoğun bir ateşle karşılık verdi ve birçoğunu öldürdü, kalanlarını da elde etti. Bu arada Said Bey’in alayının bulunmuş olduğu taraftan gelen tüfek ve top seslerini duyuyorduk. Ama biz yaklaştıkça sesler uzaklaşıyordu. Durumu fark eden Zeki Bey “Tehlikedeyiz, çünkü düşman bizim sağ, orta ve sol cenahlarımızın arasını açmayı başardı” dedi. Bu sırada karargâhta iki birlik ve bir top vardı. Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Miralay Nazif Bey karargâhtaydı. Zeki Bey “Askerin daha fazla ilerlememesini emrediyorum. Şu büyük ağaç senin için işaret olsun. Karargâha git ve bizimle Said Bey’in kuvvetleri arasında kalmalarını söyle. Said Bey’in şimdi çabucak gelip sol taraftan hizamıza geçmesi gerekiyor. Haşimî kuvvetlerine ulaşmaya artık imkân kalmadı” dedi. Karargâha vardığım süre yalnız Şerif Zeyd b. Fevvâz’ı gördüm. Yanında yüz elli hecin süvarisi ile yaşlı şeyhler ve şerifler vardı. Nazif Bey’in nerede bulunduğunu sormuş oldum. “İki birliği ve topu alıp Ebhâ’nın yukarısındaki Kadiye kuyusuna gitti, Melik Faysal da yanında” dediler. “Melik Faysalın askerlerine ne oldu?” diye sorunca da “Saldırının başladığı günden beri kendilerini görmedik” dediler. Hemen buyruk subayımı, kendisini Kadiye’ye götürecek bir rehberle beraber Zeki Beye gönderdim. Artık müfreze komutanı ve karargâh oradaydı. Ben de kendi adamlarımı alıp yola çıktım. Beş dakika yol almıştık ki birden çıplak bir araziye çıktık. Buradan Ka’diye’yi görebiliyorduk. Nazif Bey’le iki bölük de oradaydılar. Topları, kısa menzilli çarpışmalar için hazırlanmış Şibra adlı gülleleri atıyordu. Biz elimizde komutanlık sancağıyla açık alana çıkınca, hecin süvarileri de bizimle beraber olduğundan Yemenliler Nazif Bey’i bırakıp üstümüze saldırdılar. Hemen develeri çökertip yere indik. Orada, hayatımda gördüğüm en kanlı çarpışmalardan biri yaşandı. Sıcağa dayanamayan Şerif Zeyd’in, ara sıra burnu kanıyordu. Başında beyaz bir örtüyle ayakta dikiliyordu. Kendisine ne süre “Amca gölge bir yere geç” desem “Gölgeye geçecek olsam Taifte kalırdım. Sabredin, birazdan dağılacaklar” diye yanıt veriyordu. Sonra Melik Faysal çarçabuk Miralay Nazif Bey’in imdadına yetişti. Bu sırada biz son aşama zor durumdaydık. Tam o esnada levazım birliği ve Yemen taburu çıkageldi. Bu yürekli askerler derhal cenk meydanına dağıldılar. Öyleki ki, sağ cenahları neredeyse Kadiye’deki Nazif Bey’in askerleriyle birleşmişti. Uteybe aşiretlerinden es-Sebte’nin önderi Şeyh Cabir b. Hüleyl’le beraber olan Şerif Zeyd hücum emri verdi. Bunun üstüne askerler “Haydi saldırın! Haydi, saldırın!” diyerek ileri atıldılar. Biz de develerin olduğu yerden saldırıya katıldık. Haşimî sancağı bu sırada uzun boylu esmer bir adam olan İbn Cünayh’in elindeydi. O gün Yemenlileri yenik ettik. Derken doğu tarafınca gelen tabanca seslerini duyunca, Said Bey’in geldiğini anladık. İkindi olduğunda Kûz Ebu’l-îr’deydik. Karşımıza hiçbir Yemen kuvveti çıkmadı. Darmadağın olmuşlardı ve İbn Harşân Kahba’ya dönmüştü. Akşam namazından birazcık ilkin doktorların raporu karargâha ulaştı: O gün koleradan iki yüz seksen asker yaşamını kaybetmişti. Üçüncü gün, askerlerimizin sayısı üçte bire düştü. Aynı gün rahmetli babam da Kûz’a geldi. Çadırımın önünde nöbet bekleyen askerin sanki kurşun yemiş şeklinde düşüp öldüğünü kendi gözlerimle gördüm. Yedi bin kişilik silahlı Türk gücünden geriye bin yedi yüz şahıs kalmıştı. Babam derhal Ebhâ’ya hareket edilmesini emretti. İlerledikçe hastalık da azalıyordu. Bârak ve Seniyye’de bazı ufak çarpışmalar oldu. Sonra ünlü Sâkayn yolundan dağa doğru çıktık. Üçüncü gün dağı aştığımızda Tihâme’nin şerrinden ve vebasından artık tamamen kurtulmuştuk. Sonra Sedvân ve Esnâ Hureym savaşları oldu. İdrisîlerin komutanı Seyyid Mustafa el-İdrisî ve Seyyid Fisâl’di. Yemenliler artık peş peşe yenilgiler alıyorlardı. Türk askerlerinin köyleri yakıp masum insanları öldürmek suretiyle işledikleri zulümler, son inkılâbın [1916] ilk sebebidir. Bundan dolayı babam Emir hazretleri olanları görünce “Türklerden Araplara hayır yok” demişti. Kendisine dört ayrı yerde, arka taraflarından sokulup ağızlarından çıkartılan kazıklara oturtularak kızartılmış kişilerin cesetleri gösterilmişti. Esnâ Hureym’de ise, başları kesilmiş ve cinsel organları ağızlarına konulmuş cesetler gösterilmişti. Bunları gören babam Nazif Beye “Nazif Bey, bu reva mıdır?” diye sordurulmuş olduğu süre Nazif Bey “Bunlar da bizim kalplerimizi yakmadılar mı?” diye yanıt vermiş, babamsa susmayı tercih etmişti. Ayaklanmanın Esasları Hicaz’a döndükten sonrasında, Şerif [Hüseyin] ayaklanmanın temellerini attı. Asîr’den dönüşünün sebebi, Kumandan ve Mutasarrıf Süleyman Paşa ile içinde çıkan bir anlaşmazlıktı. Süleyman Paşa, Bâbıâlî’den buyruk almadığı sebebi öne sürülerek babamın emri altına girmek istemiyordu. Ona nazaran, Şerif ve Liva Mustafa Neşet Paşanın yanında gelen nizamî ordular, Bâbıâlî’den durum hakkında bir izahat gelene kadar kendi emrinde kalmalıydı. Arapların cesetlerine meydana getirilen saldırıları ve Osmanlı asker ve komutanlarının işledikleri haksızlıkları bizzat görmüş olan babam bu anlaşmazlıktan sonrasında, Ebhâ’dan ayrıldı ve Haşimî güçleriyle doğu yolundan Hicaz a döndü. Yolda Şehrân ve Bîşe vadilerinden geçti. Ranye’yi doğusuna aldı ve Türbe Ovası’nm üst kısmından yola devam edip Kerâ Vadisine geldi. Bu vadinin doğu tarafında Türbe köyü ve Mısırlı askerlerin ilk Vehhâbî ayaklanması esnasında yenik oldukları Ramâdân kalesi bulunur. Daha sonrasında aynı yerde, benim komuta ettiğim doğu Haşimî askerleri de Türbe harbinde yenik olmuştur. Babam ondan sonra Kerâ Vadisine yöneldi. Gâmid el-Bedv yöresini sol tarafına aldıktan sonrasında Hamra’daki tepenin güneyinden çöle girdi. Burası, dağın kenarından başlamış olan bir ovayla sınırdı. İbnu 1-Hâris, Gâmid ve Uteybe’nin sınırları burada birleşirdi. Taiften bizi karşılamaya gelenlerle burada buluştuk. Şerif Abdullah b. Zeyd b. Fevvâz ve Şerif Onur b. Râcih b. Fevvâz bunlar arasındaydı. Sonraları kabilesine isyan eden Hurmeli Halid b. Lüey de gelmişti. Ayrıca Galib b. Lüey ve tüm öteki kabile reisleri de oradaydı. Daha sonrasında batıya yönelip Taife doğru ilerledik. Bol ve kaliteli hurmaları olan Nefa Vadisinden geçtik. Yolumuza devam edip Leyye Vadisine ulaştık. Burada bizi vali adına valilik genel sekreteri, Kumandan Münir Paşa adına da Miralay Ahmed Bey karşıladı. Genel yazman, babamla hususi bir görüşme yapmış oldu. Görüşmede söylediğine nazaran, Gâlib kabilesinin önde gelenlerinden Şerif Nasır b. Muhsin, Osmanlı ordusunun ve Şerifin yenik olduğuna ve Şerifin öldüğüne dair mesnetsiz şeyler uydurup söylentiler çıkarmıştı. Ertesi gün Taife vardığımızda bizi karşılayanlar içinde hükümet heyeti de vardı. Adı geçen Şerif Nasır da heyette yer alıyordu. Babam kendisini görünce oldukça kızdı ve derhal kovulmasını emretti. Vali babama “Özür dilerim efendimiz, ancak kendisi benimle birlikte gelmiştir…” diyince babam “Ne olmuş seninle gelmişse?” dedi. Bunun üstüne vali “Ben burada Sultanın temsilcisiyim, böyle bir muamele Sultana saygısızlık anlamına gelir” dedi. Babam derhal şu cevabı yapıştırdı: “Sultana saygısızlık etmedik bir şey mi bıraktınız ki? Burada Sultan’ı onlar değil ben temsil ederim.” Babam ondan sonra Mekke kadısı ile Kumandan Münir Paşaya dönerek hatırlarını sordu. Ardından askerleri teftiş etti ve saraya gitti. Basamakları çıkarken bizimle göz göze geldi ve “Belki de yaptıklarımdan hoşlanmadınız?” dedi. Kimse kendisine yanıt vermeyince “Ben sizin hoşunuza gitmeyecek şeyler duydum, fakat ziyanı yok, kimi zaman hoşunuza gitmeyen şeyler sizin için daha hayırlı olabiliyor” dedi. Üç gün sonrasında Sadrazam’dan şöyleki bir telgraf geldi: Sultan hazretleri zat-ı âlinizin, Hicaz valisi Hâzim Bey’in yanında sizi karşılamak suretiyle canla başla koşup gelen Şerif Nasır b. Muhsin’e gösterdiğiniz çirkin muameleden haberdar olmuşlardır. Sultan hazretleri, adı geçen Şerif’i yüce makamınıza çağırıp gönlünü almanızı arzu etmektedirler. Babam telgrafa şöyleki yanıt verdi: Şerif Nasır b. Muhsin’in fena işlem görüp huzurumdan kovulmasını gerektiren şeyler şahsî meseleler değildir. Dolayısıyla pişmanlık belirtmemi gerektiren bir durum sözkonusu değildir. Üstelik adı geçen şahsın, benimle beraber olan askerlerin yenilgisi ve dağılması hakkında çıkarttığı söylentiler burada bir ayaklanma çıkarma amacına matuf olduğundan, görmüş olduğu muameleyi aslına bakarsanız hak etmiştir. Bana bu haberi veren valiliğin genel sekreteridir. Ayrıca bizzat vali de durumdan haberdardır. Bu tür yağdanlık ve fesatçılarla iş tutmak âdetim değildir. Sadrazam derhal yeni bir telgrafla yanıt verdi: Bâbıâlî, bundan önceki telgrafta öğrenmiş bulunduğunuz Sultanın arzusuna karşıcılık ettiğinizi görmezden gelemez. Bu telgrafla aynı arzuyu teyit ediyor ve Sultan hazretlerinin bir an ilkin sonucu beklediğini bildiriyoruz. Babam da acilen şu cevabı gönderdi: Sultan hazretlerinden sonrasında bu ülkenin en büyük makamında ben yaşıyorum ve bu durum kendime olan saygımı artırıyor. Ayrıca, Sultan hazretlerinin bu kadîm merkezden caymak arzusunda olduklarını asla zannetmiyorum. Sultan hazretlerinin zatının nüfuzunu görmezden gelmesine imkân bulunmayan Bâbıâlî iyi mi olur da üstünde hâlâ Sultan için kazanılmış olduğu zaferden dönüşünün izlerini taşıyan bir adama bu şekilde ağır ithamlarda bulunabilir? Her halükârda, Bâbıâlî yapılması gerekeni yapmakta özgürdür. Bu telgraftan sonrasında Bâbıâlî’den bir yanıt çıkmadı. Derken Ramazan ayı geldi. Devlet heyetiyle emirlik yönetimi arasındaki soğukluk ay süresince sürdü. Arefe gecesi, jandarma kumandanı Osman Bey, Emir’in evlatlarının dairesine geldi ve rahmetli Melik Ali’ye “Vali, Emir’i ziyaret edip özür dilemek üzere bir telgraf aldı. Efendimiz kendisiyle görüşmeyi kabul ederler mi?” diye sordu. “Şüphesiz kabul eder, ancak buyurun bu arzuyu kendiniz ifade edin” dedik. İzin isteyip babamın huzuruna çıkınca Osman Bey “Efendimiz nasıllar? Neden bizden ayrı duruyorlar?” diye sordu. Babam “Devlet, benim kendi hakkımı korumaktan aciz olduğumu bildiğine göre, devletin haklarına hiç riayet edemeyeceğimi de biliyordur herhalde” diye yanıt verdi. Osman Bey ileri çıkıp babamın elini öptü ve maruzatını arz etti. Babam “Buyursun gelsin. Vali eski arkadaşımdır. Vaktiyle Şûrâ-yı Devlet’in dâhiliye bürosunda birlikteydik. Yarın bayram namazında buluşalım. Sonra birlikte saraya geliriz. Ayrıca biz de her zaman yaptığımız gibi valilik ve kumandanlığı ziyaret ederiz. Böylesi daha uygun ve güzel olur” dedi. Ertesi gün de her şey istediği şeklinde gerçekleşti. Tam bunun akabinde, İtalyanlar Trablusgarb a saldırdılar. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa gitti, yerine “Şâpur Said” diye malum Said Halim Paşa geldi. Babam Sadrazam’a şöyleki bir telgraf çekti: Sadrazamlık makamı ile emirlik makamı içinde şu tarihlerde meydana getirilen telgraf yazışmalarını incelemenizi rica ediyorum. Ayrıntıları orada bulacaksınız. Yirmi sekiz saat sonrasında, Vali Hâzim Bey görevden alınıp Beyrut valiliğine atanmıştı bile. Vali görevden alındığı sırada babam “İsteklerine boyun eğmiş olsaydım, bir daha başımı kaldıramazdım” dedi. Vali Hâzim Bey’den bahsetmişken, eski Sadrazam İbrahim Hakkı Paşanın kendisini tuttuğunu da söylemeliyim. Babam Kûz Ebu’l-îr harbinde kendisine destek olmak suretiyle beni çağırdığı süre, Hicaz’a dönmeden ilkin veda ziyareti için yamna gittiğim İbrahim Hakkı Paşa bana şunları söylemişti: “Büyük Britanya elçisi, (el-Arrâfe adıyla meşhur) Suûd b. Abdülaziz b. Suûd’dan ve babanızın kendisine yardımcı olmasından müştekidir. Babanız Şerif hazretlerinin sürekli kendisine yardım etmesi sayesinde Suûd, Necid emiri Abdülaziz b. Abdurrahman el-Faysal’a zarar verebilmektedir. Emir Abdülaziz’in Hint hükümeti ile bağlantıları vardır. Kendisi, adı geçen Suûd’un böylesi girişimlerden uzak durmasını talep ediyor.” Sadrazam bu tarz şeyleri söyledikten sonrasında şöyleki ilave etmişti: “Babanızın ellerinden öperim. Rica ederim İngilizlerle aramızda yeni problemler çıkarmasın. Ben bu problemlerin peşinden koşturabilecek durumda değilim. Kuveyt meselesi hâlâ herkesin aklindadır…” İşte, o dönemde işler bu minval üzereydi. (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • Önceki vali ve kumandan Münif Paşanın görevden alın­ması Osmanlı Devletinin Hicaz politikasının değişmeye baş­ladığının göstergesiydi. Bundan dolayı her yönüyle tertipli bir yöne­tim gösteren bu valinin görevden alınmasını gerektirecek bir şey yoktu, doğal olarak kendisinin İttihat ve Terakki mensubu olma­ması haricinde! (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • İstanbul’un güzellikleri anlatmakla bitmez. O her mev­simde ayrı bir güzeldir. (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • Suriye’de bulunduğum sıralarda, insanların ve bilhassa gençlerin yeni yönetimden duydukları sıkıntıyı görebiliyor­dum. Devletle bağlarını koparma noktasına gelmişlerdi. Sı­kıntı bunlarla sınırı olan kalmadı ve kargaşa, vaktiyle Osmanlı yö­netiminden memnun olanlar dâhil herkesi içine aldı. Tüm bunların sebebi, İttihatçı gençlerin fena yönetimleri ve ta­hakkümleri yüzünden devletin saygınlık kaybetmesiydi. Bunlar, Hicaz bölgesi haricinde gördüklerimdir. (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • Sultan hazretleri, Balkan Savaşının ne şekilde sona erdiğini iyi bil­mektedirler. Devletin gerekseme duyduğu teçhizatı hemen hemen tedarik ede­mediği ve hazırlıklarını tamamlayamadığı da malum-i alileridir.
    Almanya’nın yanında muharebeye girmek büyük bir tehlikeyi bununla beraber getirecektir. Bundan dolayı devletimizin kullandığı tabanca ve teçhizatın tama­mı Almanya’ dan gelmektedir. Osmanlı top ve tabanca fabrikaları, ordu­yu gereği şeklinde teçhiz edecek ya da muharebede kaybedilmesi olası tabanca ve mühimmatın yerine yenisini yetiştirecek durumda değildir.
    Buna ek olarak, devletin cenup bölgeleri, sözgelişi Basra, Yemen ve Hicaz, her an saldırıya hazır bekleyen düşman devletlerin deniz kuvvetleri tarafınca kuşatılmış durumdadır. Böylesi saldırılar, söz konusu bölgeleri oldukça zor durumda bırakacaktır.
    Herhalde devlet ülke savunması için halkının vatanseverliğine gü­veniyor. Ancak sivil vatandaşlar tertipli ordular şeklinde silahlı olma­dığından, Avrupa’nın tertipli ordularına karşı koyabilecek durum­da değildir.
    Sultan hazretleri, Allah aşkına muharebeye girmeyiniz! Bana kalırsa, Al­manya’nın yanında muharebeye girmemizi isteyen hepimiz ya ne söylediği­nin bilincinde değildir, ya da büyük bir ihanet içindedir. (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)
  • Olan bitenlerin tek suçlusu var, o da Arapların kendisi! (Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik?)

YORUMLAR

YORUM YAZ!

Yorum Ekle



[

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş