Eğitim

Tarihin Büyük Sırları – Paul Aron Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Tarihin Büyük Sırları – Paul Aron Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Tarihin Büyük Sırları kimin eseri? Tarihin Büyük Sırları kitabının yazarı kimdir? Tarihin Büyük Sırları konusu ve anafikri nedir? Tarihin Büyük Sırları kitabı ne konu alıyor? Tarihin Büyük Sırları PDF indirme linki var mı? Tarihin Büyük Sırları kitabının yazarı Paul Aron kimdir? İşte Tarihin Büyük Sırları kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi…

Kitap

Kitap Künyesi

Yazar: Paul Aron

Çevirmen: Ali Çakıroğlu

Orijinal Adı: Unsolved Mysteries of History

Yayın Evi: Aykırı Yayınları

İSBN: 9789758337392

Sayfa Sayısı: 141


Tarihin Büyük Sırları Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Yüzlerce senedir tartışılan fakat hala tam olarak çözülemeyen bazı esrarengiz vakalar tarihin garip bir alanını oluşturur. Bu kitapta bu büyük sırlardan bir demet ele alınıyor:

Neandertaller atamız mıydı? En yakın akrabalarımız oldukları sanılıyordu fakat…

Stonehenge’i kim dikti? Bu anıtları dikme şerefi çeşitli uygarlıklara layık görülmüştü fakat…

Firavunlar pirametleri niçin inşa ettirdiler? Anıt-gömüt olduklarına inanılıyordu fakat…

Troya Savaşı gerçek miydi? Bir Alman milyoneri Çanakkeli’de kazılara başladı fakat…

İsa çarmıhta mı öldü? İsa’nın mezarı boştu fakat…

Nazca çizgileri neydi? Peru çölünde UFO’lar için meydana getirilen işaretler olduğu bile iddia edildi fakat…

Maya uygarlığı niçin çöktü? Kolomb’dan oldukça ilkin çökmüştü fakat…

Paskalya Adaları’ndaki heykelleri kim yapmış oldu? Amerikalı Yerliler dendi fakat…

Jeanne D’Ark’ın ‘işareti’ neydi? Fransa’nın kaderi bir köylü kızına bırakıldı fakat…

Matbaayı kim buluş etti? Herkes Johann Gutenberg diye bilir fakat…

Kolomb’un amacı Amerika’yı keşfetmek miydi? Hindistan’a gitmek istediğine inanılıyordu fakat…

Shakespeare’in oyunlarını kim yazdı? Oyunlardaki bilgiler ufak bir kasabadan çıkmayan birisini aşıyor fakat…

Mozart zehirlendi mi? Müzik dehası birden bire ölüverdi fakat…

Freud kendi teorisini niçin terk etti? Freud’un bir sahtekar olduğu iddia edildi fakat…

Titanik kurtarılabilir miyidi? Sadece birkaç mil uzakta bir vapur vardı fakat…

Hitler yeğenini öldürdü mü? Hitler’in dairesinde tabancayla öldürülmüş olarak bulunmuş oldu fakat…


Tarihin Büyük Sırları Alıntıları – Sözleri

  • 18 Nisan 1912 gecesi Kaptan Arthur Roston’un yönetimindeki ufak Carpathia gemisi, New York Limanı’na girdi. Çan, düdük ve sirenlerini çalan belediye başkanının römorkörü ve irili ufaklı tekneler tarafınca karşılandı. Rıhtımda yolcular borda iskelesinden inerken, derhal üstlerine üşüşen kalabalık bir gazeteci grubu dahil, kırk binden fazla insan bekleşiyordu.
    Bu yolcular, birkaç gün ilkin anlaşılmaz bir halde okyanus sularına gömülen batmaz vapur, Titanic’ten kurtulan kazazedelerdi.
    Carpathia, Titanic’in SOS sinyallerini ilk kez 14 Nisan gece yarısından derhal sonrasında işitti. Roston, dev gemiyi kurtarmak için derhal rotasını değiştirdi. Roston Titanic’i parçalayan aynı buzul alanında ilerlemek zorunda olmasına rağmen, Carpathia’nın hızını on yedi mile çıkarmıştı ki, bu, vapur için bir hız rekoruydu.
    Carpathia dört saat sonrasında, Titanic’in telsizle bildirdiği son mevkisine ulaştı. Yaklaşık bir buçuk saat gecikmişlerdi: Titanic, gemide kalan 1502 yolcu ve mürettebatı ile beraber batmıştı. Roston birkaç saati gemiden kurtulanları arayarak harcadı. Sabah 08: OO’de Titanic’in filikalarına binmeyi başaran 750 kişiyi denizden toplamıştı.
    İşte tam bu aşamada, Kaptan Stanley Lort’un gemisi, Californian sahnede belirdi. Kazadan kurtardığı yolcuları süre geçirmeden New York’a götürmek isteyen Roston, son aramayı Lort’a bırakarak, uzaklaştı. Lort başka kazazede bulamadı ve ilk rotasına geri döndü. Carpathia’nın New York rıhtımına yanaşmasından dokuz saat sonrasında, Californian da sükunet içinde Boston limanına süzüldü.
    Oldukca geçmeden. Lort tüm şimşekleri üstüne çekti. Birkaç gün içinde, dünyanın dikkati Carpathia’dan Californian’a yöneldi. Californian mürettebatıyla görüştükten sonrasında, birçok Boston gazetesinde, geminin sulara gömülmekte olan Titanic’e, Carpathia’dan daha yakın olduğu haberleri gösterildi. Gerçekten de, 14 Nisan gecesi 11: 00 şeklinde, Lort ve mürettebatı sahiden, güneydoğu yönünde yalnız birkaç mil uzaklıkta bir vapur görmüştü. Oldukca geçmeden, Titanic’teki bazı kişiler de kuzeybatıda bir vapur saptamışlardı.
    Böylece, gece yarısından, bununla birlikte, Titanic’in korkulu buzdağına çarpmasından, derhal sonrasında Californian’ın kaptanları öteki gemiden atılan bir havai fişek gördüler. Titanic’in yardım amacıyla havai fişekleri ateşlediği birkaç saat içersinde Californian’ın kaptanları ve mürettebatı yedi fişeğin daha gökyüzünde patlayışını seyrettiler.
    Gene de Lort yerinden bile kımıldamadı. Californian, tarihçi Leslıe Reade’nin sözleriyle, tarihe “yerinden bile kımıldamayan vapur” olarak geçecekti. Lort rotasını Titanic’in son mevkisine sadece şafak sökerken, 05:00’ten sonrasında çevirdi.
    O zamandan beri, tarihçiler merakla şu suali merak ederler: Acaba Californian, Titanic’tekileri kurtarabilir miydi? Peki, kurtarabilecek durumda olsaydı, Lort niçin hiçbir şey yapmamıştı?
    Carpathia’yı New York’ta karşılayanlar içinde, felaketi araştırmak amacıyla bir altkomite kurmakta gecikmeyen Senatör William Alden Smith de vardı. 19 Nisanda, Carpathia’nın rıhtıma yanaşmasından bigün sonrasında Smith, WaldoorfAstoria’da kazadan kurtulanlarla görüşmüş bulunuyordu. Boston’da Californian’ın batmakta olan geminin işaret fişeklerini görmüş olduğu haberleri duyulur duyulmaz, Smith, Lort’u ve mürettebatını ifade vermeye çağırdı.
    Süvarisi ve mürettebatının tanıklığına gore, Californian 14 Nisan gecesi, Titanic’in de bulunmuş olduğu Kuzey Atlantik’in sürüklenen buzullarla kaplı aynı bölgesindeyken, Londra’dan Boston’a doğru yol almaktaydı. Buzullara karşın hızını artırarak gemisini fena sona mahkum eden Titanic’in süvarisi Edward Smith’in aksine, Californian’ın süvarisi oldukça davranışlarında ölçülü bir adamdı. Lort gemisinin gece stop etmesi emrini verdi.
    Gece ortalama l l:00’de Californian’ın telsiz operatörü, Cyril Evans, aynı bölgede bir yerlerde bulunduğunu bilmiş olduğu Titanic’e {hiç de} resmi olmayan bir bildiri geçti: “Baba konuşuyor; buzlarla sarıldık ve stop ettik.”
    Titanic’in operatörü Jack Phillips, bu müdahaleden rahatsız olmuştu. Tüm gün geminin varlıklı yolcularının mesajlarını göndermek için uğraşmıştı ve söyleşi edecek vakti yoktu. “Mesajı kati! Bize engel oluyorsunuz!” diye cevapladı.
    Tüm gün çalışmış olan ve kim bilir bu sert cevaba birazcık sıkılan Evans, telsizini kapatıp yattı. Californian’da yalnız tek telsiz operatörü bulunduğundan, bu aşamada telsiz temasından yoksun kalmıştı. Titanic gece yarısı ortalama 12:15’te SOS vermeye başladığında, Californian’da bunu duyabilecek ayakta kimse bulunmuyordu.
    Peki ya işaret fişekleri? Californian niçin Titanic’in imdat işaretlerine cevap vermemişti?
    Lort ifadesinde yalnız bir fişeğin uçtuğunu gördüğünü ve sonrasında yattığını söylemiş oldu. Kaptanları hemen sonra başka fişekler de gördüklerini haber verdiklerinde, uykulu uykulu bunların imdat işaretleri olabileceğini düşünememiş, kaptanları da ısrar etmediği için uyumaya devam etmişti.
    Ayrıca, Lort senatörlere bunların imdat işaretleri olduğundan hala güvenilir olmadığını söylemişti. Gemiler devamlı geçen gemileri selamlamak için değişik tür fişekler kullanıyordu. İmdat fişekleri çoğu zaman daha büyük ve gürültülü olduğundan, Californian’da asla kimse gece süresince hiçbir şey duymamıştı. Lort’un niçin bazı gemilerden o gece işaret fişekleri atılmış olabileceği mevzusunda hiçbir fikri yoktu. En azından, o sırada bir geminin tehlikede olabileceğine inanması için bir niçin yoktu.
    Lort, ifadesinin devamında aslen kendisini ve mürettebatının görmüş olduğu geminin Titanic olmadığından güvenilir bulunduğunu da söylemiş oldu. Evans telsizle temas kurmuş olduğundan, elbet Titanic’in bölgede bulunduğunu biliyorlardı. Ama Lort’un saptadığı vapur oldukça küçüktü ve iyi çalışır durumdaki geminin motorlarını ortalama olarak 02:00’de durdurduğunu görmüşlerdi, işte bu yüzden Californian’da asla kimsenin aklına Evans’ı uyandırıp, SOS sinyalleri var mı diye araştırmak gelmemişti. Belki de fişeklerin kötüye alamet bulunduğunu hisseden Lort’un kaptanları Evans’ı sadece 04:00’de uyandırmış, o da öteki gemilerden Titanic’in buzdağına çarptığını o sırada öğrenmişti. Loıt’a haber verilir verilmez, süvari derhal Californian’ın harekete geçmesini emretmişti.
    Senatör Smith, Lort’un anlattıklarını doyurucu bulmamıştı. ABD Donanması’ndan o gece Californian ve Titanic’in bulunmuş olduğu mevkide başka bir geminin daha bulunup bulunmadığını araştırmasını istemişti. Smith Californian’ın seyir defterinin o geceye ilişkin notlarını da incelemiş Lort ve kaptanlarının tanıklığına karşın işaret fişeklerinin görüldüğüne dair herhangi bir ifadeye rastlamamıştı. Daha da şüphe verici olan, resmi seyir defterinin bir çeşit müsveddesi olan seyir belgesinin 15 Niiitn tarihindeki bölümün kaybolmasıydı. Smith’e gore bu, Californian’ın yaptıkları mevzusunda bir soruşturma bekleyen Lort’un bağışlanamaz davranışını örtbas etme çabasıydı.
    Smith, Lort ve mürettebatının sözünü etmiş olduğu bilinmeyen geminin gerçek olmadığı sonucuna vararak, “O buzullarda Californian ve Titanic’ten başka bir vapur olmadığı”nı duyuru etti.
    Senato altkomitesi raporu Lort’u sert bir şeklide suçluyordu. “Komite, kaçınılmaz olarak, Californian’ın Titanic’e süvarisinin söylediğinin aksine, on dokuz milden yakın olması, süvarisi ve mürettebatının Titanic’in çekince fişeklerini görmelerine karşın, insanlığın ve internasyonal hukukun gereklerine aykırı olarak bu imdat çağrısına cevap vermediği sonucuna varmıştır.”
    O ay içinde hemen sonra toplanan Britanya Ticaret Kurulu da aynı derecede ağır suçlamalarla doluydu. Lort Charles Mersey’in vardığı sonuca gore: “Californian ilk fişekleri gördüğünde, açık denizde ciddi bir risk taşımadan buzullar arasından ilerleyerek Titanic’in imdadına koşabilirdi… Bu şekilde davranmış olsaydı, ölenlerin hepsini olmasa bile birçoğunun yaşamını kurtarabilirdi.”
    Lort tüm suçlamaları sineye çekti, sadece oldukça sayıda destekleyici de buldu. Bilhassa, öteki birçok denizci, deniz yollarının, dikkatleri Titanic’in sahibi White Star Line’ın ve deniz taşımacılığının güvenliğinden görevli Britanya Ticaret Kurulu’nun büyük ihmalinden uzaklaştırmak için Lort’u günah keçisi haline getirdiğine inanıyordu.
    Her iki kurumun da yanıtlaması ihtiyaç duyulan yüzlerce sual olduğu reddedilemezdi.
    İlk ilkin, Californian dahil, öteki gemilerden bölgede buzullar görüldüğünü bildiren sekiz bildiri alınmasına karşın, Süvari Smith’in Titanic’in hızını kendi rekoru olan yirmi iki knotta tutma emri verdiği bir gerçekti. Gene de gemisiyle beraber sulara gömülen Smith’i eleştirmek bir parça yakışıksız görülebilirdi fakat birçok şahıs, Süvari Smith’in hatasından meydana gelen birçok suçtan Süvari Lort’un görevli tutulduğunu düşünüyordu.
    Daha kötüsü, Smith’in tehlikeli hızının, White Star’ın işletme müdürü olan ve o sırada Titanic’in ilk (ve son) seferinde seyahat icra eden armatör Bruce Ismay’in direkt emri değilse bile, baskısının sonucu olduğu şeklindeki kuşkular da giderek artıyordu. Titanic’in yalnız en büyük ve en lüks değil, bununla birlikte en süratli transatlantik de bulunduğunu kanıtlama telaşına düşerek, Smith’i hızlanmaya itip itmediğini merak edenler yalnız Lort’u savunanlarla sınırı olan değildi. Hatta Ismay’in buzul uyarısı icra eden mesajlardan birini cebine attığı, böylece Smith’in yavaşlamadığı bile söyleniyordu.
    Ayrıca, Ismay’in kazadan sağ kurtulması bile başlı başına bir hastalık kaynağıydı, bundan dolayı o devirde “ilkin bayanlar ve çocuklar” ilkesi oldukça ciddiye alınıyordu. Titanic’te, 1300 adamın yanında 150’den fazla hanım ve çocuk da boğulduğundan, birçok şahıs Smith şeklinde, Ismay’in de gemiyle beraber batması ya da en azından, Titanic’teki tüm hanım ve evlatların kurtulduğunun kesinleşmesinden sonrasında bir filikaya atlaması icap ettiğini düşünüyordu. Ama en azından Ismay bir şekilde, Smith’in kararlarını etkilediği şeklindeki suçlamaları reddetme fırsatı bulmuştu. Böylece ne Senato alt komitesi ne de Ticaret Kurulu kararlarında talihli kazazedelerden biri olması haricinde, hakkında herhangi bir kabahat bulunmuştu.
    Lort’u savunanlara gore, eğer şirket paçayı ucuz kurtarmışsa, Ticaret Kurulu daha da şanslıydı. Ticaret Kurulu bir geminin kaç tane cankurtaran sandalına haiz olması icap ettiğini geminin tonajına dayanan bir formülle hesaplamıştı; Titanic’in sahipleri gemiye 14 tane nizami ve 4 tane portatif cankurtaran sandalı koyarak, geminin ihtiyacından fazlasını karşılamışlardı. Bu 18 sandal 1178 kişilikti. Buna karşın, Titanic’in yolcu kapasitesi 350C’ü aşıyor ve daha ilk seferinde 2100 şahıs taşıyordu.
    Öyleyse, başka kim ve ne suçlanırsa suçlansın, kurulun iyice eskimiş tüzüğünün de görevli olduğu açıktı. Ayrıca, acentenin görevi İngiliz deniz yollarının çıkarlarını korumaktı ve White Star Line onun en kuvvetli şirketlerindendi. Dolayısıyla, Lort’u destekleyenlerin Californian’ın süvarisini suçlayan sonucu geçiren acenteye öfkelenmelerinde şaşılacak bir yan yoktu.
    Ama hem Ticaret Kurulu hem de Senatörün altkomitesine karşı adil olmak gerekirse, ne İngiliz ne de Amerikan kurulları, Lort’u savunanların iddia etmiş olduğu şeklinde suçları hasır altı etmişti. Her iki kurul da Smith’in, White Star Line’ın ve tüzüğün hatalarını incelemişti ve bunlar süvari Lort’unkiler şeklinde öne çıkarılmamakla beraber, üstleri de örtülmemişti. Gerçekten de, hem ABD hem de İngiltere hükümetleri, gemilerdeki tüm yolcu ve mürettebat için kafi sayıda cankurtaran sandalı taşımayı mecburi kılan yeni tüzükleri hızla geçirmişti. Aynı şekilde, Titanic trajedisi bilhassa, Titanic burnunun dibinde batarken kamarasında uyuyan Cyril Evans görüntüsü her iki hükümeti yirmi dört saat telsiz iletişiminin sürdürülmesinin gerektirdiğine de inandırmaya yetmişti.
    Kuşkusuz, bu değişimler denizyolları güvenliği açısından olumluydu fakat Stanley Lort için yapılacak hiçbir şey yoktu. Kaptan Californian’in sahipleri tarafınca işten atılmış fakat o Californian’dan görülen geminin Titanic, Titanic’ten görülen geminin ise Californian olmadığını ısrarla anlatmaya devam etmişti.
    Lort 1962’de öldü, aynı yıl en sadık savunucusu, Leslie Harrison o gece kaptanın hem Titanic hem de Californian’dan görüldüğüne inanılmış olduğu bilinmeyen gemiyi bulduğunu öne sürdü.
    Harrison vapur kaptanlarım temsil eden ve Lort’un savlarının baş savunucusu Ticari Deniz Hizmetleri Birliği’nin genel sekreteriydi. Harrison’a gore, bilinmeyen vapur Samson adlı İzlanda balıkçı gemisiydi. Harrison’ın kanıtı, Samson’un tayfalarından birinin o gece teknelerinin Titanic ve Californian içinde öldüğünü kabul eden eski günlüğüne dayanıyordu. Kaçak fok avlamakta olan Samson, Titanic ya da Californian’a kaçak avlarıyla yakalanma korkusuyla ikisinden de mümkün olduğunca süratli uzaklaşmıştı.
    Ne var ki, öteki araştırmacılar hem 6 Nisan hem de 20 Nisanda Samson’un İzlanda’da bulunduğunu belirlediğinde, Harrison’un savı çürütülmüştü. Bu kadar ufak bir teknenin on dört günde neredeyse tüm Atlantik’i geçip geriye dönerek, üç bin beş yüz millik bir yol kat etmesi olanaksızdı.
    Lort’u savunanlar 1985’te, okyanus bilimcisi Robert Ballard önderliğinde, AmerikanFransız ortak girişimi, Titanic enkazının yerini saptadığında nihayet bir açık yakaladıklarını düşündüler. Geminin son olarak SOS verdiği yerden doğu yönünde iyice uzaklaşmış olduğu ortaya çıktı. Böylece Titanic’in mevkisinin o gece Californian’ın ortalama yirmi bir mil uzağında olduğu ortaya çıktı. Bu uzaklığın ise Lort’un ya da kaptanlarından herhangi birinin Titanic’i görmesini olanaksız kıldığı apaçıktı. Ama Ballard, eğer Titanic’in kaptanlarının düşündüğü yerden doğuya doğru sürüklenmişse, Californian’ın da sürüklenmiş olabileceğini, bunu her iki gemiyi de birbirinin görüş alanının dışına çıkardığını da göstermişti.
    Harrison’un kesin lobi faaliyetlerinin yanında, Titanic enkazının bulunması, en sonunda İngiltere Ulaştırma Bakanlığı’nı davayı tekrardan açmaya itti. 1992’de açıklanan bakanlık raporu, Lort’a kısmi bir aklama sağlamış oldu. Raporda, Californian’ın Titanic’ten on yedi ile yirmi mil içinde bir uzaklıkta bulunmasının, eğer Lort ilk işaret fişeğinde harekete geçseydi bile, batmakta olan gemiyi görmesini ve kim bilir zamanında vaka yerine ulaşabilmesini olanaksız kıldığı sonucuna varılmıştı.
    15 Nisan sabahı Lort’un Carpathia’ya yetişmesi iki saatten fazla sürmüştü ve karanlıkta buzullar içinde manevra hayata geçirmeye kalkışması halinde, bunun daha da uzun süre alabileceğini düşündüren nedenler vardı. Ve ilk işaret fişeğinin atılmasından iki saat sonrasında, Titanic esasen batmıştı. Rapora yazıldığına gore, dolayısıyla, Lort gemiden asla kimseyi kurtaramayacaktı.
    Bununla beraber, rapor her şeye karşın Lort’un hareketsiz kalmasının bağışlanamayacağını açıkça belirtiyordu. Titanic’i kurtaramasaydı bile, açıkça bunu denemesi gerekirdi. Ve hatta Titanic’i görmediyse bile, bir fişek görmüştü ve kaptanları yedi fişek atıldığına tanıktılar. Deneyimli bir denizci bunların çekince işaretlerinden başka bir şey olmadığını derhal anlayabilirdi. Buna karşın ne Lort ne de kaptanları probleminin ne işe yaradığını idrak etmek için telsiz operatörünü uyandırma zahmetine girmişlerdi.
    Titanic’le ilgili araştırma icra eden son olarak tarihçiler, 1992 raporuyla aynı fikirdeydi. Californian’dan görülen fişeklerin Titanic’ten atılması oldukça büyük olasılıktı ve yakınlarda başka bir vapur olduğuna ilişkin de hiçbir kanıt yoktu. Ama fişekler Titanic’ten atılmasaydı bile yardım isteyen başka bir gemiden atılmış olabilirdi. Lort’un buna yanıtı ise kamarasına çekilip yatmak olmuştu. Lort’un yataktan kalkmayışının birçok sebebi olabilirdi. Belki korkaktı. Ya da ne bileyim, bir ihtimal o denli kuralcıydı ki, kaptanları öteki fişeklerin atıldığını görmelerine karşın, onu rahatsız etmekten korkmuştu. Ya da bir ihtimal, sırf başka bir vapur buzulların içinde üstün dereceli denemesi yapıyor diye kendi gemisini riske atması icap ettiğini hissetmemişti.
  • Yaygın efsanenin tersine, Kristof Kolomb İspanya kralı ve kraliçesini ya da bir başkasını dünyanın yuvarlak olduğuna inandırmakta hiçbir güçlük çekmemişti. Bu, 1492’den çok uzun süre önce, eğitimli Avrupalıların genel anlamda kabul ettikleri bir bilgiydi. Kolomb’un planına direniş, değişik ve çok daha köktencilik bir fikirle, kısaca Avrupa’dan batıya yelken açarak Asya’ya yeni bir yol keşfedebileceğiyle ilgiliydi.
  • Bu arada, arkeologlar yüz bin senelik, bazı tarihlemelere göre, iki yüz bin senelik çağıl insan kalıntıları buldukları Afrika’nın Sahraaltı bölgelerinde tekrardan tarihlendirme çalışmalarına da başlamışlardı. Biyologların Havva’nın yurdunun “Cennetinin” Afrika olduğuna ilişkin bulguları buna tıpatıp uygun düşmüştü.
  • Bu, klasik bir “kilitli kapı” sırrıdır.
    Bir adam ölüme mahkum edilmiştir: Çarmıha gerilmiş, sonrasında kesinlikle ölmesi için göğsüne bir mızrak saplanmıştır. Bazı anlatılanlara bakılırsa, deneyimli lejyon kolcularının nezaretinde, cesedi bir mezara gömülmüştür.
    Ama iki gün sonrasında gömüt boştu. Durumu iyice gizemli kılan, adamı iyi tanıyan insanların, onu gördüklerini ve onunla konuştuklarını söylemeleriydi. Başlangıçta, bunun bir tür düş ya da sanrı olduğundan kuşkulanmışlarsa da, sonrasında ona dokunup beraber yiyecek yemişler ve en sonunda, insanın dirildiğine karar vermişlerdi.
    Kuşkusuz, bu adam Nasıralı İsa’dan başkası değildi. Dirilişi de yalnız Hıristiyanlığın temeli olmakla kalmamış, bununla birlikte ortalama iki bin senedir tarihçileri uğraştıran bir gizem olarak kalmıştı.
    Döneminde yaşayan bir çok insana kıyasla, İsa’nın oldukça iyi belgelenen bir yaşamı vardı.
    İkinci yüzyılın başlarında yazmış olan Romalı tarihçi Tacitus, “Hristos”un Romalı vali Pontius Pilatus tarafınca ölüme mahkum edildiğini belirtmişti. Tacitus onun ölümünün ona inananların “ölümcül batıl inançlan”nı engellemediğini de eklemişti.
    Yahudi kaynaklan, birinci yüzyıl tarihçisi Josefus [2500 Yıllık Savaş Tarihi, J. Keegan, Aykırı Yayınları, s. 50’de Romalıların Kudüs Kuşatması’nı anlatan yazar] haricinde, aynı derecede eksiktir. Josefus, Pilatus tarafınca çarmıha gerilerek idama mahkum edildikten sonrasında, İsa’nın iyi mi “dirilmiş olarak ortaya çıktı”ğım aktarır. “Şundan dolayı Tanrının peygamberleri, bunlar ve onunla ilgili öteki mucizeler mevzusunda kehanette bulunmuşlardı.” Bu ifade seçimi apaçık inanlara özgü olduğundan, bir çok tarihçi sonradan bazı Hıristiyan kopyacıların bunu eklemiş olmaları gerektiği sonucuna varmışlardı. Yine de, bir çok Josefus’un ilk metninin İsa’nın vefat etmesiyle ilgili ifadeler içerdiğini öne sürmüşlerdi.
    Roma ve Yahudi kaynaklarında tek bulabildiğimiz bazı anlatımlardır. Tarihçiler, İsa’nın “çile çekmesi” ya da acı çekmesi hakkında daha oldukça şey öğrenmek için, gözlerini Yeni Ahit’e, bilhassa de Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın dört sevindirici haberine çevirmişlerdi. Sevindirici haberlerin en eski versiyonları dördüncü yüzyıldan kalmıştır fakat bir çok tarihçi orijinallerinin 70 ve 110 yılları ya da dirilişten sonrasında 40 ve 80 yılları aralığında yazılmış olduklarına inanıyor. Bu versiyonlar, İsa’nın havarileriyle son yemeği dahil, hep aynı temel öyküyü konu alıyor: İçlerinden birinin, Yahuda İşkariyot’un ihaneti, tutuklanma, yargılama, çarmıha gerilme ve diriliş!
    Bunun haricinde, aklınıza gelen her türlü tutarsızlık bulunur. Tarihçilerin çoğunun yazıların en eskisi olarak görmüş olduğu Markos’da. üç hanım mezarda beyaz giysili genç bir adam görür; adam onlara İsa’nın dirildiğini söylemek için gönderilen bir haberci çıkar. On yıl ya da daha uzun bir süre sonrasında, Matta bir zelzele, göz kamaştırıcı bir ışık ve İsa’nın hanımefendilere hakikaten görünmesini ekler; sonrasında İsa, Gelile dağında on bir havarisine görünür. (On ikincisi, Yahuda kendisini asmıştır.) Matta ile bununla birlikte yazılan Luka’da mezardaki bayanların sayısı belirtilmez; mezarda iki melek belirir ve dirilen İsa öncelikle hanımefendilere değil, Emmaus yolunda iki kişiye görünür. Yuhanna’da ise, bir bayan mezara gider ve İsa onlarca defa görünür.
    Bu yazıların yazarları niçin öykülerini dosdoğru anlatmazlar? Başka ayrıntılar şeklinde, dirilen İsa’nın kaç kez görünmüş olduğu, kimlere görünmüş olduğu, görünme zamanı ve bölgeleri mevzusunda da değişik şeyler anlatırlar.
    Biroldukça kişiye gore, bu tutarsızlıklar yazıların tarihsel belge niteliğini tamamen yitirmeleri için kafi bir nedendi. Daha derin düşünülürse İsa’nın öteki olağanüstü nimetleri şeklinde diriliş öykülerinin tümü akılcı inanca meydan okur. Daha ikinci yüzyılda, felsefeci Celsus, dirilişin “bu başarısızlık karşısında İsa’nın öldükten sonrasında dirildiğini sanacak kadar kendilerini ağır yas havasına kaptıran” havarilerin bir fantezisi bulunduğunu söylemişti.
    On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, akılcılığın eğitim gören Batılıların çoğunda dinsel inancın yerine geçişiyle beraber, bilhassa Alman üniversitelerinin önde gelen tanrı bilim bölümlerini dolduran liberaller içinde, Celsus’un görüşleri değişik şekillerde egemendi. Mesela, 1782’de Kari Friedrich Bahrdt çarmıha gerilme için “iki çivi teorisi”ni ortaya attı: İsa çarmıha gerilirken, ayaklarından değil, ellerinden çivilendiği için, çarmıhtan indirildiğinde yürüyebildiği sonucuna varmıştı. Bahrdt, İsa’nın inananlarının ona ağrı kesici ilaçlar verdiklerini, ölmüş şeklinde görünmesinin de bayılmasına bağlı bulunduğunu, sonrasında İsa’yı sakladıklarını ve sağlığına tekrardan kavuşturduklarını varsaymıştı. 1835’de David Friedrich Strauss yalnız efsaneleşmiş oldukları nedeni öne sürülerek, tüm yazılardaki anlatılanları göz ardı etmişti. Strauss diriliş öyküsünü kitlesel histeri olarak açıklamıştı.
    Amerika’da da akılcılık egemen olmuştu. 1804’de, Thomas Jefferson yazılardan gerçek sanılan oldukça şeyi çıkarmaya karar verdi; “Jefferson İncilleri’nde geriye kalanlar, oldukça sayıda özdeyiş, kıssa ve emsalsiz anlatıların salt iskeletiydi. Hiçbir mucize, İsa’nın tanrısallığına ilişkin hiçbir izahat ve elbet hiçbir diriliş yoktu.
    Ne de olsa, tüm bunlar “Akıl Çağı” denilen bir çağda akla uygun görünüyordu. Artık yirminci yüzyılda, en dindar Hıristiyanlar bile İsa’nın öyküsünü akılcı tarihçilere bırakmaktan büyük seviyede hoşnuttu. Ortaya çıkan bir çeşit ateşkes gibiydi: Dindarlar için Hristos, tarihçiler için İsa vardı. İki taraf da birbirine pek aldırmıyordu.
    Ateşkes yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar sürdü.
    Bir dizi etken, tarihsel İsa arayışını yine canlandırdı. İlahiyatçılar tanrı bilim fakülteleri ve kilise okullarından, İsa’ya yeni bir gözle bakmakta özgür oldukları laik kurumlara geçtiler. Diğer disiplinlerden, bilhassa kültürel insanbilim ve toplumsal bilimlerden gelen bilimciler, din evveliyatına ilgi duymaya başladılar. Ama en önemlisi bir takım eski belgenin ortaya çıkarılması oldu. Bunlar tarihçilerin İsa’nın hayatına ve ölümüne bakışlarını adamakıllı değiştirdi.
    Aralık 1945’de, Yukarı Mısır’da Nag Hammadi adlı bir yerde, Muhammet Ali alSamman adlı bir Arap köylü fide hazırlamak için yumuşak toprak arıyordu. Ayağı kırmızı topraktan yapılmış bir çömleğe takıldı. Çömleği açınca, dağılmış bazı papirüs yapraklarla beraber deriye ciltlenmiş on üç papirüs kitap buldu. Bu kuru yapraklardan birkaçını ateş yakmak için kullandı fakat en sonunda ötekiler Kahire Kıpti Müzesi’nin yolunu tuttu.
    Muhammet Ali alSamman’ın bulmuş olduğu belgeler içinde, bir tanesinin başlığı “Thomas’a Nazaran Sevindirici Haber”di. İlk kilise belgeleri Thomas’ın sevindirici haberi’nden (bir çok kez küçümsemeyle) söz etmiş olsalar da tarihçiler bunun tamamen kaybolduğunu düşünüyordu. Oysa Mısır çölünün kuru havasında tümü ve neredeyse kusursuz bir şekilde gün ışığına çıkmıştı. Papirüs yaprakları radyokarbon yöntemi ile 350 ve 400 yılları arasına tarihlendirildi. Buna karşın, Thomas’ın neredeyse tamamen İsa’nın kendi sözlerinden oluştuğuna dikkat eden bazı bilimciler, metnin İsa’nın kendisinin yaşamış olduğu yıllara yakın bir zamanda, bir ihtimal daha 50’lerde yazılmış olduğundan kuşkulandılar. Bu, Thomas’ın Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dan daha eski olması demekti.
    Peki ya Thomas diriliş mevzusunda ne söylüyordu?
    Kesinlikle hiçbir şey.
    Ne de olsa, bir ölünün dirilişi o şekilde kolay kolay küçümsenebilecek bir yaşamöyküsü ayrıntısı değildir. Thomas’ın bunu duymamış ya da söz etmeyi unutmuş olabileceği düşünülemez. Bu nedenle, birçok tarihçi, dirilişin İsa ya da havarilerinin değil, sonraki Hıristiyanların, bir ihtimal Markos’un uydurması olduğu sonucuna ulaştılar.
    Thomas, çağıl bilimcileri İsa’nın ölümünden sonraki iki yüzyıl süresince şiddetlendiği görülen bir münakaşaya çekti. Bir tarafta (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna ile beraber) İsa’nın dirildiğinde ısrar eden Ortodoks Hıristiyanlar vardı. Üstelik yalnız görünmesinden söz edilmiyordu; meşru kabul edilen sevindirici haberler, dirilen İsa’nın yalnız inananlarına görünmekle kalmadığını üzerine basa basa vurguluyorlardı. İsa onlarla konuşuyor; beraber yiyecek yiyor; açık açık onlara (Lukka’da) “hayalet olmadığını” söylüyordu.
    Bu Ortodoks görüşün karşısında, Thomas’ın yalnız değişik bir kesimini temsil etmiş olduğu “Gnostikler” vardı. Onlar da İsa’nın kelimenin gerçek anlamı ile değil yaşamaya devam ettiğine inanıyorlardı. Gnostikler için, İsa vecde gelme esnasında, hayallerde ve düşlerde görünüyordu. Daha oldukça, bin yıldan fazla bir süre sonrasında Martin Luther ya da bugünkü çeşitli bağımsız kiliseler şeklinde, Gnostikler İsa’nın herhangi bir zamanda herhangi bir bireye görünebileceğine inanıyorlardı.
    Ortodoks Hıristiyanlar niçin kelimenin gerçek anlamında bir dirilişte ısrar etmişlerdi? Neden Gnostisizmi bir sapkınlık olarak şiddetle reddetmişlerdi?
    Önde gelen Gnostiklerden biri, Elaine Pagels, yanıtın dinden oldukça politikayla ilgili bulunduğunu öne sürdü. Dirilişin, dirilen İsa’yı görmüş olan öğrencilerden kilisenin liderliğini miras alan insanların iktidarını meşrulaştırmaya yaradığını söylemişti. Eğer bir insan İsa ile kendi başına ilişki kurabilseydi, bu onların iktidarını tamamen ortadan kaldırırdı. Dolayısıyla, Pagels’e gore, kilise liderleri için (Luka şeklinde) dirilen İsa’nın yeryüzünde kırk gün kalıp, sonrasında göklere yükselmesi oldukça önemliydi. Bu kırk günden sonrasında İsa’nın tekrar görünüp görünmediğine erişince… Bunu sayan mı oldu ki?
    Eskiden egemen olan İsa anlayışının yerini 1980’ler ve 1990’larda, yeni ve oldukça daha liberal bir uzlaşı aldı. Dirilişin, heybetli da olsa, politik bir kurnazlığa indirgenmesiyle, ilahiyatçılar özgürce İsa’nın ölümünden oldukça özdeyişleri üstünde yoğunlaşabileceklerini hissettiler. “Mesih” imgesinden kurtulan İsa çeşitli kılıklara büründürüldü: Köylü, haham, Buda, devrimci, hatta ince espriler icra eden bir talkshowcu.
    Bu tabloları çizen birçok şahıs 1985’te “İsa Seminer”inde bir araya geldi. Burada katılımcılar yalnız yazıların tarihselliğini ele alıp tartışmakla kalmadılar, bu tarz şeyleri oyladılar da! İsa’nın sözlerini kırmızı mürekkeple basma geleneğini alaya alan akademisyenler, sırayla bir sandığa boncuklar attılar. Kırmızı boncuk yazının hususi bir bölümünün “emsalsiz” olduğu anlamına geliyordu. Pembe “bir ihtimal” demekti. Siyah “kesinlikle olmadığı” anlamındaydı.
    Oylama hem oldukça gülünçtü hem de açıkta yapılması sağlanmıştı. Katılanlar cidden ilgiliydiler, birçoğu için İsa’nın tarihselliği bilimsel nitelikli bir ilginin ötesindeydi. Kurucu Robert Funk, İsa Semineri’ni Hıristiyan sağa direkt ve bilgili bir meydan okuma, dinsel söylemin kontrolünü Pat Robertson ve Jery Falweller gibilerinden alma çabası olarak görüyordu.
    Gene de Robertson ve Falwell’in tersine, Funk ve seyircileri ciddi akademisyenlerdi ve bu, onlara entelektüel bir sorun sunuyordu. Onlara gore, yazılar kırsal bölgelerde gezinen bir bilgeye, bir tür Yahudi Sokrates’e ilişik yığınla kanıt içeriyordu. Bununla beraber, yalnız İsa’nın özdeyiş ve kıssalarını aktarıp, arkasından kendi ölümü ve dirilişi mevzusunda İsa’nın kendi sözleri dahil, yazılardaki her şeyi bir yana atamazlardı.
    Böylece oldukça çeşitli yollar izlediler. Bazısı, California’daki Antik Çağ ve Hıristiyanlık Enstitüsü’nden Burton Mack şeklinde, çilenin daha sonraki Ortodoksluğun uydurmasından başka bir şey olmadığını öne sürdü: Tapınak vakası olmamıştı, son yiyecek yoktu, hatta bir ihtimal İsa çarmıhta da ölmemişti. Chigaco’daki DePaul Üniversitesi’nde profesör olan eski bir papaz, John Dominic Crossan, son yiyecek olduğu sonucuna vardı fakat “her insanın bir son yemeği vardır, marifet, onu evvel bilmektir” diye komiklik yapmaktan da geri durmadı. Crossan, çarmıha gerilen İsa’nın cesedinin öteki çarmıha gerilenlerin yazgısından kurtulmasının olanaksız olduğu kısaca, yırtıcı köpekler tarafınca yendiği sonucuna vardı.
    Muhafazakar akademisyenler, yazıların ya da tarihsel çözümlemelerin gerçek İsa’yı açığa çıkarabileceği mevzusunda yanlış yönlendirmekle semineri suçlayınca, İsa Semineri’nin bir karşı tepki yaratması şaşırtıcı değildi. Biroldukça tutucu akademisyen, yazıların çarmıha gerilme ve diriliş kehanetleriyle ne seviyede dolu bulunduğunu vurgularken, liberaller için bunlar yalnız “Sevindirici Haber” yazarlarının uydurmalarına yeni örneklerdi.
    Genelde, feminist hatta gay bir İsa’nın bile düşünüldüğü bilimsel nitelikli çevrelerde, liberal uzlaşınm değişik türleri geçerliliğini koruyordu. Martin Luther şeklinde, İsa Semineri’nden Robert Funk da tezlerini kilisenin kapısına çivilemiş ya da bir ihtimal saydam bantla yapıştırmıştı.
    Bunların kilise kapısında kalıp kalmayacaklarını ise süre gösterecek…
  • Çanakkale’den yalnız birkaç kilometre uzaklıkta, Trakya’yı Anadolu topraklarından ayıran dar boğazın Asya yakasında, Hisarlık adlı ufak bir tepe vardır.
    Heredot, Ksenefon, Plutarkhus ve öteki Yunanlı ve Romalı klasik yazarlara gore, burası Troya’nın, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında geçen Troya’nın bulunmuş olduğu yerdir. Klasik Yunanlılar, Homeros’un Troya’yı sahiden görmüş olduğundan güvenilir değillerdi. Buna karşılık, ne anlattığı savaşların gerçekliğinden ne de Hisarlık ve çevresinde geçtiğinden şüphe duyuyorlardı.
    İnsanların tanrılara benzediği (ve tanrıların da tam anlamıyla insan olduğu) bir dünyada, iki tarafın en büyüklerinin savaştığı yer işte burasıydı! Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’in, dünyanın en güzel bayanı Helena’yı Yunanistan’daki evinden kaçırdıktan sonrasında getirmiş olduğu Troya burasıydı! Yunan kralı Agamemnon’un Helena’yı geri getirmek için askerlerine hedef gösterdiği Troya burasıydı! En büyük Yunan savaşçısı Achilleus’un, Paris’in kardeşi Hektor’u öldürmüş olduğu yer işte bu Troya’ydı. İlyada’nın son sahnesinde, Priamos oğlunun cesedini geri götürmek ve Yunanlılar ile Troyalılar içinde bir ateşkes yapmak için Achellius ile buluşmuştu.
    Ama Odysseia’yı okuyanların bilmiş olduğu şeklinde, öykü orada noktalanmamıştır. Paris, Achellius’un topuğuna indirdiği ölümcül bir darbe ile kardeşinin öcünü almıştır. Ve dev tahta atın yardımıyla, Yunanlılar Troya surlarının içine sızarak, en sonunda şehri tahrip etmişlerdir. Böylece Troya’nın altın çağı sonlanmış ve oldukça süre geçmeden, Yunanistan’ın altın çağı adım atmıştır.
    Tüm bunların gerçekliğine ve Hisarlık’ta geçtiğine duyulan inanç, hemen sonra fatihleri bölgeye çekmişti. İÖ 480’de Pers Kralı Kserkes, Çanakkale’den Yunan topraklarına geçmeden derhal ilkin, Hisarlık civarlarında bin boğa kurban etmişti. Bir buçuk yüzyıl sonrasında, Büyük İskender birliklerini ters yönde harekete geçirdiğinde, aynı yerin civarlarında Achellius’un anısına adaklar adadı. Tüm Ortaçağ ve Rönesans’ta, gezginler Troya olduğuna inandıkları Hisarlık’ı ziyaret etmeyi sürdürdüler.
    Ne var ki, on sekizinci yüzyıldan başlayarak, bilim adamları daha kuşkucu bir yaklaşım benimsemeye başladılar. Birbir çok, bırakalım Homeros destanlarının anlattığı anıtsal savaşı, Troya’da bir harp olduğundan bile kuşkulanıyordu. Onlara gore. bir kere Heredolos ile Homeros içinde yüzlerce senelik bir mesafe bulunuyordu; üstelik gene yüzlerce senelik bir süre dilimi, allın çağ denilen süreci ozanın yaşamından ayırıyordu.
    On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar, araştırmacıların yalnız ufak bir azınlığı, İlyada Odysseia’nın gerçek vakaları aktardığına inanıyordu. Eğer tarihte gerçekte Troya diye bir kent var ise, bu şehrin Hisarlık’ta olduğuna inananlar daha ufak bir azınlıktı. Çoğunluk İlyada ve Odysseia’nın tarih değil, büyük bir destan bulunduğunu düşünüyordu.
    Troya’nın gerçekliğine inanmayı sürdürenler içinde, bölgedeki ABD konsolosu ve amatör kazıbilimci. Frank Calvert de vardı. 1860’ların ortasında, Calvert Hisarlık’ta birkaç ön kazı yapmış, klasik çağlara ilişik bir kale kalıntısı ve İskender döneminden kalına bir sur bulmuştu. Buldukları cesaret vericiydi fakat Calvert’i Hisarlık’ın altında birçok tarihsel katmanın bulunduğuna ve burası için kendisininkinden daha oldukça para yutacak türde bir kazının zorunluluğuna da inandırmıştı.
    Calvert, hemen sonra, 1868’de, bölgeyi ziyaret eden Homeros tutkunu bir Alman milyoneri, Heinrich Schliemann’ı yemeğe çağrı etti. Calvert’in tersine, Schliemann’ın bu mevzuda bir şeyler yapabilecek kadar oldukça parası vardı.
    1870’de ekibiyle beraber kazıya başladı.
    Schliemann, Homeros’un Troya’sının sadece Hisarlık’ın alt katmanlarına bir tünelle inilerek bulunabilecek kadar eski olduğuna inanıyordu. Böylece, direkt katı kaya yatağına ulaşıncaya kadar, tepenin oldukça büyük bir kesimini açtı. Kazarken, çeşitli Taş Devri eşyaları bulması kafasını karıştırdı, bundan dolayı bunların mantıksal olarak Homeros’un betimlediği Tunç ya da Taş Devri şehrinin altında bulunması gerekirdi. 1872 Mayısında, Schliemann günlüğüne yazdığı notta “kafasının karıştığı”nı itiraf etti. Gene de kazıyı sürdürdü.
    Derken, 1873 Mayısında sözcüğün gerçek anlamıyla altın buldu. Schliemann, hemen sonra öyküyü anlatırken söylediği şeklinde, işçilerinin altın parıltısına gösterebileceği tepkiden çekinmişti. O günün doğum günü bulunduğunu o anda hatırladığını söyleyerek, kazıyı paydos etmişti. Sonra altını salıyla kaçıracak olan karısı, Sophia’yı çağırmıştı. Schliemann çifti rüyalarını süsleyen hazinelerini sadece hemen sonra inceleyebilmişti. Binlerce altın yaprak parçasından oluşan 2 altın taç, 60 altın küpe ve 8750 altın yüzük dahil, nadide altın ve bakır işleri vardı.
    Schliemann, bunun Helena’nın mücevherlerinin de bulunmuş olduğu Kral Priamos’un hazinesi olduğu sonucuna varmıştı. Daha sonrasında, kraliyet ailesinin bir üyesinin Yunanlılar şehri yağmalarken, gömü sandığını kaçırılmış olduğu spekülasyonunu yapmıştı. Hazine sandığı ve kent alevler içinde kaldığında, talihsiz Troya yıkıntı yığınına dönüşmüştü. Schliemann, mücevherlerin civarlarında bulunan bakır anahtarın, bir zamanlar sandığı açmak için kullanıldığım sanmıştı.
    Hazinenin güvenliğinden hala kaygılı olan Schliemann, hazineyi Yunan sınırından kaçırdı. Bu, Türk yetkililerinin hoşuna gitmedi ve Schliemann’ı mahkemeye verdiler. 1875’de Schliemann’ın Türk hükümetine elli bin frank ödemeyi kabul etmesi karşılığında, Türkler bu eşi olmayan ve paha biçilmez hazinenin mülkiyetinin ona ilişik bulunduğunu onayladı.
    Ama Schliemann’ın o anda uyduruverdiği şeklinde, bu ‘Priamos’un Hazinesi’ miydi? Schliemann hususi konuşmalarında bazı kuşkuları bulunduğunu itiraf etmişti. Hazine ne denli görkemli olursa olsun, Hisarlık’ın Homeros’un Troyası bulunduğunu gösteren başka işaretlerin olmayışı hala kafi izahat bekliyordu. Schliemann, destanların yazdıklarına bakarak, beklediği geniş caddeler ya da kuleler ve giriş kapıları değil, tarih öncesine ilişik ufak bir yerleşimin kalıntılarını bulmuştu.
    Kazıyı tekrardan başlatma niyetindeydi fakat hazineyi ülkeden kaçırılmış olduğu için kendisine hala kızgın olan Türkler ona kazı izni vermeyi reddetti. Böylece hareketsiz kalabilecek birisi olmayan Schliemann, Troya Savaşı arayışını başka yerde sürdürmeye karar verdi.
    Eğer Priamos’un krallığına ulaşamazsa, bunun yerine Agamemnon’unkine yetişme niyetindeydi. Burada da, klasik yazarlar ipuçları veriyor ve Yunanistan’ın Argolic Yarımadası’ndaki Korent’in güneyinde yer edinen Miken’e işaret ediyorlardı. Miken’in eski Yunan krallarının gömüldüğü yer olduğu düşüncesi oldukça eskilere uzanıyordu ve Hisarlık’ın aksine Miken ortalıkta görülebilen, etkisinde bırakan harabeleriyle övünüyordu.
    Schliemann’ın aklına, asla kimsenin daha ilkin araştırmadığı Miken surlarının dışını kazmak şeklinde parlak bir düşünce gelmişti. Sonuçlar Hisarlık’takinden oldukça daha gösterişliydi. Hepsi altınla kaplı, yanlarında iki çocuk da olan on dokuz adam ve hanım mezarının kalıntılarını bulmuştu. Mezarlarda altın ve gümüş işli tunç kılıç ve hançerler, altın ve gümüş kap ve kutular ve yüzlerce süslü altın parça bulunmuştu. Erkeklerin yüzleri, muhteşem işçiliğe haiz, portre oldukları sanılan altın masklarla örtülüydü. Her zamanki şeklinde, vakaları dramatize etme kabiliyetiyle Schliemann, Agamemnon’un yüzünü görmüş bulunduğunu duyuru etti.
    Schliemann, Homeros’un gerçek insanları ve gerçek savaşları anlatmış olduğuna artık daha oldukça inanıyordu. Bununla beraber Miken’deki görkemli mezarlığın Hisarlık’taki ufak kasabayı iyice arka plana itmiş olmasının yol açmış olduğu çelişki Schliemann’ı rahatsız etti. En sonunda, 1890’da, Türkler Schliemann’a Hisarlık kazılarına devam etme iznini sadece yüksek oranda nakit para karşılığında verdi.
    Bu kez Schliemann, Priamos hazinesini bulmuş olduğu şehrin yirmi beş metre haricinde, tepenin batı sınırı yakınlarını kazdı. Orada büyük bir binanın kalıntılarını buldu. Nihayet bu, Homeros kahramanlarına layık bir yapıydı; Schliemann burasının Priamos’un sarayı olabileceğini düşündü. Üstelik işçiler binanın duvarlarının içinde emsalsiz Miken seçimi ve süslemeleriyle bir çömlek kalıntısı bulmuştu. Böylece Schliemann aramış olduğu Miken ve Troya ilişkisini bulmuştu! Eğer birbirleriyle savaşmadıysalar, en azından tecim yapmış olmalıydılar.
    Ne gariptir ki, 1890 bununla birlikte, Schliemann’ın korkulu rüyasının gerçekleştiği yıldı; bundan dolayı yeni bulgular Schliemann’ın 1870’de kazmış olduğu kasabaya gore, yüzeye oldukça daha yakın katmanlarda bulunmuştu. Bu, Homeros’un Troyası’nın Schliemann’ın hazineyi bulmuş olduğu ufak yerleşimden yüzyıllar sonrasında yapıldığını gösteriyordu. Dolayısıyla, gömü ne Priamos’a ne de herhangi bir İlyada kahramanına ilişik olabilirdi. Daha kötüsü, bu bir an ilkin tepenin altına varmak için sabırsızlanan Schliemann’ın, Homeros’un Troyası’nın kalıntılarını kazıp geçmiş olduğu anlamına da geliyordu. Böylece umutsuzca peşinden koştuğu şehrin bazı kalıntılarını neredeyse kati olarak ortadan kaldırmıştı.
    Schliemann’ın 1890’da ölmesi üstüne kazıları sürdürmek eski yardımcısı Wilhelm Dorpfeld’e düştü. Dorpfeld senenin başlarında ortaya çıkarılan büyük evin, Schliemann’ın aramış olduğu Tunç Devri şehrine ilişik bulunduğunu öne sürdü ve kazıya ilk kasabanın batısı ve güneyi yönünde devam etti. 1893 ve 1894 yıllarında, daha oldukça sayıda büyük ev, bir gözetleme kulesi ve üç yüz metrelik kent surunu ortaya çıkardı. Ayrıca oldukça sayıda Miken çömleği de buldu.
    Dorpfeld, burasının Homeros’un Troya’sı olduğu sonucuna vardı. Gerçekten de, Schliemann’ın bulmuş olduğu binalar göz önüne alınırsa, kule, büyük evler ve geniş caddeler ozanın anlattıklarına daha uygun düşüyordu. Dorpfeld’in Hisarlık katmanlarını analizi, onu Schliemann’ın ufak yerleşiminin Hisarlık’taki ikinci yerleşim olduğu ve ortalama İÖ 2500 yılına tarihlendirilebileceği sonucuna götürdü. Dorpfeld’in Troya’sı, aynı alanda inş:ı edilen altıncı şehirdi ve İÖ 1500 ile 1000 yılları aralığında kurulmuştu. Kesin olmasa da, Dorpfeld’in bulduklarını Troya Savaşı’nın geleneksel evveliyatına ortalama İÖ 1200 iyice yaklaştıran tarihleme, Homeros’un Troya’sını bulmuş olduğu inancını pekiştirdi.
    Dorpfeld’in görüşleri ortalama kırk yıl, Cari Blegen’in liderliğinde bir Amerikan ekibinin Hisarlık’a ulaşmış olduğu ana kadar geçerliliğini sürdürdü. Blegen’in 1932 ve 1938 yılları arasındaki kazıları, Dorpfeld’in hipotezinde bazı ciddi sorunlara işaret etti. Blegen, altıncı Troya’nın yok oluşunun bir Yunan istilasına bağlanamayacağı sonucuna ulaşmıştı. Surun bir parçasında temel değişikliğe uğramışken, öteki parçalar tamamen yıkılmış görünüyordu. Blegen, bu tip bir hasarın tanrısal özelliklere haiz bile olsa insan ürünü olamayacağına inanıyordu. Dolayısıyla bu hasarı sadece bir depremin yaratabileceğini düşündü.
    Blegen’a gore, Homeros’un Troya’sı Hisarlık’taki bir sonraki yedinci yerleşimdi. Troyalılar, depremden sonrasında şehri tamamen değişik şekilde tekrardan inşa etmişti. Altıncı Troya’nın büyük evleri şimdi ufak odalara bölünmüş ve geniş caddelerin kenarına, içlerinde her biri tabana saplanan büyük araç-gereç çömlekleri bulunan küçük evler inşa edilmişti. Blegen, tüm bunlara bakarak, bu yerleşimin kuşatma altında bir kent olabileceği izlenimi edinmişti. Yunanlılar Troya surlarının haricinde bulunduğundan kullanılabilen her yere göçmenler ve eşyalar doldurulmuştu. Blegen, yedinci şehrin altıncıdan kısa süre sonrasında düşmüş olduğu sonucuna ulaştı; dolayısıyla kalıntılar Troya Savaşı için verilen geleneksel tarihlemeye hala uygundu.
    Ilkin Schliemann, sonrasında Dorpfeld, sonrasında da Blegen; bu üç kazıbilimci da Homeros’un Troya’sının Hisarlık’ta gerçi değişik katmanlarda bulunduğuna inanıyordu.
    Onlardan sonrasında gelen bilimciler ve arkeologların emek harcamaları üçünü de cesaretlenebilirdi. En ümit verici kanıtlardan biri, İÖ 1200’den sonrasında yayılan Hitit uygarlığının kalıntılarından geldi. 1970’ler ve 1980’lerde, bilimciler orada bulunan kil tabletleri çözdüler. Bunların bir kısmında Hititlerin ilişkide olduğu yabancı kral ve diplomatların adları bulunuyordu. Bazı bilimciler, bu adların içinde Priamos ve Paris’in Hititçe’ye çevrilmiş adlarına rastladıklarını öne sürdüler.
    Tekrar Hisarlık’ta, 1990’ların ortasında, Alman kazıbilimci Manfred Korfmann, DorpfeldBlegen’in ortaya çıkardığı kent surlarının malum sınırlarının haricinde nerelere uzandığını saptamak amacıyla, yeni uzaktan belirleme teknolojisini kullandı. Korfmann’ın Troya’sı, Homeros kahramanlarına önceki meslektaşlarınınkinden daha oldukça yakışan bir kaleydi. Korfmann’ın analizleri, Troya surlarının İÖ 8. yüzyılda, Homeros’un bölgeye yapmış olduğu ihtimaller içinde ziyareti esnasında hala görülebildiğini de göstermişti.
    Bununla beraber, bilimcilerin çoğunluğu bugün herhangi bir sonuca ya da en azından Schliemann, Dorpfeld ya da Blegen’inki kadar trajik sonuçlara balıklama atlamayacak kadar davranışlarında ölçülü. Onlar Hitit tabletlerinin oldukça fazla yoruma açık bulunduğunu ve bırakın bir Hector ya da bir Helena’yı ya da bir Achilleus ya da Agamemnon’u, Paris ya da Priamos’un yaşamış olduğu mevzusunda kati bir kanıt oluşturmadığını vurguluyorlar.
    Bilimcilerin çoğunluğu Troya Savaşı’nın gerçekliğinin kati olarak söylenemeyeceğim itiraf ediyor. İlyada ve Odysseia, hem ozanın canlı hayal gücünün hem de uzun devam eden bir altın çağa duyulan özlemin ürünü olduğundan, bu özellikleriyle destanlar kesinlikle güvenilir bir tarihsel anlatı olamazlar. Ama Hisarlık tepesinde, bir zamanlar Miken kalesi kadar büyük bir şehrin bulunmuş olduğu mevzusunda hiçbir kuşkunun kalmamış olması, Schliemann’ı haklı çıkarmıştır. Tarihçiler her iki şehirde de yaşamış olan insanların adları ve yaptıkları mevzusunda kati bir şey söyleyememekle beraber, bu iki halkın büyük olasılıkla birbiri hakkında epey data sahibi bulunduğunu düşünüyorlar.
    Troyn halkı ve Miken halkı birbiriyle konuşmuş, tecim yapmış ve oldukça akla uygun olarak, savaşmıştı. Schliemann ve Homeros en azından bu kadarıyla haklı çıkmışlardı.
  • Yaklaşık olarak İÖ 450’de, Heredotos, tüm hazinesini tüketince, kız kardeşini belli bir miktar getirmesini emrederek, bir geneleve gönderecek kadar soysuz bir firavun olan Khufu hakkında anlatılan bir öyküyü nakletmişti. Sadık kız kardeş denileni yapmıştı. Ama yatmış olduğu adamların sayısının haricinde, başka bir şeyle anımsanacağı umuduyla, yatmış olduğu her erkekten kendisine bir taş armağan etmesini de istemişti. İşte Nil nehri civarlarındaki Gazze platosunda hala ayakta duran dev piramitlerden birini bu taşlarla inşa ettirmişti!
    Heredot yazdığı sırada, piramitler birkaç bin yıllıktı. Bununla beraber, o zamandan günümüze kadar geçen iki bin küsur yıla karşın, piramitlerin kökeni mevzusunda acayip teoriler asla tamamlanmamış olmadı.
    Bazı Ortaçağ yazarları, piramitlerin Kutsal Kitap’ta söz edilen Yusuf’un Mısır’da bolluk yıllarında tahıl depolamak için kullandığı tahıl ambarlan olduğuna inanıyorlardı. Son zamanlarda, piramitlerin güneş saati ve takvim, astronomi gözlemevleri, gözlem araçları ve UFO’lar için yer istasyonları oldukları açıklanmıştır.
    En yaygın kabul gören teoriye gore, piramitlerin firavun mezarları bulunduğunu Heredot bile biliyordu. En saygı duyulan eski Mısır bilimcilerin bu teoriye hala inanmaları nedensiz değil. Piramitler, Mısır mitlerinin hem güneşin batışı hem de ölümden sonraki yaşam yolculuğuna bağladığı Nil’in batı yakasında dizilidir. Arkeologlar yakınlarda firavunların diğer dünyaya yelken açtıkları törensel cenaze gemilerini bulmuşlardı. Piramitler firavun sarayındaki çeşitli görevlilere ilişik olduğu sanılan öteki mezarlarla çevrilidir.
    En etkili olanı da, birçok piramidin içinde taş lahitler ya da tabutların bulunmasıdır. On dokuzuncu yüzyılda, lahitlerin üzerlerindeki ya da çevrelerindeki hiyeroglif yazıların, firavunlara bir dünyadan ötekine geçişte yardım etmek amacıyla hazırlanan büyüler olduğu anlaşılmıştı.
    Gel gelelim gömüt teorisi, oldukça mühim bir kanıttan yoksundu; bir kere, bunların içinde gömülü asla kimse yoktu. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında, kaşifler ve hemen sonra arkeologlar art arda piramitlere girdiler. (Nil Vadisi süresince çeşitli durumlarda seksenden fazla piramit vardır; çöl kumlan altında gömülü başka piramitler de olabilir.) Bu araştırmacı ve arkeologlar, firavun tabutları sandıkları tabutlar buldular, soluklarını tutup açtıklarında her seferinde içlerinin boş bulunduğunu gördüler.
    Boş mezarlar hep piramitlerin soyulmasıyla açıklanmıştı. Elbette, gömüt soyguncularının bir çok, firavunların cesetlerinin değil, hazinelerinin izini sürmekteydi. Ama cesetlerin gerektiği şeklinde saklandıkları bölgeleri bulmak için süre harcamayacaklarının söylenemeyeceği şeklinde, saf altınla kaplı herhangi bir mumyayı geride bırakacakları da söylenemez.
    Tik gömüt soyguncularının eski Mısırlıların kendileri bulunduğunu, onları kandırmak için büyük çaba harcanmasından çıkarıyoruz. Mesela, Havvara’da III. Amenemhet piramidinde, giriş hiçbir yere çıkmayan dar bir geçide götürmüş olan ufak boş bir odaya çıkar. Bu geçidin tepesinde yirmi iki tondan ağır çeken devasa bir taş vardır. Kaygan iniş yolu izlenince yine hiçbir yere çıkmayan bir üst koridorla karşılaşılır. Bir duvarda gizli saklı bir tuğla kapı, üçüncü bir geçide açılır, sonrasında bir ön odaya ve en sonunda gömüt odasına ulaşmadan ilkin, eğik iki tavan bloğu daha geçilir.
    Gene de hepsi boşunaydı; Mısırlı gömüt soyguncularına engel olunamıyordu. Bu adamların kararlılıkları, yalnız arkeologları değil, dokuzuncu yüzyıl Arap yöneticisi Abdullah Al Mamun şeklinde geleceğin gömü avcılarını da düş kırıklığına uğratacaktı. Abdullah Al Mamun, geride Khufu’nun Büyük Piramiti’ne ilk bulgu seferi bulunduğunu düşündüğü gezisi hakkında detaylı bir rapor bırakmıştı. Kafileyi bir takım düzmece geçit ve kapalı galerilerde dolaştırdıktan sonrasında, en sonunda boş lahitlerden başka bir şey bulamadığı gömüt odasına ulaşmıştı.
    Napoleon’un fethinden sonrasında, Mısır’a giden Avrupalı kaşifler, mücevherlerden oldukça kesme taşlarla ilgilenmelerine karşılık, firavunların anıtlarına onların Mısırlı ve Arap torunlarından sadece birazcık daha çok saygılı davrandılar. 1818’de sonradan kaşif olan eski bir İtalyan sirk göstericisi Giovanni Belzoni, Khufu’nun oğlu Kefren’in piramit duvarlarını aşmak için koçbaşı kullanmıştı. Belzoni Londra’da yaklaşan sergisi için araç-gereç toplamakla uğraşırken, gömüt odası olduğu kabul edilen odalarda ceset arayacak kadar uzun süre kalmıştı. Bulduğu tek kemik kalıntısı, kim bilir firavunun cesedini kaçıran bazı eski soyguncular tarafınca bir tür adak amacıyla lahite atılan bir boğaya aitti.
    Hazine ve ceset arayışı 1923’te, İngiliz kazıbilimci Howard Carter, Tutankhamon’un mezarını keşfettiğinde başarıya ulaştı. Carter’ın bulmuş olduğu görkemli ve el değmemiş gömü düşünülürse, “Kral Tut” şimdi, haklı olarak kim bilir en meşhur firavundu. Hazine, som altından bir tabut ve firavunun cesedi üstünde altın bir masktan oluşuyordu.
    Ne yazık ki. bu bulgu piramitler hakkında hiçbir şeyi kanıtlamadı, bundan dolayı Tutankhamon bir piramit içinde gömülü değildi. Mezarı Mısır’ın Krallar Vadisi’ndeki kayaların içine oyulmuştu.
    Carter’ın ekibini daha da şaşırtan şey, seferi finanse eden Kont Carnarvon’un ölümüydü. Carnarvon, Krallar Vadisi’ne vardıktan derhal sonrasında, Kahire’de ölü bulunmuştu. Mezara girmiş olan öteki iki şahıs de ilkin Louvre Müzesi’nde Mısır antik eserleri bölümünün başkanı, sonrasında da New York Metropolitan Sanat Müzesi’ndeki Mısır antik eserlerinin korunduğu bölümün başkan yardımcısı kısa süre sonrasında ölmüşlerdi.
    Kaçınılmaz olarak, bu ölümler “firavunun laneti” mevzusunda her türden saçma sapan spekülasyona yol açmıştı. Bir spekülasyona gore, Carter mezarda üstünde “Firavunun huzurunu kim bozarsa, ölümün kanatları onu ortadan kaldıracaktır” yazılı bir tablet bulmuştu.
    Lanet olsun olmasın, arayış sürüyordu.
    1952’de, Tutankhamon’un mezarının keşfinden yalnız iki yıl sonrasında, George Andrew Reisner liderliğindeki Amerikalı arkeologlardan oluşan bir ekip, Khufu’nun Büyük Piramiti’nin tabanı civarlarında çalışıyordu. Makinenin ayaklarını yerleştirmeye çalışan bir fotoğrafçı, tesadüf eseri kayada kesilmiş gizli saklı bir kapının sıvasından bir parçayı kazıdı. Böylece yukarıdan aşağıya taş duvarla kaplı otuz metre yüksekliğinde sütunun bir parçası ortaya çıktı. Dibe ulaşmak iki hafta aldı.
    Orada Reisner, Khufu’nun anası Kraliçe Hetepheres’in tabutunu buldu. Mezar o zamana kadar oldukça iyi gizlenmiş olduğundan, Reisner el değmemiş bir gömüt ile karşılaşacağını umarken, lahit boş çıkmıştı. Sadece yaşadıkları düş kırıklığını atlattıktan sonrasında, arkeologlar odanın duvarında, arkasında ufak bir sandık buldukları sıvalı bir kısmın bulunduğuna dikkat ettiler. İçinde kraliçenin mumyalanmış iç organları vardı.
    Reisner’in tahmini aklına bundan başka bir şey gelmediğini itiraf etmişti kraliçenin evvel başka bir yerde gömülü olması gerektiğiydi. Demek ki, soyguncular mumya sargılarının altındaki mücevherleri almak için kraliçenin cesedini kaldırdıktan sonrasında, kalıntıları kocası ve oğlunun yanına yine gömülmüş olmalıydı.
    Bir piramit içinde el değmemiş bir gömüt bulma umudu 1951 ‘de, eski Mısır bilimcisi Mısırlı Zekeriya Goneim, Giza’nın dokuz kilometre güneyinde Sakkara’da eskiden bilinmeyen bir piramidin kalıntılarını bulduğunda tekrardan canlandı. Bu piramit daha ilkin asla dikkat çekmemişti, bundan dolayı yapımcıları hemen sonra çöl kumlarının örttüğü temelden başka bir ilerleme kaydedememişlerdi. Başlangıçta, Goneim yarım kalmış bir piramidin yalnız bir firavun kalıntısı bulunursa ehemmiyet kazanabileceğini düşündü. Ama bir tünelin içinde dar bir geçidi izlerken umutları artmıştı. Üç taş duvar süresince kazarken, daha da heyecanlanmıştı; en başta, bu yol üstünde hiçbir soyguncu bir mezarı tekrardan kapatacak zamanı bulmuş olamazdı. Piramitte mücevherlerin bulunması, nihayet burada soyguncuların asla erişemedikleri bir gömüt olabileceğini gösteriyor gibiydi.
    En sonunda, Goneim, hakkında oldukça azca şey malum fakat gene de bir firavun olan Sekhemkhet’e ilişik bulunduğunu bulmuş olduğu bir gömüt odasına ulaştı. Goneim altın bir lahdi bulduğunda, o ve meslektaşları dans edip ağlayarak birbirlerini kutladılar. Birkaç gün sonrasında, Goneim bilim adamları ve gazetecilerden oluşan seyircilerin önünde tabutun açılmasını istedi.
    Tabutun boş çıkması yeni bir şok yaratmıştı.
    Mezarında bir firavun bulunmaması, birçoğu eski Mısır bilimcilerinin piramitlerde görmüş olduğu matematik düzenliliklere dayanan sayısız teorinin doğmasına niçin oldu. Mesela, on dokuzuncu yüzyılda, İskoçyalı gökbilimci Charles Piazzi Smyth, Buyük Piramit’in yeryüzünün çevresini ölçmek için bir model olarak kullanıldığını “keşfetti.” Ne yazık ki, Piazzi Smyth’in dikkatli hesaplamaları, büyük oranda molozun piramidin tabanını hala kapladığı bir zamanda meydana getirilen ölçümlere dayalıydı.
    1974’de, fizikçi Kurt Mendelssohn, piramitlerin mezarlardan oldukça, kamu işleri projeleri bulunduğunu ve dağınık kabileler halindeki Mısırlılara ulusal bir kimlik kazandırmayı amaçladığını öne sürdü. Mendelssohn’un teorisi yalnız cesetlerin bulunmayışını değil, gömüt teorisinin bir başka çetin sorununu, kısaca birçok firavunun niçin birden oldukça piramit yaptırdığını da açıklıyordu. Mesela, Khufu’nun babası, Snefru’nun üç piramidi vardı; öldüğünde cesedinin bunların içinde dağıtılmasını istediği kolay kolay düşünülemez. Khufu’nun kendisinin yalnız bir piramidi vardı fakat burada yeraltı odaları olarak tasarlandığı görülen üç oda bulunuyordu.
    Biroldukça savunucusu olan bir başka kuram, piramitlerin anıt bulunduğunu söylüyordu bunlar ölen firavunların anıtlarıydı fakat soygunculardan uzak tutmak için başka bölgelere gizlenen gerçek mezarları değildi. Cenaze takı ve süslerinin bolca oranda olmasına karşılık, cesetlere rastlanmayışının sebebi buydu.
    Yine de, eski Mısır bilimcilerinin çoğunluğu, başka amaçlara hizmet de etmiş olsalar, piramitlerin en başta gömüt olarak inşa edildiğine inanmaya devam ediyorlar. Bunlar daha alt düzeyde görevlilere ilişik olan öteki mezarlarla çevrilidir. Eski ve yeni soyguncular onların kalıntılarının çoğunu çaldıysabile, firavunların cesetleri eskiden buralarda bulunuyordu.
    Üstünde uzlaşılan görüşe gore, piramitleri en iyi, bugün (içinde cesetlerin bulunmuş olduğu) ‘mastaba’ denilen kerpiçten dikdörtgen şeklindeki, düz tepeli mezarlarla başlamış olan mimari ilerlemenin parçası olarak anlayabiliriz. Daha sonrasında, mimarlar bir düz tepeli yapıyı ötekinin üstüne yerleştirmeye başlamışlar, en ünlüsü Kahire’nin güneyinde, Sakkara’da hala ayakta duran “basamaklı piramitler” olarak malum yapıları yaratmışlardı. En sonunda, birisi basamakları doldurmayı akıl etmiş ve kim bilir Sakkara’nın altmış kilometre kadar güneyine düşen Meidum’da malum tam piramit doğmuştu.
    Arkeolojik gelişme, tanrıbilimsel değişimlerle çakışmıştı. Mastabalarda bulunan metinler, firavunun gökyüzüne piramitlerin basamaklarını tırmanarak çıkacağına inanıldığını gösteriyor. Gerçek piramitler döneminden kalma daha sonraki metinler, güneştanrı tapımını yansıtıyor ve firavunları güneşin ışınlarına yükselirken betimliyordu. Güneş ışınlarının yeryüzünü aydınlatmasına benzetildiği kadarıyla, piramidin eğimli kenarları, gökyüzüne oluşturulan yeni yoldu.
    Güneş tapımı Mısırlı mimarlara piramitleri tasarlamak için esin vermiş miydi? İlk bakışta, yalnız bir merdivenin artık gökyüzüne ulaşmanın ergonomik bir yolu olarak görülmemesi sebebiyle, tonlarca taşın çıkarılması, taşınması ve yerlerine yerleştirilmesi olanaksız görünüyor. Ama 4500 yıl sonrasında bizim için bunu kavramak ne kadar zor olsa da, Mısır halkı bunun çabaya değdiğini düşünmüş olmalıydı. (Ve piramitleri Yahudi köleler inşa etmiş olduğu şeklindeki yaygın inanışa karşın, bu tarz şeyleri icra eden Mısırlılar’dan başkaları değildi.)
    Mısır uygarlığından kalan nerede ise her şey ölümle ilgilidir. Ölümün dinlerinin, edebiyatlarının, sanatlarının belirleyicisi olduğu anlaşılıyor. Firavunlar için, ölümden sonraki yaşam, ister merdivenlere tırmanarak olsun, ister güneş ışınları kanalıyla olsun, açıkça oldukça somut bir amaçtı. Bu nedenle, eski Mısır uygarlığını günümüze taşıyan bu anıtların, ölülerine bir yuva bulmak amacıyla yapıldığını neredeyse kati bir şekilde söyleyebiliriz.
  • Mısır’ın piramitleri, Yunanistan’ın Parthenon’u, Roma’nın Colleseum’u hep büyük uygarlıkların, firavun ve filozofların, imparator ve kahramanlarının imgelerini akla getirirler.
    Stonehenge insanda bu şekilde bir izlenim uyandırmaz.
    Salisbury Ovası’ndaki büyük taş blokların kalıntılarının çevresinde, tarihsel şehirler değil, doğu yönünde Londra’ya giden çağıl otoyollar bulunur. Burada çözülecek hiyeroglifler, yorumlanacak Sokratik diyaloglar yoktur. Stonehenge’i diken Taş Devri ve Tunç Devri insanları daha ufak taş anıtlar da dikmişlerdi. Bunların kalıntılarını kent haricinde dağınık halde bulabilirsiniz. Oysa, bu insanoğlu geride Stonehenge şeklinde bir mühendislik harikasını niçin ve iyi mi hayata geçirebildiklerini açıklayacak hiçbir şey bırakmamışlardır. Başka açılardan bakıldığında, Salisbury Ovası’nın antik halkının günlük geçimlerini zor bela yürütebildikleri bir kültür düzeyinde yaşadıkları anlaşıldığından, tarihçiler bu insanları “barbar” diye damgalamakta bir sakınca görmemişlerdi.
    Öyleyse Ortaçağdan beri bu eski taş çemberi araştıranların, yapının mimarlarını Salisbury Ovası’nın haricinde aramalarına şaşmamalı. On ikinci yüzyılda Galli rahip Monmouth’lu Geoffrey, Stonehenge’in Kral Arthur’un büyücüsü Merlin’in işi bulunduğunu düşünmüştü. Geoffrey’in ‘History of the Kings of Britain’ine (Britanya Kralları Tarihi) gore, anıt Arthur’un amcası olan Aurelius Ambrosius isminde biri tarafınca sipariş edilmişti. Ambrosius, Anglo-Saxon istilacılara karşı kazandıkları büyük zaferin anısını ölümsüzleştirebileceği bir anıt dikmek istemişti. Merlin, İrlanda’da Killarııs adlı bir yerden taş çemberleri alıp, bu tarz şeyleri Britanya’ya deniz kanalıyla getirmeyi ve hazır bir anıta dönüştürmeyi düşünmüştü.
    On yedinci yüzyılda Kral I. James, Stonehenge’e kafasını o denli oldukça takmıştı ki, saray mimarı Inigo Jones’u anıtı araştırmakla görevlendirmişti. Anıt üstünde çalıştıktan sonrasında, Jones’un Monmouth’lu Geoffrey ile uzlaştığı tek nokta, bölgede yaşamış olan Taş Devri ya da Tunç Devri halkının bu anıtı yapamayacağıydı. Jones, “Eğer elbise yapmayı bile biliniyorlarsa, görkemli yapılar ya da StoneHeng şeklinde alımlı eserler yapmayı nereden bileceklerdi?” diye düşünmüştü.
    Jones, “bu şekilde muhteşem bir yapı”nın yalnız Romalıların eseri olabileceği ve bunun bilinmeyen bir Roma tanrısına adanan bir mabet olduğu sonucuna varmıştı.
    Sonraki yıllarda, Stonehenge’i Britanya’nın yanı sıra değişik yerlerden neredeyse her yerden gelen mimarlara bağlama çabalan sürdü. Druidler olarak tanınan eski Kelt papazları şeklinde, Vikingler, antik Kuzey Galya halkı ve Anglo-Saxonlar tarafınca yapıldığım savunanlar vardı.
    Tüm bu teorilerin problemi aynıydı. Radyokarbon tarihleme yöntemi yirminci yüzyılda olmasına karşın, ilk arkeologların kaba tarihleme şekilleri, Stonehenge’in 10 1500’den daha eski tarihlerde yapılmış olabileceğini göstermişti. Bilim insanlarının çoğunluğu bu bölgeye Druidlerin en erken 10 500’de, Romalıların ise bu tarihten sonrasında geldiklerini anlamıştı. Bu, Stonehenge’in her iki grubun da İngiltere’ye ulaşmasından minimum bin yıl ilkin yapılmış olduğu anlamına geliyordu.
    Dolayısıyla, sual yirminci yüzyılın büyük bölümünde yanıtsız kaldı? Stonehenge’i kim dikti?
    1953’te bir arkeologun tesadüf eseri yapmış olduğu bir bulgu, bir çözüme işaret etti. 10 Temmuz’da, Richard Atkinson alan araştırmasının parçası olarak, Büyük Trilithon adlı taşın tarafındaki bir taşın üstündeki on yedinci yüzyıla ilişik olduğu sanılan duvar yazılarını fotoğraflamaya hazırlanıyordu. Daha iyi bir ışık kontrastı ve gölge umuduyla, öğleden sonrasında geç vakitlere kadar bekledi. Kameradan baktığında, on yedinci yüzyıl yazıtlarının altında başka yontmaların olduğu Atkinson’ın dikkatini çekti. Bunlardan biri toprağa saplı bir kamaydı. Yanında ise ortalama olarak Stonehenge’in dikildiği devirde İngiltere’de bulunan tipten dört balta vardı.
    Atkinson’ı en oldukça heyecanlandıran baltalar değil, tek hançerdi. İngiltere ya da şimal Avrupa’da buna benzer bir şey bulunmamıştı. Buna en oldukça benzeyen parçalar, Yunanistan’da bulunan Miken kalesindeki kral mezarlarından çıkarılmıştı.
    En sonunda, Stonehenge şeklinde bir anıtı inşa edebileceğini rahat rahat ileri sürebileceğimiz en gelişmiş uygarlığa götürmüş olan bir halka bulunmuştu. Daha iyisi, Miken’de bulunan hançerlerin ortalama olarak İÖ 1500’e tarihlendirilmiş olmasıydı; bu, 1950’lerde bir çok uzmana gore Stonehenge’in ortalama yapım tarihiydi. Romalılar ya da Druidlerin tersine, Miken bağlantısının kronolojik bir anlamı vardı.
    Atkinson, Stonehenge’in daha çağdaş Akdeniz’den gelmiş olarak, Britanya’yı ziyaret eden bir mimar tarafınca tasarlandığını öne devam eden sağlam bir kuram geliştirdi. Salisbury Ovasında bir Miken prensinin gömülü olabileceğini tahmin ediyordu. Stonehenge sorununa en sonunda bir çözüm bulunmasıyla rahatlayan arkeoloji dünyası, bu teoriyi benimsedi.
    Ama Miken teorisi benimsendiği hızla çöktü. 1960’larda yeni bir radyokarbon tarihleme yöntemi bulunmuş oldu ve arkeologlar, karşılarında ansızın Stonehenge’in evvel düşünüldüğünden ve Miken uygarlığından oldukça daha eski bulunduğunu gösteren sağlam kanıtlarla karşılaştılar. Yeni radyokorbon tarihlemeleri, Miken kalesinin İÖ 1600 ve 1500 yılları aralığında yapıldığını doğrulamakla beraber, Stonehenge’in yapım tarihini oldukça gerilere, herhangi bir Akdeniz tesirinin görülemeyeceği kadar gerilere itti.
    Bu son hesaplamaya gore, Stonehenge çemberinin kenarları ve dış hendekleri, ortalama İÖ 2950 yıllarında başladı. İÖ 2900 ve 2400 yılları aralığında, bazı ahşap yapılar çemberin içine eklendikten kısa süre sonrasında, bunlar yerlerini malum taş yapıya bıraktılar.
    Yeni tarihlemeler yalnız Miken teorisini değil, onun temelindeki tüm “yayılmacı” akıl yürütme sistemini de yıktı. Açıkçası, Stonehenge, büyük Avrupa uygarlıklarından biri tarafınca dikilemeyecek kadar eskiydi ve Avrupadışı uygarlıklar da oldukça uzaktı. İlk kez, birçok bilimci Stonehenge’i inşa edenlerin Stonehenge civarlarında yaşamış olan insanoğlu bulunduğunu ve taş blokları dış yardım almadan diktiklerini kabul etmek mecburiyetinde bırakıldı. Görünürde ilkel olan bir halk her nede olsa dünyanın en sağlam anıtlarından birini dikmişti!
    Sanki bu yeterince şaşırtıcı değilmiş şeklinde, Stonehenge’i inşa eden insanoğlu bir de 225 kilometre öteden, güneybatı Galler’deki Preseli Dağları’ndan taşıdıkları taşlan kullanarak, işlerini iyice zahmetli bir hale getirmişlerdi.
    “Koyu bazalt” (gerçekte daha oldukça gri tonlarında bulunan bir kaya türü) 1932’de yerbilimci H. H. Thomas tarafınca kaynağında bulunmuş oldu. Üç tip koyu bazalt kaya, Stonehenge civarlarında bulunan öteki kayalara benzemiyordu fakat Thomas birbirinin aynısı olan üç tipin Galler’deki Carnmenyn ve Foel Trgarn Dağlarının dorukları arasındaki naturel kaya yataklarından toplanabileceğini anlamış oldu.
    Salisbury Ovası halkı, bazıları beş ton çeken bu taşları Galler’den İngiltere’ye kadar iyi mi taşımıştı?
    Thomas’in keşfi, bazılarını Monmouth’lu Geoffrey’in Merlin’in büyüsüyle ilgili masalını gözden geçirmeye yöneltti. Arkeolog Stuart Piggort, folklorda bazı emsalsiz sözel geleneklerin gizli saklı olabileceğini düşünmüştü. Geoffrey’in Merlin’den söz ederken taşların batıdan (aslen İrlanda’dan, Galler’den değil) getirilmiş bulunduğunu yazması ilginçti. Ayrıca, Geoffrey’in taşların Stonehenge’e yüzdürülerek getirildiğini de yazmış olması, halkın belleğinde bunların İrlanda Denizi’nden taşındığının bir kalıntı olarak yer etmiş olmasından kaynaklanabilirdi. Geoffrey, Stonehenge’i inşa eden halkın, Salisbury Ovası çevresinde yığınla başka türden kayalar olmasına karşın, niçin taşları bu kadar uzaktan getirdiğinin ipuçlarını da vermişti: Belki Stonehenge’i inşa edenler, Geoffrey’in Merlin’i şeklinde, bu kayaların büyülü güçleri olduğuna inanıyorlardı.
    Bir çok tarihçi, bilhassa Geoffrey’in genel anlamda sistemsiz tarih yorumunun ışığında, Piggott’un varsayımlarının bir parça zorlama bulunduğunu düşündü. Buna karşın, minimum seksen beş ya da daha çok taşın Preseli Dağları’ndan Salisbury Ovası’na iyi mi getirilmiş olduğu sorusu yanıtsız kaldı.
    Bazıları, en başta yerbilimci G. A. Kellaway, bazalt kayaların insanoğlu tarafınca değil, buzullar tarafınca taşındığını öne sürdü. Ama son olarak buzul çağının Preselis ya da Salisbury Ovası kadar güneye inmediğine inandıklarından, bir çok uzman Kelleway’a karşı çıktı. Bu doğra olsaydı bile, buzulların bazalt taşlarını Galler’deki ufak bir alandan toplayıp, her yere dağıtmak yerine, İngiltere’de ufak bir alana yığması büyük seviyede olanaksızdı. Bristol Kanalı’nın cenup ya da doğusunda başka bazalt taşlarının bulunmaması (şimdi Salisbury Müzesi’nde bulunan fakat tarihçilerin kuşkuyla yaklaştığı ihtimaller içinde tek kural dışı haricinde) buzul teorisine karşı kuvvetli bir kanıt oluşturdu.
    Dolayısıyla, bir zamanlar görünmüş olduğu şeklinde olanaksız da olsa, en yaygın izahat, Salisbury Ovası bölgesinde yaşayan insanların salları birleştirerek, bazalt taşların; İrlanda Denizi’nden taşıdıklarıydı. Yolculuk bile Salisbury Ovası’nda yaşayan halkın şaşırtıcı ve muhteşem bir teknolojik uzmanlığa haiz bulunduğunun bir başka kanıtıydı.
    Yayılımcılık teorisini savunanların çelişkiye düşmesiyle beraber, 1960’larda Salisbury Ovası’nda yaşayan halkın lehine daha çarpıcı iddialar öne sürüldü. İddiaları öne sürenler bu kez astronomlardı, arkeologlar ya da jeologlar değil.
    Astronominin öne fırlamasına ilk kez 60’lı yıllarda şahit olmadık. Daha on sekizinci yüzyılda, William Stukely Stonehenge’ in temel çizgisinin “günlerin en uzun olduğu zamanlarda, güneşin nereden doğduğunu” gösterdiğini belirtmişti. Anıtı inceleyen öteki birçok şahıs de taşların değişik şekillerde güneş, ay ya da yıldızları gösterdiğini bulmuşlardı. Oysa, bu araştırmaların hiçbiri Boston Üniversitesi astronomu Gerald Hawkins’inki kadar gürültü koparmamıştı. Hawkins’in telaşlı davranarak ‘Stonehenge Decoded’ (Sırrı Çözülen Stonehenge) diye başlık attığı kitabı 1965’te gösterildi ve tüm dünyada oldukça satan listelerine girdi.
    Hawkins, anıttaki 165 temel noktanın dizilişiyle, güneş ve ayın doğduğu ve batmış olduğu konumların sağlam bir ilişki içinde bulunduğunu buldu. Hatta Stonehenge’deki çukurların oluşturduğu ‘Aııbrey Delikleri’ adında olan bir çemberin, ay tutulmalarını anlamak için kullanılmış bulunduğunu ileri sürmesi daha büyük bir münakaşa yarattı, Hawkins Stonehenge’i bir “Neolitik bilgisayar’^ benzetiyordu.
    “Miken” yontmalarını bulmuş olduğu için Stonehenge mevzusunda hala baş otorite olarak kalan Atkinson, “Stonehenge’de Ayışığı” adlı çarpıcı bir başlık attığı makalesiyle tekrardan gündeme oturdu. Atkinson, göksel dizilişlerin tesadüf eseri olma ihtimalinin epey yüksek bulunduğunu ileri sürdü. Aubrey Delikleri’nin ay tutulmalarını anlamak suretiyle kullanıldığına erişince, Atkinson deliklerin gömüt çukurları olduğuna ve kazıldıktan derhal sonrasında doldurulduğuna ilişkin kanıtları gösterdi.
    Bir seviyede, bunu izleyen münakaşa gökbilimci ve arkeologları karşı karşıya getirmiş olduğu şeklinde, her iki disiplinin uzmanları da karşı tarafın teknik tezlerini sık sık yanlış anlamışlardı. Astronomlar, Stonehenge’in bir astronomik gözlemevi olarak kullanıldığına dair birçok değişik görüş ortaya attılar; sadece bunların bazıları Hawkins’inkinden oldukça daha kolaylıkla göz ardı edilebilecek özellikteydi. Gene de astronomlar, sanki dizilmiş şeklinde görünen bu noktaların birbirlerinden yüzlerce ya da hatta binlerce yıl sonrasında yapılmış olabileceği olgusunu görmezlikten gelirken,değişik noktaların iyi mi güneş ya da aya gore dizildiğini vurgulama eğilimindeydiler.Arkeologlar ise bu teorilerin çoğunun açıklarını yakalamakta süratli davranıyorlardı.
    İkinci bin senenin sonunda, münakaşa sürse de, bazı uzlaşma işaretleri görüldü. Astronomlar içinde bile, Hawkins’inki şeklinde en aşırı teoriler gözden düşerken, nerede ise tüm arkeologlar (Atkinson dahil), en azından birkaç göksel dizilişin, bilhassa de güneşle ilgili dizilişlerin, bir tesadüf olamayacağını kabul ettiler. Bilimcilerin bir çok, en büyük olasılıkla, anıtın en azından çağıl anlamda bir gözlemevi olarak asla kullanılmadığında fakat Stonehenge halkının bir ihtimal tarih öncesi bir törenin parçası olarak, oradan güneşi gözlemlemiş olabileceğinde anlaştı.
    Gene de bu ilkel türdeki astronomileri bile, Salisbury Ovası halkının gökyüzünü incelediğini ve kendi buluşlarını kaydettiği bir çeşit sisteme haiz bulunduğunu göstermişti. Açıkçası, bazı yönlerden ne denli ilkel olurlarsa olsunlar, Stonehenge’i yapanlar bazı yönlerden fazlaca gelişmişlerdi. Bu anlamda, son olarak keşifler, bir taraftan Stonehenge’i daha derinden kavramamıza yol açarken, bununla birlikte anıtı icra eden insanların üstündeki sis perdesini de kalınlaştırmıştı.
  • “Komite, kaçınılmaz olarak, Californian’ın Titanic’e süvarisinin söylediğinin aksine, on dokuz milden yakın olması, süvarisi ve mürettebatının Titanic’in çekince fişeklerini görmelerine karşın, insanlığın ve internasyonal hukukun gereklerine aykırı olarak bu imdat çağrısına cevap vermediği sonucuna varmıştır.”
  • “Afrika’dan çıkış” teorisi olarak malum teoriye gore, insan soyu ilkin Afrika’da ortaya çıktı, sonrasında Ortadoğu’ya yayıldı ve son olarak Avrupa’ya ulaştı. İnsanlar hemen sonra geldikleri iki kıtada, daha ilkel Neandertallerle karşılaştı ve sonuçta insanlarla temasa geçen öteki birçok türün de yazgısını paylaşan Neandertaller tükendi.
  • Yeni tarihleme yöntemleri, çağıl insanoğlunun Neandertallerden çok daha eski olmasa bile, onlar kadar eski olduğuna dair daha çok kanıt sağladı. Bilimciler, eski tahminleri nerede ise doğrulayarak, Neandertallerin yaklaşık altmış bin yıl önce, Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde yaşadığını tahmin ettiler. Ama çağıl insanla ilgili yeni tarihlemeler gerçek bir şok yaratmıştı: Modern insanının Ortadoğu’da yaklaşık doksan bin yıl önce, kısaca eskiden düşünüldüğünden çok daha önce yaşadığı ortaya çıkmıştı.


Tarihin Büyük Sırları İncelemesi – Kişisel Yorumlar

İçinde değişik değişik mevzularda uzman yada hobi amaçlı uğraşan kişilerin gerçekliklerini sorgulamalarıyla bazılarında sis perdesini kalkmasını elde eden bazılarında sis perdelemesini yumuşatan genel kültür ve tarih meraklılarına hitap elen bir emek verme.
Not:Tarihe karşı oldukça meraklı bir insan değilim. 4-5 mevzuda merak ettiğim için hepsini okudum ve pişmanlık duymuyorum. 😀 (mustafa tamer akder)

Tarih okumak insana binlerce senelik bir görüş açısı kazandırır.Bu görüş açısı da size bir hükmün sebebinin genelleşmesiyle beraber genelleştiğini,sebebinin yok olmasıyla beraber de yürürlükten kalktığını gösterir.Bu kitapta yazar size iki şeyi vaat ediyor:Tarihteki mühim vakalar hakkında konuşulan karanlık noktaları aydınlatacağını ve zihninizdeki hükümlerin sebeplerinden sizi kurtaracağını.Fakat bildiklerinizin inşa edeceği yargı geminize herhangi bir katkıda bulunmuyor. (Sefa Akgül)

Yazar , kitabın adına uygun bir yaratı çıkarmış .Sırlar sır olarak kalmış değişik bir şey katmadı bana.Bunun yerine arkeolojik belgeselleri izlemenizi tavsiye ederim.Birebir aynıları , üstelik belgesellerdeki görsellik olması da artısı. (Verda)


Tarihin Büyük Sırları PDF indirme linki var mı?


Paul Aron – Tarihin Büyük Sırları kitabı için internette en oldukça meydana getirilen aramalardan birisi de Tarihin Büyük Sırları PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan bir çok kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF’leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Paul Aron Kimdir?

Paul Aron Williamsburg Vakfı Yayınları Direktörü. Daha ilkin Virginia Gazete’de yönetici, editör ve muhabir olarak çalıştı


Paul Aron Kitapları – Eserleri

  • Tarihin Büyük Sırları


Paul Aron Alıntıları – Sözleri

  • 18 Nisan 1912 gecesi Kaptan Arthur Roston’un yönetimindeki ufak Carpathia gemisi, New York Limanı’na girdi. Çan, düdük ve sirenlerini çalan belediye başkanının römorkörü ve irili ufaklı tekneler tarafınca karşılandı. Rıhtımda yolcular borda iskelesinden inerken, derhal üstlerine üşüşen kalabalık bir gazeteci grubu dahil, kırk binden fazla insan bekleşiyordu.
    Bu yolcular, birkaç gün ilkin anlaşılmaz bir halde okyanus sularına gömülen batmaz vapur, Titanic’ten kurtulan kazazedelerdi.
    Carpathia, Titanic’in SOS sinyallerini ilk kez 14 Nisan gece yarısından derhal sonrasında işitti. Roston, dev gemiyi kurtarmak için derhal rotasını değiştirdi. Roston Titanic’i parçalayan aynı buzul alanında ilerlemek zorunda olmasına rağmen, Carpathia’nın hızını on yedi mile çıkarmıştı ki, bu, vapur için bir hız rekoruydu.
    Carpathia dört saat sonrasında, Titanic’in telsizle bildirdiği son mevkisine ulaştı. Yaklaşık bir buçuk saat gecikmişlerdi: Titanic, gemide kalan 1502 yolcu ve mürettebatı ile beraber batmıştı. Roston birkaç saati gemiden kurtulanları arayarak harcadı. Sabah 08: OO’de Titanic’in filikalarına binmeyi başaran 750 kişiyi denizden toplamıştı.
    İşte tam bu aşamada, Kaptan Stanley Lort’un gemisi, Californian sahnede belirdi. Kazadan kurtardığı yolcuları süre geçirmeden New York’a götürmek isteyen Roston, son aramayı Lort’a bırakarak, uzaklaştı. Lort başka kazazede bulamadı ve ilk rotasına geri döndü. Carpathia’nın New York rıhtımına yanaşmasından dokuz saat sonrasında, Californian da sükunet içinde Boston limanına süzüldü.
    Oldukca geçmeden. Lort tüm şimşekleri üstüne çekti. Birkaç gün içinde, dünyanın dikkati Carpathia’dan Californian’a yöneldi. Californian mürettebatıyla görüştükten sonrasında, birçok Boston gazetesinde, geminin sulara gömülmekte olan Titanic’e, Carpathia’dan daha yakın olduğu haberleri gösterildi. Gerçekten de, 14 Nisan gecesi 11: 00 şeklinde, Lort ve mürettebatı sahiden, güneydoğu yönünde yalnız birkaç mil uzaklıkta bir vapur görmüştü. Oldukca geçmeden, Titanic’teki bazı kişiler de kuzeybatıda bir vapur saptamışlardı.
    Böylece, gece yarısından, bununla birlikte, Titanic’in korkulu buzdağına çarpmasından, derhal sonrasında Californian’ın kaptanları öteki gemiden atılan bir havai fişek gördüler. Titanic’in yardım amacıyla havai fişekleri ateşlediği birkaç saat içersinde Californian’ın kaptanları ve mürettebatı yedi fişeğin daha gökyüzünde patlayışını seyrettiler.
    Gene de Lort yerinden bile kımıldamadı. Californian, tarihçi Leslıe Reade’nin sözleriyle, tarihe “yerinden bile kımıldamayan vapur” olarak geçecekti. Lort rotasını Titanic’in son mevkisine sadece şafak sökerken, 05:00’ten sonrasında çevirdi.
    O zamandan beri, tarihçiler merakla şu suali merak ederler: Acaba Californian, Titanic’tekileri kurtarabilir miydi? Peki, kurtarabilecek durumda olsaydı, Lort niçin hiçbir şey yapmamıştı?
    Carpathia’yı New York’ta karşılayanlar içinde, felaketi araştırmak amacıyla bir altkomite kurmakta gecikmeyen Senatör William Alden Smith de vardı. 19 Nisanda, Carpathia’nın rıhtıma yanaşmasından bigün sonrasında Smith, WaldoorfAstoria’da kazadan kurtulanlarla görüşmüş bulunuyordu. Boston’da Californian’ın batmakta olan geminin işaret fişeklerini görmüş olduğu haberleri duyulur duyulmaz, Smith, Lort’u ve mürettebatını ifade vermeye çağırdı.
    Süvarisi ve mürettebatının tanıklığına gore, Californian 14 Nisan gecesi, Titanic’in de bulunmuş olduğu Kuzey Atlantik’in sürüklenen buzullarla kaplı aynı bölgesindeyken, Londra’dan Boston’a doğru yol almaktaydı. Buzullara karşın hızını artırarak gemisini fena sona mahkum eden Titanic’in süvarisi Edward Smith’in aksine, Californian’ın süvarisi oldukça davranışlarında ölçülü bir adamdı. Lort gemisinin gece stop etmesi emrini verdi.
    Gece ortalama l l:00’de Californian’ın telsiz operatörü, Cyril Evans, aynı bölgede bir yerlerde bulunduğunu bilmiş olduğu Titanic’e {hiç de} resmi olmayan bir bildiri geçti: “Baba konuşuyor; buzlarla sarıldık ve stop ettik.”
    Titanic’in operatörü Jack Phillips, bu müdahaleden rahatsız olmuştu. Tüm gün geminin varlıklı yolcularının mesajlarını göndermek için uğraşmıştı ve söyleşi edecek vakti yoktu. “Mesajı kati! Bize engel oluyorsunuz!” diye cevapladı.
    Tüm gün çalışmış olan ve kim bilir bu sert cevaba birazcık sıkılan Evans, telsizini kapatıp yattı. Californian’da yalnız tek telsiz operatörü bulunduğundan, bu aşamada telsiz temasından yoksun kalmıştı. Titanic gece yarısı ortalama 12:15’te SOS vermeye başladığında, Californian’da bunu duyabilecek ayakta kimse bulunmuyordu.
    Peki ya işaret fişekleri? Californian niçin Titanic’in imdat işaretlerine cevap vermemişti?
    Lort ifadesinde yalnız bir fişeğin uçtuğunu gördüğünü ve sonrasında yattığını söylemiş oldu. Kaptanları hemen sonra başka fişekler de gördüklerini haber verdiklerinde, uykulu uykulu bunların imdat işaretleri olabileceğini düşünememiş, kaptanları da ısrar etmediği için uyumaya devam etmişti.
    Ayrıca, Lort senatörlere bunların imdat işaretleri olduğundan hala güvenilir olmadığını söylemişti. Gemiler devamlı geçen gemileri selamlamak için değişik tür fişekler kullanıyordu. İmdat fişekleri çoğu zaman daha büyük ve gürültülü olduğundan, Californian’da asla kimse gece süresince hiçbir şey duymamıştı. Lort’un niçin bazı gemilerden o gece işaret fişekleri atılmış olabileceği mevzusunda hiçbir fikri yoktu. En azından, o sırada bir geminin tehlikede olabileceğine inanması için bir niçin yoktu.
    Lort, ifadesinin devamında aslen kendisini ve mürettebatının görmüş olduğu geminin Titanic olmadığından güvenilir bulunduğunu da söylemiş oldu. Evans telsizle temas kurmuş olduğundan, elbet Titanic’in bölgede bulunduğunu biliyorlardı. Ama Lort’un saptadığı vapur oldukça küçüktü ve iyi çalışır durumdaki geminin motorlarını ortalama olarak 02:00’de durdurduğunu görmüşlerdi, işte bu yüzden Californian’da asla kimsenin aklına Evans’ı uyandırıp, SOS sinyalleri var mı diye araştırmak gelmemişti. Belki de fişeklerin kötüye alamet bulunduğunu hisseden Lort’un kaptanları Evans’ı sadece 04:00’de uyandırmış, o da öteki gemilerden Titanic’in buzdağına çarptığını o sırada öğrenmişti. Loıt’a haber verilir verilmez, süvari derhal Californian’ın harekete geçmesini emretmişti.
    Senatör Smith, Lort’un anlattıklarını doyurucu bulmamıştı. ABD Donanması’ndan o gece Californian ve Titanic’in bulunmuş olduğu mevkide başka bir geminin daha bulunup bulunmadığını araştırmasını istemişti. Smith Californian’ın seyir defterinin o geceye ilişkin notlarını da incelemiş Lort ve kaptanlarının tanıklığına karşın işaret fişeklerinin görüldüğüne dair herhangi bir ifadeye rastlamamıştı. Daha da şüphe verici olan, resmi seyir defterinin bir çeşit müsveddesi olan seyir belgesinin 15 Niiitn tarihindeki bölümün kaybolmasıydı. Smith’e gore bu, Californian’ın yaptıkları mevzusunda bir soruşturma bekleyen Lort’un bağışlanamaz davranışını örtbas etme çabasıydı.
    Smith, Lort ve mürettebatının sözünü etmiş olduğu bilinmeyen geminin gerçek olmadığı sonucuna vararak, “O buzullarda Californian ve Titanic’ten başka bir vapur olmadığı”nı duyuru etti.
    Senato altkomitesi raporu Lort’u sert bir şeklide suçluyordu. “Komite, kaçınılmaz olarak, Californian’ın Titanic’e süvarisinin söylediğinin aksine, on dokuz milden yakın olması, süvarisi ve mürettebatının Titanic’in çekince fişeklerini görmelerine karşın, insanlığın ve internasyonal hukukun gereklerine aykırı olarak bu imdat çağrısına cevap vermediği sonucuna varmıştır.”
    O ay içinde hemen sonra toplanan Britanya Ticaret Kurulu da aynı derecede ağır suçlamalarla doluydu. Lort Charles Mersey’in vardığı sonuca gore: “Californian ilk fişekleri gördüğünde, açık denizde ciddi bir risk taşımadan buzullar arasından ilerleyerek Titanic’in imdadına koşabilirdi… Bu şekilde davranmış olsaydı, ölenlerin hepsini olmasa bile birçoğunun yaşamını kurtarabilirdi.”
    Lort tüm suçlamaları sineye çekti, sadece oldukça sayıda destekleyici de buldu. Bilhassa, öteki birçok denizci, deniz yollarının, dikkatleri Titanic’in sahibi White Star Line’ın ve deniz taşımacılığının güvenliğinden görevli Britanya Ticaret Kurulu’nun büyük ihmalinden uzaklaştırmak için Lort’u günah keçisi haline getirdiğine inanıyordu.
    Her iki kurumun da yanıtlaması ihtiyaç duyulan yüzlerce sual olduğu reddedilemezdi.
    İlk ilkin, Californian dahil, öteki gemilerden bölgede buzullar görüldüğünü bildiren sekiz bildiri alınmasına karşın, Süvari Smith’in Titanic’in hızını kendi rekoru olan yirmi iki knotta tutma emri verdiği bir gerçekti. Gene de gemisiyle beraber sulara gömülen Smith’i eleştirmek bir parça yakışıksız görülebilirdi fakat birçok şahıs, Süvari Smith’in hatasından meydana gelen birçok suçtan Süvari Lort’un görevli tutulduğunu düşünüyordu.
    Daha kötüsü, Smith’in tehlikeli hızının, White Star’ın işletme müdürü olan ve o sırada Titanic’in ilk (ve son) seferinde seyahat icra eden armatör Bruce Ismay’in direkt emri değilse bile, baskısının sonucu olduğu şeklindeki kuşkular da giderek artıyordu. Titanic’in yalnız en büyük ve en lüks değil, bununla birlikte en süratli transatlantik de bulunduğunu kanıtlama telaşına düşerek, Smith’i hızlanmaya itip itmediğini merak edenler yalnız Lort’u savunanlarla sınırı olan değildi. Hatta Ismay’in buzul uyarısı icra eden mesajlardan birini cebine attığı, böylece Smith’in yavaşlamadığı bile söyleniyordu.
    Ayrıca, Ismay’in kazadan sağ kurtulması bile başlı başına bir hastalık kaynağıydı, bundan dolayı o devirde “ilkin bayanlar ve çocuklar” ilkesi oldukça ciddiye alınıyordu. Titanic’te, 1300 adamın yanında 150’den fazla hanım ve çocuk da boğulduğundan, birçok şahıs Smith şeklinde, Ismay’in de gemiyle beraber batması ya da en azından, Titanic’teki tüm hanım ve evlatların kurtulduğunun kesinleşmesinden sonrasında bir filikaya atlaması icap ettiğini düşünüyordu. Ama en azından Ismay bir şekilde, Smith’in kararlarını etkilediği şeklindeki suçlamaları reddetme fırsatı bulmuştu. Böylece ne Senato alt komitesi ne de Ticaret Kurulu kararlarında talihli kazazedelerden biri olması haricinde, hakkında herhangi bir kabahat bulunmuştu.
    Lort’u savunanlara gore, eğer şirket paçayı ucuz kurtarmışsa, Ticaret Kurulu daha da şanslıydı. Ticaret Kurulu bir geminin kaç tane cankurtaran sandalına haiz olması icap ettiğini geminin tonajına dayanan bir formülle hesaplamıştı; Titanic’in sahipleri gemiye 14 tane nizami ve 4 tane portatif cankurtaran sandalı koyarak, geminin ihtiyacından fazlasını karşılamışlardı. Bu 18 sandal 1178 kişilikti. Buna karşın, Titanic’in yolcu kapasitesi 350C’ü aşıyor ve daha ilk seferinde 2100 şahıs taşıyordu.
    Öyleyse, başka kim ve ne suçlanırsa suçlansın, kurulun iyice eskimiş tüzüğünün de görevli olduğu açıktı. Ayrıca, acentenin görevi İngiliz deniz yollarının çıkarlarını korumaktı ve White Star Line onun en kuvvetli şirketlerindendi. Dolayısıyla, Lort’u destekleyenlerin Californian’ın süvarisini suçlayan sonucu geçiren acenteye öfkelenmelerinde şaşılacak bir yan yoktu.
    Ama hem Ticaret Kurulu hem de Senatörün altkomitesine karşı adil olmak gerekirse, ne İngiliz ne de Amerikan kurulları, Lort’u savunanların iddia etmiş olduğu şeklinde suçları hasır altı etmişti. Her iki kurul da Smith’in, White Star Line’ın ve tüzüğün hatalarını incelemişti ve bunlar süvari Lort’unkiler şeklinde öne çıkarılmamakla beraber, üstleri de örtülmemişti. Gerçekten de, hem ABD hem de İngiltere hükümetleri, gemilerdeki tüm yolcu ve mürettebat için kafi sayıda cankurtaran sandalı taşımayı mecburi kılan yeni tüzükleri hızla geçirmişti. Aynı şekilde, Titanic trajedisi bilhassa, Titanic burnunun dibinde batarken kamarasında uyuyan Cyril Evans görüntüsü her iki hükümeti yirmi dört saat telsiz iletişiminin sürdürülmesinin gerektirdiğine de inandırmaya yetmişti.
    Kuşkusuz, bu değişimler denizyolları güvenliği açısından olumluydu fakat Stanley Lort için yapılacak hiçbir şey yoktu. Kaptan Californian’in sahipleri tarafınca işten atılmış fakat o Californian’dan görülen geminin Titanic, Titanic’ten görülen geminin ise Californian olmadığını ısrarla anlatmaya devam etmişti.
    Lort 1962’de öldü, aynı yıl en sadık savunucusu, Leslie Harrison o gece kaptanın hem Titanic hem de Californian’dan görüldüğüne inanılmış olduğu bilinmeyen gemiyi bulduğunu öne sürdü.
    Harrison vapur kaptanlarım temsil eden ve Lort’un savlarının baş savunucusu Ticari Deniz Hizmetleri Birliği’nin genel sekreteriydi. Harrison’a gore, bilinmeyen vapur Samson adlı İzlanda balıkçı gemisiydi. Harrison’ın kanıtı, Samson’un tayfalarından birinin o gece teknelerinin Titanic ve Californian içinde öldüğünü kabul eden eski günlüğüne dayanıyordu. Kaçak fok avlamakta olan Samson, Titanic ya da Californian’a kaçak avlarıyla yakalanma korkusuyla ikisinden de mümkün olduğunca süratli uzaklaşmıştı.
    Ne var ki, öteki araştırmacılar hem 6 Nisan hem de 20 Nisanda Samson’un İzlanda’da bulunduğunu belirlediğinde, Harrison’un savı çürütülmüştü. Bu kadar ufak bir teknenin on dört günde neredeyse tüm Atlantik’i geçip geriye dönerek, üç bin beş yüz millik bir yol kat etmesi olanaksızdı.
    Lort’u savunanlar 1985’te, okyanus bilimcisi Robert Ballard önderliğinde, AmerikanFransız ortak girişimi, Titanic enkazının yerini saptadığında nihayet bir açık yakaladıklarını düşündüler. Geminin son olarak SOS verdiği yerden doğu yönünde iyice uzaklaşmış olduğu ortaya çıktı. Böylece Titanic’in mevkisinin o gece Californian’ın ortalama yirmi bir mil uzağında olduğu ortaya çıktı. Bu uzaklığın ise Lort’un ya da kaptanlarından herhangi birinin Titanic’i görmesini olanaksız kıldığı apaçıktı. Ama Ballard, eğer Titanic’in kaptanlarının düşündüğü yerden doğuya doğru sürüklenmişse, Californian’ın da sürüklenmiş olabileceğini, bunu her iki gemiyi de birbirinin görüş alanının dışına çıkardığını da göstermişti.
    Harrison’un kesin lobi faaliyetlerinin yanında, Titanic enkazının bulunması, en sonunda İngiltere Ulaştırma Bakanlığı’nı davayı tekrardan açmaya itti. 1992’de açıklanan bakanlık raporu, Lort’a kısmi bir aklama sağlamış oldu. Raporda, Californian’ın Titanic’ten on yedi ile yirmi mil içinde bir uzaklıkta bulunmasının, eğer Lort ilk işaret fişeğinde harekete geçseydi bile, batmakta olan gemiyi görmesini ve kim bilir zamanında vaka yerine ulaşabilmesini olanaksız kıldığı sonucuna varılmıştı.
    15 Nisan sabahı Lort’un Carpathia’ya yetişmesi iki saatten fazla sürmüştü ve karanlıkta buzullar içinde manevra hayata geçirmeye kalkışması halinde, bunun daha da uzun süre alabileceğini düşündüren nedenler vardı. Ve ilk işaret fişeğinin atılmasından iki saat sonrasında, Titanic esasen batmıştı. Rapora yazıldığına gore, dolayısıyla, Lort gemiden asla kimseyi kurtaramayacaktı.
    Bununla beraber, rapor her şeye karşın Lort’un hareketsiz kalmasının bağışlanamayacağını açıkça belirtiyordu. Titanic’i kurtaramasaydı bile, açıkça bunu denemesi gerekirdi. Ve hatta Titanic’i görmediyse bile, bir fişek görmüştü ve kaptanları yedi fişek atıldığına tanıktılar. Deneyimli bir denizci bunların çekince işaretlerinden başka bir şey olmadığını derhal anlayabilirdi. Buna karşın ne Lort ne de kaptanları probleminin ne işe yaradığını idrak etmek için telsiz operatörünü uyandırma zahmetine girmişlerdi.
    Titanic’le ilgili araştırma icra eden son olarak tarihçiler, 1992 raporuyla aynı fikirdeydi. Californian’dan görülen fişeklerin Titanic’ten atılması oldukça büyük olasılıktı ve yakınlarda başka bir vapur olduğuna ilişkin de hiçbir kanıt yoktu. Ama fişekler Titanic’ten atılmasaydı bile yardım isteyen başka bir gemiden atılmış olabilirdi. Lort’un buna yanıtı ise kamarasına çekilip yatmak olmuştu. Lort’un yataktan kalkmayışının birçok sebebi olabilirdi. Belki korkaktı. Ya da ne bileyim, bir ihtimal o denli kuralcıydı ki, kaptanları öteki fişeklerin atıldığını görmelerine karşın, onu rahatsız etmekten korkmuştu. Ya da bir ihtimal, sırf başka bir vapur buzulların içinde üstün dereceli denemesi yapıyor diye kendi gemisini riske atması icap ettiğini hissetmemişti. (Tarihin Büyük Sırları)
  • Yaygın efsanenin tersine, Kristof Kolomb İspanya kralı ve kraliçesini ya da bir başkasını dünyanın yuvarlak olduğuna inandırmakta hiçbir güçlük çekmemişti. Bu, 1492’den çok uzun süre önce, eğitimli Avrupalıların genel anlamda kabul ettikleri bir bilgiydi. Kolomb’un planına direniş, değişik ve çok daha köktencilik bir fikirle, kısaca Avrupa’dan batıya yelken açarak Asya’ya yeni bir yol keşfedebileceğiyle ilgiliydi. (Tarihin Büyük Sırları)
  • Yeni tarihleme yöntemleri, çağıl insanoğlunun Neandertallerden çok daha eski olmasa bile, onlar kadar eski olduğuna dair daha çok kanıt sağladı. Bilimciler, eski tahminleri nerede ise doğrulayarak, Neandertallerin yaklaşık altmış bin yıl önce, Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde yaşadığını tahmin ettiler. Ama çağıl insanla ilgili yeni tarihlemeler gerçek bir şok yaratmıştı: Modern insanının Ortadoğu’da yaklaşık doksan bin yıl önce, kısaca eskiden düşünüldüğünden çok daha önce yaşadığı ortaya çıkmıştı. (Tarihin Büyük Sırları)
  • Mısır’ın piramitleri, Yunanistan’ın Parthenon’u, Roma’nın Colleseum’u hep büyük uygarlıkların, firavun ve filozofların, imparator ve kahramanlarının imgelerini akla getirirler.
    Stonehenge insanda bu şekilde bir izlenim uyandırmaz.
    Salisbury Ovası’ndaki büyük taş blokların kalıntılarının çevresinde, tarihsel şehirler değil, doğu yönünde Londra’ya giden çağıl otoyollar bulunur. Burada çözülecek hiyeroglifler, yorumlanacak Sokratik diyaloglar yoktur. Stonehenge’i diken Taş Devri ve Tunç Devri insanları daha ufak taş anıtlar da dikmişlerdi. Bunların kalıntılarını kent haricinde dağınık halde bulabilirsiniz. Oysa, bu insanoğlu geride Stonehenge şeklinde bir mühendislik harikasını niçin ve iyi mi hayata geçirebildiklerini açıklayacak hiçbir şey bırakmamışlardır. Başka açılardan bakıldığında, Salisbury Ovası’nın antik halkının günlük geçimlerini zor bela yürütebildikleri bir kültür düzeyinde yaşadıkları anlaşıldığından, tarihçiler bu insanları “barbar” diye damgalamakta bir sakınca görmemişlerdi.
    Öyleyse Ortaçağdan beri bu eski taş çemberi araştıranların, yapının mimarlarını Salisbury Ovası’nın haricinde aramalarına şaşmamalı. On ikinci yüzyılda Galli rahip Monmouth’lu Geoffrey, Stonehenge’in Kral Arthur’un büyücüsü Merlin’in işi bulunduğunu düşünmüştü. Geoffrey’in ‘History of the Kings of Britain’ine (Britanya Kralları Tarihi) gore, anıt Arthur’un amcası olan Aurelius Ambrosius isminde biri tarafınca sipariş edilmişti. Ambrosius, Anglo-Saxon istilacılara karşı kazandıkları büyük zaferin anısını ölümsüzleştirebileceği bir anıt dikmek istemişti. Merlin, İrlanda’da Killarııs adlı bir yerden taş çemberleri alıp, bu tarz şeyleri Britanya’ya deniz kanalıyla getirmeyi ve hazır bir anıta dönüştürmeyi düşünmüştü.
    On yedinci yüzyılda Kral I. James, Stonehenge’e kafasını o denli oldukça takmıştı ki, saray mimarı Inigo Jones’u anıtı araştırmakla görevlendirmişti. Anıt üstünde çalıştıktan sonrasında, Jones’un Monmouth’lu Geoffrey ile uzlaştığı tek nokta, bölgede yaşamış olan Taş Devri ya da Tunç Devri halkının bu anıtı yapamayacağıydı. Jones, “Eğer elbise yapmayı bile biliniyorlarsa, görkemli yapılar ya da StoneHeng şeklinde alımlı eserler yapmayı nereden bileceklerdi?” diye düşünmüştü.
    Jones, “bu şekilde muhteşem bir yapı”nın yalnız Romalıların eseri olabileceği ve bunun bilinmeyen bir Roma tanrısına adanan bir mabet olduğu sonucuna varmıştı.
    Sonraki yıllarda, Stonehenge’i Britanya’nın yanı sıra değişik yerlerden neredeyse her yerden gelen mimarlara bağlama çabalan sürdü. Druidler olarak tanınan eski Kelt papazları şeklinde, Vikingler, antik Kuzey Galya halkı ve Anglo-Saxonlar tarafınca yapıldığım savunanlar vardı.
    Tüm bu teorilerin problemi aynıydı. Radyokarbon tarihleme yöntemi yirminci yüzyılda olmasına karşın, ilk arkeologların kaba tarihleme şekilleri, Stonehenge’in 10 1500’den daha eski tarihlerde yapılmış olabileceğini göstermişti. Bilim insanlarının çoğunluğu bu bölgeye Druidlerin en erken 10 500’de, Romalıların ise bu tarihten sonrasında geldiklerini anlamıştı. Bu, Stonehenge’in her iki grubun da İngiltere’ye ulaşmasından minimum bin yıl ilkin yapılmış olduğu anlamına geliyordu.
    Dolayısıyla, sual yirminci yüzyılın büyük bölümünde yanıtsız kaldı? Stonehenge’i kim dikti?
    1953’te bir arkeologun tesadüf eseri yapmış olduğu bir bulgu, bir çözüme işaret etti. 10 Temmuz’da, Richard Atkinson alan araştırmasının parçası olarak, Büyük Trilithon adlı taşın tarafındaki bir taşın üstündeki on yedinci yüzyıla ilişik olduğu sanılan duvar yazılarını fotoğraflamaya hazırlanıyordu. Daha iyi bir ışık kontrastı ve gölge umuduyla, öğleden sonrasında geç vakitlere kadar bekledi. Kameradan baktığında, on yedinci yüzyıl yazıtlarının altında başka yontmaların olduğu Atkinson’ın dikkatini çekti. Bunlardan biri toprağa saplı bir kamaydı. Yanında ise ortalama olarak Stonehenge’in dikildiği devirde İngiltere’de bulunan tipten dört balta vardı.
    Atkinson’ı en oldukça heyecanlandıran baltalar değil, tek hançerdi. İngiltere ya da şimal Avrupa’da buna benzer bir şey bulunmamıştı. Buna en oldukça benzeyen parçalar, Yunanistan’da bulunan Miken kalesindeki kral mezarlarından çıkarılmıştı.
    En sonunda, Stonehenge şeklinde bir anıtı inşa edebileceğini rahat rahat ileri sürebileceğimiz en gelişmiş uygarlığa götürmüş olan bir halka bulunmuştu. Daha iyisi, Miken’de bulunan hançerlerin ortalama olarak İÖ 1500’e tarihlendirilmiş olmasıydı; bu, 1950’lerde bir çok uzmana gore Stonehenge’in ortalama yapım tarihiydi. Romalılar ya da Druidlerin tersine, Miken bağlantısının kronolojik bir anlamı vardı.
    Atkinson, Stonehenge’in daha çağdaş Akdeniz’den gelmiş olarak, Britanya’yı ziyaret eden bir mimar tarafınca tasarlandığını öne devam eden sağlam bir kuram geliştirdi. Salisbury Ovasında bir Miken prensinin gömülü olabileceğini tahmin ediyordu. Stonehenge sorununa en sonunda bir çözüm bulunmasıyla rahatlayan arkeoloji dünyası, bu teoriyi benimsedi.
    Ama Miken teorisi benimsendiği hızla çöktü. 1960’larda yeni bir radyokarbon tarihleme yöntemi bulunmuş oldu ve arkeologlar, karşılarında ansızın Stonehenge’in evvel düşünüldüğünden ve Miken uygarlığından oldukça daha eski bulunduğunu gösteren sağlam kanıtlarla karşılaştılar. Yeni radyokorbon tarihlemeleri, Miken kalesinin İÖ 1600 ve 1500 yılları aralığında yapıldığını doğrulamakla beraber, Stonehenge’in yapım tarihini oldukça gerilere, herhangi bir Akdeniz tesirinin görülemeyeceği kadar gerilere itti.
    Bu son hesaplamaya gore, Stonehenge çemberinin kenarları ve dış hendekleri, ortalama İÖ 2950 yıllarında başladı. İÖ 2900 ve 2400 yılları aralığında, bazı ahşap yapılar çemberin içine eklendikten kısa süre sonrasında, bunlar yerlerini malum taş yapıya bıraktılar.
    Yeni tarihlemeler yalnız Miken teorisini değil, onun temelindeki tüm “yayılmacı” akıl yürütme sistemini de yıktı. Açıkçası, Stonehenge, büyük Avrupa uygarlıklarından biri tarafınca dikilemeyecek kadar eskiydi ve Avrupadışı uygarlıklar da oldukça uzaktı. İlk kez, birçok bilimci Stonehenge’i inşa edenlerin Stonehenge civarlarında yaşamış olan insanoğlu bulunduğunu ve taş blokları dış yardım almadan diktiklerini kabul etmek mecburiyetinde bırakıldı. Görünürde ilkel olan bir halk her nede olsa dünyanın en sağlam anıtlarından birini dikmişti!
    Sanki bu yeterince şaşırtıcı değilmiş şeklinde, Stonehenge’i inşa eden insanoğlu bir de 225 kilometre öteden, güneybatı Galler’deki Preseli Dağları’ndan taşıdıkları taşlan kullanarak, işlerini iyice zahmetli bir hale getirmişlerdi.
    “Koyu bazalt” (gerçekte daha oldukça gri tonlarında bulunan bir kaya türü) 1932’de yerbilimci H. H. Thomas tarafınca kaynağında bulunmuş oldu. Üç tip koyu bazalt kaya, Stonehenge civarlarında bulunan öteki kayalara benzemiyordu fakat Thomas birbirinin aynısı olan üç tipin Galler’deki Carnmenyn ve Foel Trgarn Dağlarının dorukları arasındaki naturel kaya yataklarından toplanabileceğini anlamış oldu.
    Salisbury Ovası halkı, bazıları beş ton çeken bu taşları Galler’den İngiltere’ye kadar iyi mi taşımıştı?
    Thomas’in keşfi, bazılarını Monmouth’lu Geoffrey’in Merlin’in büyüsüyle ilgili masalını gözden geçirmeye yöneltti. Arkeolog Stuart Piggort, folklorda bazı emsalsiz sözel geleneklerin gizli saklı olabileceğini düşünmüştü. Geoffrey’in Merlin’den söz ederken taşların batıdan (aslen İrlanda’dan, Galler’den değil) getirilmiş bulunduğunu yazması ilginçti. Ayrıca, Geoffrey’in taşların Stonehenge’e yüzdürülerek getirildiğini de yazmış olması, halkın belleğinde bunların İrlanda Denizi’nden taşındığının bir kalıntı olarak yer etmiş olmasından kaynaklanabilirdi. Geoffrey, Stonehenge’i inşa eden halkın, Salisbury Ovası çevresinde yığınla başka türden kayalar olmasına karşın, niçin taşları bu kadar uzaktan getirdiğinin ipuçlarını da vermişti: Belki Stonehenge’i inşa edenler, Geoffrey’in Merlin’i şeklinde, bu kayaların büyülü güçleri olduğuna inanıyorlardı.
    Bir çok tarihçi, bilhassa Geoffrey’in genel anlamda sistemsiz tarih yorumunun ışığında, Piggott’un varsayımlarının bir parça zorlama bulunduğunu düşündü. Buna karşın, minimum seksen beş ya da daha çok taşın Preseli Dağları’ndan Salisbury Ovası’na iyi mi getirilmiş olduğu sorusu yanıtsız kaldı.
    Bazıları, en başta yerbilimci G. A. Kellaway, bazalt kayaların insanoğlu tarafınca değil, buzullar tarafınca taşındığını öne sürdü. Ama son olarak buzul çağının Preselis ya da Salisbury Ovası kadar güneye inmediğine inandıklarından, bir çok uzman Kelleway’a karşı çıktı. Bu doğra olsaydı bile, buzulların bazalt taşlarını Galler’deki ufak bir alandan toplayıp, her yere dağıtmak yerine, İngiltere’de ufak bir alana yığması büyük seviyede olanaksızdı. Bristol Kanalı’nın cenup ya da doğusunda başka bazalt taşlarının bulunmaması (şimdi Salisbury Müzesi’nde bulunan fakat tarihçilerin kuşkuyla yaklaştığı ihtimaller içinde tek kural dışı haricinde) buzul teorisine karşı kuvvetli bir kanıt oluşturdu.
    Dolayısıyla, bir zamanlar görünmüş olduğu şeklinde olanaksız da olsa, en yaygın izahat, Salisbury Ovası bölgesinde yaşayan insanların salları birleştirerek, bazalt taşların; İrlanda Denizi’nden taşıdıklarıydı. Yolculuk bile Salisbury Ovası’nda yaşayan halkın şaşırtıcı ve muhteşem bir teknolojik uzmanlığa haiz bulunduğunun bir başka kanıtıydı.
    Yayılımcılık teorisini savunanların çelişkiye düşmesiyle beraber, 1960’larda Salisbury Ovası’nda yaşayan halkın lehine daha çarpıcı iddialar öne sürüldü. İddiaları öne sürenler bu kez astronomlardı, arkeologlar ya da jeologlar değil.
    Astronominin öne fırlamasına ilk kez 60’lı yıllarda şahit olmadık. Daha on sekizinci yüzyılda, William Stukely Stonehenge’ in temel çizgisinin “günlerin en uzun olduğu zamanlarda, güneşin nereden doğduğunu” gösterdiğini belirtmişti. Anıtı inceleyen öteki birçok şahıs de taşların değişik şekillerde güneş, ay ya da yıldızları gösterdiğini bulmuşlardı. Oysa, bu araştırmaların hiçbiri Boston Üniversitesi astronomu Gerald Hawkins’inki kadar gürültü koparmamıştı. Hawkins’in telaşlı davranarak ‘Stonehenge Decoded’ (Sırrı Çözülen Stonehenge) diye başlık attığı kitabı 1965’te gösterildi ve tüm dünyada oldukça satan listelerine girdi.
    Hawkins, anıttaki 165 temel noktanın dizilişiyle, güneş ve ayın doğduğu ve batmış olduğu konumların sağlam bir ilişki içinde bulunduğunu buldu. Hatta Stonehenge’deki çukurların oluşturduğu ‘Aııbrey Delikleri’ adında olan bir çemberin, ay tutulmalarını anlamak için kullanılmış bulunduğunu ileri sürmesi daha büyük bir münakaşa yarattı, Hawkins Stonehenge’i bir “Neolitik bilgisayar’^ benzetiyordu.
    “Miken” yontmalarını bulmuş olduğu için Stonehenge mevzusunda hala baş otorite olarak kalan Atkinson, “Stonehenge’de Ayışığı” adlı çarpıcı bir başlık attığı makalesiyle tekrardan gündeme oturdu. Atkinson, göksel dizilişlerin tesadüf eseri olma ihtimalinin epey yüksek bulunduğunu ileri sürdü. Aubrey Delikleri’nin ay tutulmalarını anlamak suretiyle kullanıldığına erişince, Atkinson deliklerin gömüt çukurları olduğuna ve kazıldıktan derhal sonrasında doldurulduğuna ilişkin kanıtları gösterdi.
    Bir seviyede, bunu izleyen münakaşa gökbilimci ve arkeologları karşı karşıya getirmiş olduğu şeklinde, her iki disiplinin uzmanları da karşı tarafın teknik tezlerini sık sık yanlış anlamışlardı. Astronomlar, Stonehenge’in bir astronomik gözlemevi olarak kullanıldığına dair birçok değişik görüş ortaya attılar; sadece bunların bazıları Hawkins’inkinden oldukça daha kolaylıkla göz ardı edilebilecek özellikteydi. Gene de astronomlar, sanki dizilmiş şeklinde görünen bu noktaların birbirlerinden yüzlerce ya da hatta binlerce yıl sonrasında yapılmış olabileceği olgusunu görmezlikten gelirken,değişik noktaların iyi mi güneş ya da aya gore dizildiğini vurgulama eğilimindeydiler.Arkeologlar ise bu teorilerin çoğunun açıklarını yakalamakta süratli davranıyorlardı.
    İkinci bin senenin sonunda, münakaşa sürse de, bazı uzlaşma işaretleri görüldü. Astronomlar içinde bile, Hawkins’inki şeklinde en aşırı teoriler gözden düşerken, nerede ise tüm arkeologlar (Atkinson dahil), en azından birkaç göksel dizilişin, bilhassa de güneşle ilgili dizilişlerin, bir tesadüf olamayacağını kabul ettiler. Bilimcilerin bir çok, en büyük olasılıkla, anıtın en azından çağıl anlamda bir gözlemevi olarak asla kullanılmadığında fakat Stonehenge halkının bir ihtimal tarih öncesi bir törenin parçası olarak, oradan güneşi gözlemlemiş olabileceğinde anlaştı.
    Gene de bu ilkel türdeki astronomileri bile, Salisbury Ovası halkının gökyüzünü incelediğini ve kendi buluşlarını kaydettiği bir çeşit sisteme haiz bulunduğunu göstermişti. Açıkçası, bazı yönlerden ne denli ilkel olurlarsa olsunlar, Stonehenge’i yapanlar bazı yönlerden fazlaca gelişmişlerdi. Bu anlamda, son olarak keşifler, bir taraftan Stonehenge’i daha derinden kavramamıza yol açarken, bununla birlikte anıtı icra eden insanların üstündeki sis perdesini de kalınlaştırmıştı. (Tarihin Büyük Sırları)
  • Yaklaşık olarak İÖ 450’de, Heredotos, tüm hazinesini tüketince, kız kardeşini belli bir miktar getirmesini emrederek, bir geneleve gönderecek kadar soysuz bir firavun olan Khufu hakkında anlatılan bir öyküyü nakletmişti. Sadık kız kardeş denileni yapmıştı. Ama yatmış olduğu adamların sayısının haricinde, başka bir şeyle anımsanacağı umuduyla, yatmış olduğu her erkekten kendisine bir taş armağan etmesini de istemişti. İşte Nil nehri civarlarındaki Gazze platosunda hala ayakta duran dev piramitlerden birini bu taşlarla inşa ettirmişti!
    Heredot yazdığı sırada, piramitler birkaç bin yıllıktı. Bununla beraber, o zamandan günümüze kadar geçen iki bin küsur yıla karşın, piramitlerin kökeni mevzusunda acayip teoriler asla tamamlanmamış olmadı.
    Bazı Ortaçağ yazarları, piramitlerin Kutsal Kitap’ta söz edilen Yusuf’un Mısır’da bolluk yıllarında tahıl depolamak için kullandığı tahıl ambarlan olduğuna inanıyorlardı. Son zamanlarda, piramitlerin güneş saati ve takvim, astronomi gözlemevleri, gözlem araçları ve UFO’lar için yer istasyonları oldukları açıklanmıştır.
    En yaygın kabul gören teoriye gore, piramitlerin firavun mezarları bulunduğunu Heredot bile biliyordu. En saygı duyulan eski Mısır bilimcilerin bu teoriye hala inanmaları nedensiz değil. Piramitler, Mısır mitlerinin hem güneşin batışı hem de ölümden sonraki yaşam yolculuğuna bağladığı Nil’in batı yakasında dizilidir. Arkeologlar yakınlarda firavunların diğer dünyaya yelken açtıkları törensel cenaze gemilerini bulmuşlardı. Piramitler firavun sarayındaki çeşitli görevlilere ilişik olduğu sanılan öteki mezarlarla çevrilidir.
    En etkili olanı da, birçok piramidin içinde taş lahitler ya da tabutların bulunmasıdır. On dokuzuncu yüzyılda, lahitlerin üzerlerindeki ya da çevrelerindeki hiyeroglif yazıların, firavunlara bir dünyadan ötekine geçişte yardım etmek amacıyla hazırlanan büyüler olduğu anlaşılmıştı.
    Gel gelelim gömüt teorisi, oldukça mühim bir kanıttan yoksundu; bir kere, bunların içinde gömülü asla kimse yoktu. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında, kaşifler ve hemen sonra arkeologlar art arda piramitlere girdiler. (Nil Vadisi süresince çeşitli durumlarda seksenden fazla piramit vardır; çöl kumlan altında gömülü başka piramitler de olabilir.) Bu araştırmacı ve arkeologlar, firavun tabutları sandıkları tabutlar buldular, soluklarını tutup açtıklarında her seferinde içlerinin boş bulunduğunu gördüler.
    Boş mezarlar hep piramitlerin soyulmasıyla açıklanmıştı. Elbette, gömüt soyguncularının bir çok, firavunların cesetlerinin değil, hazinelerinin izini sürmekteydi. Ama cesetlerin gerektiği şeklinde saklandıkları bölgeleri bulmak için süre harcamayacaklarının söylenemeyeceği şeklinde, saf altınla kaplı herhangi bir mumyayı geride bırakacakları da söylenemez.
    Tik gömüt soyguncularının eski Mısırlıların kendileri bulunduğunu, onları kandırmak için büyük çaba harcanmasından çıkarıyoruz. Mesela, Havvara’da III. Amenemhet piramidinde, giriş hiçbir yere çıkmayan dar bir geçide götürmüş olan ufak boş bir odaya çıkar. Bu geçidin tepesinde yirmi iki tondan ağır çeken devasa bir taş vardır. Kaygan iniş yolu izlenince yine hiçbir yere çıkmayan bir üst koridorla karşılaşılır. Bir duvarda gizli saklı bir tuğla kapı, üçüncü bir geçide açılır, sonrasında bir ön odaya ve en sonunda gömüt odasına ulaşmadan ilkin, eğik iki tavan bloğu daha geçilir.
    Gene de hepsi boşunaydı; Mısırlı gömüt soyguncularına engel olunamıyordu. Bu adamların kararlılıkları, yalnız arkeologları değil, dokuzuncu yüzyıl Arap yöneticisi Abdullah Al Mamun şeklinde geleceğin gömü avcılarını da düş kırıklığına uğratacaktı. Abdullah Al Mamun, geride Khufu’nun Büyük Piramiti’ne ilk bulgu seferi bulunduğunu düşündüğü gezisi hakkında detaylı bir rapor bırakmıştı. Kafileyi bir takım düzmece geçit ve kapalı galerilerde dolaştırdıktan sonrasında, en sonunda boş lahitlerden başka bir şey bulamadığı gömüt odasına ulaşmıştı.
    Napoleon’un fethinden sonrasında, Mısır’a giden Avrupalı kaşifler, mücevherlerden oldukça kesme taşlarla ilgilenmelerine karşılık, firavunların anıtlarına onların Mısırlı ve Arap torunlarından sadece birazcık daha çok saygılı davrandılar. 1818’de sonradan kaşif olan eski bir İtalyan sirk göstericisi Giovanni Belzoni, Khufu’nun oğlu Kefren’in piramit duvarlarını aşmak için koçbaşı kullanmıştı. Belzoni Londra’da yaklaşan sergisi için araç-gereç toplamakla uğraşırken, gömüt odası olduğu kabul edilen odalarda ceset arayacak kadar uzun süre kalmıştı. Bulduğu tek kemik kalıntısı, kim bilir firavunun cesedini kaçıran bazı eski soyguncular tarafınca bir tür adak amacıyla lahite atılan bir boğaya aitti.
    Hazine ve ceset arayışı 1923’te, İngiliz kazıbilimci Howard Carter, Tutankhamon’un mezarını keşfettiğinde başarıya ulaştı. Carter’ın bulmuş olduğu görkemli ve el değmemiş gömü düşünülürse, “Kral Tut” şimdi, haklı olarak kim bilir en meşhur firavundu. Hazine, som altından bir tabut ve firavunun cesedi üstünde altın bir masktan oluşuyordu.
    Ne yazık ki. bu bulgu piramitler hakkında hiçbir şeyi kanıtlamadı, bundan dolayı Tutankhamon bir piramit içinde gömülü değildi. Mezarı Mısır’ın Krallar Vadisi’ndeki kayaların içine oyulmuştu.
    Carter’ın ekibini daha da şaşırtan şey, seferi finanse eden Kont Carnarvon’un ölümüydü. Carnarvon, Krallar Vadisi’ne vardıktan derhal sonrasında, Kahire’de ölü bulunmuştu. Mezara girmiş olan öteki iki şahıs de ilkin Louvre Müzesi’nde Mısır antik eserleri bölümünün başkanı, sonrasında da New York Metropolitan Sanat Müzesi’ndeki Mısır antik eserlerinin korunduğu bölümün başkan yardımcısı kısa süre sonrasında ölmüşlerdi.
    Kaçınılmaz olarak, bu ölümler “firavunun laneti” mevzusunda her türden saçma sapan spekülasyona yol açmıştı. Bir spekülasyona gore, Carter mezarda üstünde “Firavunun huzurunu kim bozarsa, ölümün kanatları onu ortadan kaldıracaktır” yazılı bir tablet bulmuştu.
    Lanet olsun olmasın, arayış sürüyordu.
    1952’de, Tutankhamon’un mezarının keşfinden yalnız iki yıl sonrasında, George Andrew Reisner liderliğindeki Amerikalı arkeologlardan oluşan bir ekip, Khufu’nun Büyük Piramiti’nin tabanı civarlarında çalışıyordu. Makinenin ayaklarını yerleştirmeye çalışan bir fotoğrafçı, tesadüf eseri kayada kesilmiş gizli saklı bir kapının sıvasından bir parçayı kazıdı. Böylece yukarıdan aşağıya taş duvarla kaplı otuz metre yüksekliğinde sütunun bir parçası ortaya çıktı. Dibe ulaşmak iki hafta aldı.
    Orada Reisner, Khufu’nun anası Kraliçe Hetepheres’in tabutunu buldu. Mezar o zamana kadar oldukça iyi gizlenmiş olduğundan, Reisner el değmemiş bir gömüt ile karşılaşacağını umarken, lahit boş çıkmıştı. Sadece yaşadıkları düş kırıklığını atlattıktan sonrasında, arkeologlar odanın duvarında, arkasında ufak bir sandık buldukları sıvalı bir kısmın bulunduğuna dikkat ettiler. İçinde kraliçenin mumyalanmış iç organları vardı.
    Reisner’in tahmini aklına bundan başka bir şey gelmediğini itiraf etmişti kraliçenin evvel başka bir yerde gömülü olması gerektiğiydi. Demek ki, soyguncular mumya sargılarının altındaki mücevherleri almak için kraliçenin cesedini kaldırdıktan sonrasında, kalıntıları kocası ve oğlunun yanına yine gömülmüş olmalıydı.
    Bir piramit içinde el değmemiş bir gömüt bulma umudu 1951 ‘de, eski Mısır bilimcisi Mısırlı Zekeriya Goneim, Giza’nın dokuz kilometre güneyinde Sakkara’da eskiden bilinmeyen bir piramidin kalıntılarını bulduğunda tekrardan canlandı. Bu piramit daha ilkin asla dikkat çekmemişti, bundan dolayı yapımcıları hemen sonra çöl kumlarının örttüğü temelden başka bir ilerleme kaydedememişlerdi. Başlangıçta, Goneim yarım kalmış bir piramidin yalnız bir firavun kalıntısı bulunursa ehemmiyet kazanabileceğini düşündü. Ama bir tünelin içinde dar bir geçidi izlerken umutları artmıştı. Üç taş duvar süresince kazarken, daha da heyecanlanmıştı; en başta, bu yol üstünde hiçbir soyguncu bir mezarı tekrardan kapatacak zamanı bulmuş olamazdı. Piramitte mücevherlerin bulunması, nihayet burada soyguncuların asla erişemedikleri bir gömüt olabileceğini gösteriyor gibiydi.
    En sonunda, Goneim, hakkında oldukça azca şey malum fakat gene de bir firavun olan Sekhemkhet’e ilişik bulunduğunu bulmuş olduğu bir gömüt odasına ulaştı. Goneim altın bir lahdi bulduğunda, o ve meslektaşları dans edip ağlayarak birbirlerini kutladılar. Birkaç gün sonrasında, Goneim bilim adamları ve gazetecilerden oluşan seyircilerin önünde tabutun açılmasını istedi.
    Tabutun boş çıkması yeni bir şok yaratmıştı.
    Mezarında bir firavun bulunmaması, birçoğu eski Mısır bilimcilerinin piramitlerde görmüş olduğu matematik düzenliliklere dayanan sayısız teorinin doğmasına niçin oldu. Mesela, on dokuzuncu yüzyılda, İskoçyalı gökbilimci Charles Piazzi Smyth, Buyük Piramit’in yeryüzünün çevresini ölçmek için bir model olarak kullanıldığını “keşfetti.” Ne yazık ki, Piazzi Smyth’in dikkatli hesaplamaları, büyük oranda molozun piramidin tabanını hala kapladığı bir zamanda meydana getirilen ölçümlere dayalıydı.
    1974’de, fizikçi Kurt Mendelssohn, piramitlerin mezarlardan oldukça, kamu işleri projeleri bulunduğunu ve dağınık kabileler halindeki Mısırlılara ulusal bir kimlik kazandırmayı amaçladığını öne sürdü. Mendelssohn’un teorisi yalnız cesetlerin bulunmayışını değil, gömüt teorisinin bir başka çetin sorununu, kısaca birçok firavunun niçin birden oldukça piramit yaptırdığını da açıklıyordu. Mesela, Khufu’nun babası, Snefru’nun üç piramidi vardı; öldüğünde cesedinin bunların içinde dağıtılmasını istediği kolay kolay düşünülemez. Khufu’nun kendisinin yalnız bir piramidi vardı fakat burada yeraltı odaları olarak tasarlandığı görülen üç oda bulunuyordu.
    Biroldukça savunucusu olan bir başka kuram, piramitlerin anıt bulunduğunu söylüyordu bunlar ölen firavunların anıtlarıydı fakat soygunculardan uzak tutmak için başka bölgelere gizlenen gerçek mezarları değildi. Cenaze takı ve süslerinin bolca oranda olmasına karşılık, cesetlere rastlanmayışının sebebi buydu.
    Yine de, eski Mısır bilimcilerinin çoğunluğu, başka amaçlara hizmet de etmiş olsalar, piramitlerin en başta gömüt olarak inşa edildiğine inanmaya devam ediyorlar. Bunlar daha alt düzeyde görevlilere ilişik olan öteki mezarlarla çevrilidir. Eski ve yeni soyguncular onların kalıntılarının çoğunu çaldıysabile, firavunların cesetleri eskiden buralarda bulunuyordu.
    Üstünde uzlaşılan görüşe gore, piramitleri en iyi, bugün (içinde cesetlerin bulunmuş olduğu) ‘mastaba’ denilen kerpiçten dikdörtgen şeklindeki, düz tepeli mezarlarla başlamış olan mimari ilerlemenin parçası olarak anlayabiliriz. Daha sonrasında, mimarlar bir düz tepeli yapıyı ötekinin üstüne yerleştirmeye başlamışlar, en ünlüsü Kahire’nin güneyinde, Sakkara’da hala ayakta duran “basamaklı piramitler” olarak malum yapıları yaratmışlardı. En sonunda, birisi basamakları doldurmayı akıl etmiş ve kim bilir Sakkara’nın altmış kilometre kadar güneyine düşen Meidum’da malum tam piramit doğmuştu.
    Arkeolojik gelişme, tanrıbilimsel değişimlerle çakışmıştı. Mastabalarda bulunan metinler, firavunun gökyüzüne piramitlerin basamaklarını tırmanarak çıkacağına inanıldığını gösteriyor. Gerçek piramitler döneminden kalma daha sonraki metinler, güneştanrı tapımını yansıtıyor ve firavunları güneşin ışınlarına yükselirken betimliyordu. Güneş ışınlarının yeryüzünü aydınlatmasına benzetildiği kadarıyla, piramidin eğimli kenarları, gökyüzüne oluşturulan yeni yoldu.
    Güneş tapımı Mısırlı mimarlara piramitleri tasarlamak için esin vermiş miydi? İlk bakışta, yalnız bir merdivenin artık gökyüzüne ulaşmanın ergonomik bir yolu olarak görülmemesi sebebiyle, tonlarca taşın çıkarılması, taşınması ve yerlerine yerleştirilmesi olanaksız görünüyor. Ama 4500 yıl sonrasında bizim için bunu kavramak ne kadar zor olsa da, Mısır halkı bunun çabaya değdiğini düşünmüş olmalıydı. (Ve piramitleri Yahudi köleler inşa etmiş olduğu şeklindeki yaygın inanışa karşın, bu tarz şeyleri icra eden Mısırlılar’dan başkaları değildi.)
    Mısır uygarlığından kalan nerede ise her şey ölümle ilgilidir. Ölümün dinlerinin, edebiyatlarının, sanatlarının belirleyicisi olduğu anlaşılıyor. Firavunlar için, ölümden sonraki yaşam, ister merdivenlere tırmanarak olsun, ister güneş ışınları kanalıyla olsun, açıkça oldukça somut bir amaçtı. Bu nedenle, eski Mısır uygarlığını günümüze taşıyan bu anıtların, ölülerine bir yuva bulmak amacıyla yapıldığını neredeyse kati bir şekilde söyleyebiliriz. (Tarihin Büyük Sırları)
  • “Komite, kaçınılmaz olarak, Californian’ın Titanic’e süvarisinin söylediğinin aksine, on dokuz milden yakın olması, süvarisi ve mürettebatının Titanic’in çekince fişeklerini görmelerine karşın, insanlığın ve internasyonal hukukun gereklerine aykırı olarak bu imdat çağrısına cevap vermediği sonucuna varmıştır.” (Tarihin Büyük Sırları)
  • Bu arada, arkeologlar yüz bin senelik, bazı tarihlemelere göre, iki yüz bin senelik çağıl insan kalıntıları buldukları Afrika’nın Sahraaltı bölgelerinde tekrardan tarihlendirme çalışmalarına da başlamışlardı. Biyologların Havva’nın yurdunun “Cennetinin” Afrika olduğuna ilişkin bulguları buna tıpatıp uygun düşmüştü. (Tarihin Büyük Sırları)
  • “Afrika’dan çıkış” teorisi olarak malum teoriye gore, insan soyu ilkin Afrika’da ortaya çıktı, sonrasında Ortadoğu’ya yayıldı ve son olarak Avrupa’ya ulaştı. İnsanlar hemen sonra geldikleri iki kıtada, daha ilkel Neandertallerle karşılaştı ve sonuçta insanlarla temasa geçen öteki birçok türün de yazgısını paylaşan Neandertaller tükendi. (Tarihin Büyük Sırları)
  • Çanakkale’den yalnız birkaç kilometre uzaklıkta, Trakya’yı Anadolu topraklarından ayıran dar boğazın Asya yakasında, Hisarlık adlı ufak bir tepe vardır.
    Heredot, Ksenefon, Plutarkhus ve öteki Yunanlı ve Romalı klasik yazarlara gore, burası Troya’nın, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında geçen Troya’nın bulunmuş olduğu yerdir. Klasik Yunanlılar, Homeros’un Troya’yı sahiden görmüş olduğundan güvenilir değillerdi. Buna karşılık, ne anlattığı savaşların gerçekliğinden ne de Hisarlık ve çevresinde geçtiğinden şüphe duyuyorlardı.
    İnsanların tanrılara benzediği (ve tanrıların da tam anlamıyla insan olduğu) bir dünyada, iki tarafın en büyüklerinin savaştığı yer işte burasıydı! Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’in, dünyanın en güzel bayanı Helena’yı Yunanistan’daki evinden kaçırdıktan sonrasında getirmiş olduğu Troya burasıydı! Yunan kralı Agamemnon’un Helena’yı geri getirmek için askerlerine hedef gösterdiği Troya burasıydı! En büyük Yunan savaşçısı Achilleus’un, Paris’in kardeşi Hektor’u öldürmüş olduğu yer işte bu Troya’ydı. İlyada’nın son sahnesinde, Priamos oğlunun cesedini geri götürmek ve Yunanlılar ile Troyalılar içinde bir ateşkes yapmak için Achellius ile buluşmuştu.
    Ama Odysseia’yı okuyanların bilmiş olduğu şeklinde, öykü orada noktalanmamıştır. Paris, Achellius’un topuğuna indirdiği ölümcül bir darbe ile kardeşinin öcünü almıştır. Ve dev tahta atın yardımıyla, Yunanlılar Troya surlarının içine sızarak, en sonunda şehri tahrip etmişlerdir. Böylece Troya’nın altın çağı sonlanmış ve oldukça süre geçmeden, Yunanistan’ın altın çağı adım atmıştır.
    Tüm bunların gerçekliğine ve Hisarlık’ta geçtiğine duyulan inanç, hemen sonra fatihleri bölgeye çekmişti. İÖ 480’de Pers Kralı Kserkes, Çanakkale’den Yunan topraklarına geçmeden derhal ilkin, Hisarlık civarlarında bin boğa kurban etmişti. Bir buçuk yüzyıl sonrasında, Büyük İskender birliklerini ters yönde harekete geçirdiğinde, aynı yerin civarlarında Achellius’un anısına adaklar adadı. Tüm Ortaçağ ve Rönesans’ta, gezginler Troya olduğuna inandıkları Hisarlık’ı ziyaret etmeyi sürdürdüler.
    Ne var ki, on sekizinci yüzyıldan başlayarak, bilim adamları daha kuşkucu bir yaklaşım benimsemeye başladılar. Birbir çok, bırakalım Homeros destanlarının anlattığı anıtsal savaşı, Troya’da bir harp olduğundan bile kuşkulanıyordu. Onlara gore. bir kere Heredolos ile Homeros içinde yüzlerce senelik bir mesafe bulunuyordu; üstelik gene yüzlerce senelik bir süre dilimi, allın çağ denilen süreci ozanın yaşamından ayırıyordu.
    On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar, araştırmacıların yalnız ufak bir azınlığı, İlyada Odysseia’nın gerçek vakaları aktardığına inanıyordu. Eğer tarihte gerçekte Troya diye bir kent var ise, bu şehrin Hisarlık’ta olduğuna inananlar daha ufak bir azınlıktı. Çoğunluk İlyada ve Odysseia’nın tarih değil, büyük bir destan bulunduğunu düşünüyordu.
    Troya’nın gerçekliğine inanmayı sürdürenler içinde, bölgedeki ABD konsolosu ve amatör kazıbilimci. Frank Calvert de vardı. 1860’ların ortasında, Calvert Hisarlık’ta birkaç ön kazı yapmış, klasik çağlara ilişik bir kale kalıntısı ve İskender döneminden kalına bir sur bulmuştu. Buldukları cesaret vericiydi fakat Calvert’i Hisarlık’ın altında birçok tarihsel katmanın bulunduğuna ve burası için kendisininkinden daha oldukça para yutacak türde bir kazının zorunluluğuna da inandırmıştı.
    Calvert, hemen sonra, 1868’de, bölgeyi ziyaret eden Homeros tutkunu bir Alman milyoneri, Heinrich Schliemann’ı yemeğe çağrı etti. Calvert’in tersine, Schliemann’ın bu mevzuda bir şeyler yapabilecek kadar oldukça parası vardı.
    1870’de ekibiyle beraber kazıya başladı.
    Schliemann, Homeros’un Troya’sının sadece Hisarlık’ın alt katmanlarına bir tünelle inilerek bulunabilecek kadar eski olduğuna inanıyordu. Böylece, direkt katı kaya yatağına ulaşıncaya kadar, tepenin oldukça büyük bir kesimini açtı. Kazarken, çeşitli Taş Devri eşyaları bulması kafasını karıştırdı, bundan dolayı bunların mantıksal olarak Homeros’un betimlediği Tunç ya da Taş Devri şehrinin altında bulunması gerekirdi. 1872 Mayısında, Schliemann günlüğüne yazdığı notta “kafasının karıştığı”nı itiraf etti. Gene de kazıyı sürdürdü.
    Derken, 1873 Mayısında sözcüğün gerçek anlamıyla altın buldu. Schliemann, hemen sonra öyküyü anlatırken söylediği şeklinde, işçilerinin altın parıltısına gösterebileceği tepkiden çekinmişti. O günün doğum günü bulunduğunu o anda hatırladığını söyleyerek, kazıyı paydos etmişti. Sonra altını salıyla kaçıracak olan karısı, Sophia’yı çağırmıştı. Schliemann çifti rüyalarını süsleyen hazinelerini sadece hemen sonra inceleyebilmişti. Binlerce altın yaprak parçasından oluşan 2 altın taç, 60 altın küpe ve 8750 altın yüzük dahil, nadide altın ve bakır işleri vardı.
    Schliemann, bunun Helena’nın mücevherlerinin de bulunmuş olduğu Kral Priamos’un hazinesi olduğu sonucuna varmıştı. Daha sonrasında, kraliyet ailesinin bir üyesinin Yunanlılar şehri yağmalarken, gömü sandığını kaçırılmış olduğu spekülasyonunu yapmıştı. Hazine sandığı ve kent alevler içinde kaldığında, talihsiz Troya yıkıntı yığınına dönüşmüştü. Schliemann, mücevherlerin civarlarında bulunan bakır anahtarın, bir zamanlar sandığı açmak için kullanıldığım sanmıştı.
    Hazinenin güvenliğinden hala kaygılı olan Schliemann, hazineyi Yunan sınırından kaçırdı. Bu, Türk yetkililerinin hoşuna gitmedi ve Schliemann’ı mahkemeye verdiler. 1875’de Schliemann’ın Türk hükümetine elli bin frank ödemeyi kabul etmesi karşılığında, Türkler bu eşi olmayan ve paha biçilmez hazinenin mülkiyetinin ona ilişik bulunduğunu onayladı.
    Ama Schliemann’ın o anda uyduruverdiği şeklinde, bu ‘Priamos’un Hazinesi’ miydi? Schliemann hususi konuşmalarında bazı kuşkuları bulunduğunu itiraf etmişti. Hazine ne denli görkemli olursa olsun, Hisarlık’ın Homeros’un Troyası bulunduğunu gösteren başka işaretlerin olmayışı hala kafi izahat bekliyordu. Schliemann, destanların yazdıklarına bakarak, beklediği geniş caddeler ya da kuleler ve giriş kapıları değil, tarih öncesine ilişik ufak bir yerleşimin kalıntılarını bulmuştu.
    Kazıyı tekrardan başlatma niyetindeydi fakat hazineyi ülkeden kaçırılmış olduğu için kendisine hala kızgın olan Türkler ona kazı izni vermeyi reddetti. Böylece hareketsiz kalabilecek birisi olmayan Schliemann, Troya Savaşı arayışını başka yerde sürdürmeye karar verdi.
    Eğer Priamos’un krallığına ulaşamazsa, bunun yerine Agamemnon’unkine yetişme niyetindeydi. Burada da, klasik yazarlar ipuçları veriyor ve Yunanistan’ın Argolic Yarımadası’ndaki Korent’in güneyinde yer edinen Miken’e işaret ediyorlardı. Miken’in eski Yunan krallarının gömüldüğü yer olduğu düşüncesi oldukça eskilere uzanıyordu ve Hisarlık’ın aksine Miken ortalıkta görülebilen, etkisinde bırakan harabeleriyle övünüyordu.
    Schliemann’ın aklına, asla kimsenin daha ilkin araştırmadığı Miken surlarının dışını kazmak şeklinde parlak bir düşünce gelmişti. Sonuçlar Hisarlık’takinden oldukça daha gösterişliydi. Hepsi altınla kaplı, yanlarında iki çocuk da olan on dokuz adam ve hanım mezarının kalıntılarını bulmuştu. Mezarlarda altın ve gümüş işli tunç kılıç ve hançerler, altın ve gümüş kap ve kutular ve yüzlerce süslü altın parça bulunmuştu. Erkeklerin yüzleri, muhteşem işçiliğe haiz, portre oldukları sanılan altın masklarla örtülüydü. Her zamanki şeklinde, vakaları dramatize etme kabiliyetiyle Schliemann, Agamemnon’un yüzünü görmüş bulunduğunu duyuru etti.
    Schliemann, Homeros’un gerçek insanları ve gerçek savaşları anlatmış olduğuna artık daha oldukça inanıyordu. Bununla beraber Miken’deki görkemli mezarlığın Hisarlık’taki ufak kasabayı iyice arka plana itmiş olmasının yol açmış olduğu çelişki Schliemann’ı rahatsız etti. En sonunda, 1890’da, Türkler Schliemann’a Hisarlık kazılarına devam etme iznini sadece yüksek oranda nakit para karşılığında verdi.
    Bu kez Schliemann, Priamos hazinesini bulmuş olduğu şehrin yirmi beş metre haricinde, tepenin batı sınırı yakınlarını kazdı. Orada büyük bir binanın kalıntılarını buldu. Nihayet bu, Homeros kahramanlarına layık bir yapıydı; Schliemann burasının Priamos’un sarayı olabileceğini düşündü. Üstelik işçiler binanın duvarlarının içinde emsalsiz Miken seçimi ve süslemeleriyle bir çömlek kalıntısı bulmuştu. Böylece Schliemann aramış olduğu Miken ve Troya ilişkisini bulmuştu! Eğer birbirleriyle savaşmadıysalar, en azından tecim yapmış olmalıydılar.
    Ne gariptir ki, 1890 bununla birlikte, Schliemann’ın korkulu rüyasının gerçekleştiği yıldı; bundan dolayı yeni bulgular Schliemann’ın 1870’de kazmış olduğu kasabaya gore, yüzeye oldukça daha yakın katmanlarda bulunmuştu. Bu, Homeros’un Troyası’nın Schliemann’ın hazineyi bulmuş olduğu ufak yerleşimden yüzyıllar sonrasında yapıldığını gösteriyordu. Dolayısıyla, gömü ne Priamos’a ne de herhangi bir İlyada kahramanına ilişik olabilirdi. Daha kötüsü, bu bir an ilkin tepenin altına varmak için sabırsızlanan Schliemann’ın, Homeros’un Troyası’nın kalıntılarını kazıp geçmiş olduğu anlamına da geliyordu. Böylece umutsuzca peşinden koştuğu şehrin bazı kalıntılarını neredeyse kati olarak ortadan kaldırmıştı.
    Schliemann’ın 1890’da ölmesi üstüne kazıları sürdürmek eski yardımcısı Wilhelm Dorpfeld’e düştü. Dorpfeld senenin başlarında ortaya çıkarılan büyük evin, Schliemann’ın aramış olduğu Tunç Devri şehrine ilişik bulunduğunu öne sürdü ve kazıya ilk kasabanın batısı ve güneyi yönünde devam etti. 1893 ve 1894 yıllarında, daha oldukça sayıda büyük ev, bir gözetleme kulesi ve üç yüz metrelik kent surunu ortaya çıkardı. Ayrıca oldukça sayıda Miken çömleği de buldu.
    Dorpfeld, burasının Homeros’un Troya’sı olduğu sonucuna vardı. Gerçekten de, Schliemann’ın bulmuş olduğu binalar göz önüne alınırsa, kule, büyük evler ve geniş caddeler ozanın anlattıklarına daha uygun düşüyordu. Dorpfeld’in Hisarlık katmanlarını analizi, onu Schliemann’ın ufak yerleşiminin Hisarlık’taki ikinci yerleşim olduğu ve ortalama İÖ 2500 yılına tarihlendirilebileceği sonucuna götürdü. Dorpfeld’in Troya’sı, aynı alanda inş:ı edilen altıncı şehirdi ve İÖ 1500 ile 1000 yılları aralığında kurulmuştu. Kesin olmasa da, Dorpfeld’in bulduklarını Troya Savaşı’nın geleneksel evveliyatına ortalama İÖ 1200 iyice yaklaştıran tarihleme, Homeros’un Troya’sını bulmuş olduğu inancını pekiştirdi.
    Dorpfeld’in görüşleri ortalama kırk yıl, Cari Blegen’in liderliğinde bir Amerikan ekibinin Hisarlık’a ulaşmış olduğu ana kadar geçerliliğini sürdürdü. Blegen’in 1932 ve 1938 yılları arasındaki kazıları, Dorpfeld’in hipotezinde bazı ciddi sorunlara işaret etti. Blegen, altıncı Troya’nın yok oluşunun bir Yunan istilasına bağlanamayacağı sonucuna ulaşmıştı. Surun bir parçasında temel değişikliğe uğramışken, öteki parçalar tamamen yıkılmış görünüyordu. Blegen, bu tip bir hasarın tanrısal özelliklere haiz bile olsa insan ürünü olamayacağına inanıyordu. Dolayısıyla bu hasarı sadece bir depremin yaratabileceğini düşündü.
    Blegen’a gore, Homeros’un Troya’sı Hisarlık’taki bir sonraki yedinci yerleşimdi. Troyalılar, depremden sonrasında şehri tamamen değişik şekilde tekrardan inşa etmişti. Altıncı Troya’nın büyük evleri şimdi ufak odalara bölünmüş ve geniş caddelerin kenarına, içlerinde her biri tabana saplanan büyük araç-gereç çömlekleri bulunan küçük evler inşa edilmişti. Blegen, tüm bunlara bakarak, bu yerleşimin kuşatma altında bir kent olabileceği izlenimi edinmişti. Yunanlılar Troya surlarının haricinde bulunduğundan kullanılabilen her yere göçmenler ve eşyalar doldurulmuştu. Blegen, yedinci şehrin altıncıdan kısa süre sonrasında düşmüş olduğu sonucuna ulaştı; dolayısıyla kalıntılar Troya Savaşı için verilen geleneksel tarihlemeye hala uygundu.
    Ilkin Schliemann, sonrasında Dorpfeld, sonrasında da Blegen; bu üç kazıbilimci da Homeros’un Troya’sının Hisarlık’ta gerçi değişik katmanlarda bulunduğuna inanıyordu.
    Onlardan sonrasında gelen bilimciler ve arkeologların emek harcamaları üçünü de cesaretlenebilirdi. En ümit verici kanıtlardan biri, İÖ 1200’den sonrasında yayılan Hitit uygarlığının kalıntılarından geldi. 1970’ler ve 1980’lerde, bilimciler orada bulunan kil tabletleri çözdüler. Bunların bir kısmında Hititlerin ilişkide olduğu yabancı kral ve diplomatların adları bulunuyordu. Bazı bilimciler, bu adların içinde Priamos ve Paris’in Hititçe’ye çevrilmiş adlarına rastladıklarını öne sürdüler.
    Tekrar Hisarlık’ta, 1990’ların ortasında, Alman kazıbilimci Manfred Korfmann, DorpfeldBlegen’in ortaya çıkardığı kent surlarının malum sınırlarının haricinde nerelere uzandığını saptamak amacıyla, yeni uzaktan belirleme teknolojisini kullandı. Korfmann’ın Troya’sı, Homeros kahramanlarına önceki meslektaşlarınınkinden daha oldukça yakışan bir kaleydi. Korfmann’ın analizleri, Troya surlarının İÖ 8. yüzyılda, Homeros’un bölgeye yapmış olduğu ihtimaller içinde ziyareti esnasında hala görülebildiğini de göstermişti.
    Bununla beraber, bilimcilerin çoğunluğu bugün herhangi bir sonuca ya da en azından Schliemann, Dorpfeld ya da Blegen’inki kadar trajik sonuçlara balıklama atlamayacak kadar davranışlarında ölçülü. Onlar Hitit tabletlerinin oldukça fazla yoruma açık bulunduğunu ve bırakın bir Hector ya da bir Helena’yı ya da bir Achilleus ya da Agamemnon’u, Paris ya da Priamos’un yaşamış olduğu mevzusunda kati bir kanıt oluşturmadığını vurguluyorlar.
    Bilimcilerin çoğunluğu Troya Savaşı’nın gerçekliğinin kati olarak söylenemeyeceğim itiraf ediyor. İlyada ve Odysseia, hem ozanın canlı hayal gücünün hem de uzun devam eden bir altın çağa duyulan özlemin ürünü olduğundan, bu özellikleriyle destanlar kesinlikle güvenilir bir tarihsel anlatı olamazlar. Ama Hisarlık tepesinde, bir zamanlar Miken kalesi kadar büyük bir şehrin bulunmuş olduğu mevzusunda hiçbir kuşkunun kalmamış olması, Schliemann’ı haklı çıkarmıştır. Tarihçiler her iki şehirde de yaşamış olan insanların adları ve yaptıkları mevzusunda kati bir şey söyleyememekle beraber, bu iki halkın büyük olasılıkla birbiri hakkında epey data sahibi bulunduğunu düşünüyorlar.
    Troyn halkı ve Miken halkı birbiriyle konuşmuş, tecim yapmış ve oldukça akla uygun olarak, savaşmıştı. Schliemann ve Homeros en azından bu kadarıyla haklı çıkmışlardı. (Tarihin Büyük Sırları)
  • Bu, klasik bir “kilitli kapı” sırrıdır.
    Bir adam ölüme mahkum edilmiştir: Çarmıha gerilmiş, sonrasında kesinlikle ölmesi için göğsüne bir mızrak saplanmıştır. Bazı anlatılanlara bakılırsa, deneyimli lejyon kolcularının nezaretinde, cesedi bir mezara gömülmüştür.
    Ama iki gün sonrasında gömüt boştu. Durumu iyice gizemli kılan, adamı iyi tanıyan insanların, onu gördüklerini ve onunla konuştuklarını söylemeleriydi. Başlangıçta, bunun bir tür düş ya da sanrı olduğundan kuşkulanmışlarsa da, sonrasında ona dokunup beraber yiyecek yemişler ve en sonunda, insanın dirildiğine karar vermişlerdi.
    Kuşkusuz, bu adam Nasıralı İsa’dan başkası değildi. Dirilişi de yalnız Hıristiyanlığın temeli olmakla kalmamış, bununla birlikte ortalama iki bin senedir tarihçileri uğraştıran bir gizem olarak kalmıştı.
    Döneminde yaşayan bir çok insana kıyasla, İsa’nın oldukça iyi belgelenen bir yaşamı vardı.
    İkinci yüzyılın başlarında yazmış olan Romalı tarihçi Tacitus, “Hristos”un Romalı vali Pontius Pilatus tarafınca ölüme mahkum edildiğini belirtmişti. Tacitus onun ölümünün ona inananların “ölümcül batıl inançlan”nı engellemediğini de eklemişti.
    Yahudi kaynaklan, birinci yüzyıl tarihçisi Josefus [2500 Yıllık Savaş Tarihi, J. Keegan, Aykırı Yayınları, s. 50’de Romalıların Kudüs Kuşatması’nı anlatan yazar] haricinde, aynı derecede eksiktir. Josefus, Pilatus tarafınca çarmıha gerilerek idama mahkum edildikten sonrasında, İsa’nın iyi mi “dirilmiş olarak ortaya çıktı”ğım aktarır. “Şundan dolayı Tanrının peygamberleri, bunlar ve onunla ilgili öteki mucizeler mevzusunda kehanette bulunmuşlardı.” Bu ifade seçimi apaçık inanlara özgü olduğundan, bir çok tarihçi sonradan bazı Hıristiyan kopyacıların bunu eklemiş olmaları gerektiği sonucuna varmışlardı. Yine de, bir çok Josefus’un ilk metninin İsa’nın vefat etmesiyle ilgili ifadeler içerdiğini öne sürmüşlerdi.
    Roma ve Yahudi kaynaklarında tek bulabildiğimiz bazı anlatımlardır. Tarihçiler, İsa’nın “çile çekmesi” ya da acı çekmesi hakkında daha oldukça şey öğrenmek için, gözlerini Yeni Ahit’e, bilhassa de Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın dört sevindirici haberine çevirmişlerdi. Sevindirici haberlerin en eski versiyonları dördüncü yüzyıldan kalmıştır fakat bir çok tarihçi orijinallerinin 70 ve 110 yılları ya da dirilişten sonrasında 40 ve 80 yılları aralığında yazılmış olduklarına inanıyor. Bu versiyonlar, İsa’nın havarileriyle son yemeği dahil, hep aynı temel öyküyü konu alıyor: İçlerinden birinin, Yahuda İşkariyot’un ihaneti, tutuklanma, yargılama, çarmıha gerilme ve diriliş!
    Bunun haricinde, aklınıza gelen her türlü tutarsızlık bulunur. Tarihçilerin çoğunun yazıların en eskisi olarak görmüş olduğu Markos’da. üç hanım mezarda beyaz giysili genç bir adam görür; adam onlara İsa’nın dirildiğini söylemek için gönderilen bir haberci çıkar. On yıl ya da daha uzun bir süre sonrasında, Matta bir zelzele, göz kamaştırıcı bir ışık ve İsa’nın hanımefendilere hakikaten görünmesini ekler; sonrasında İsa, Gelile dağında on bir havarisine görünür. (On ikincisi, Yahuda kendisini asmıştır.) Matta ile bununla birlikte yazılan Luka’da mezardaki bayanların sayısı belirtilmez; mezarda iki melek belirir ve dirilen İsa öncelikle hanımefendilere değil, Emmaus yolunda iki kişiye görünür. Yuhanna’da ise, bir bayan mezara gider ve İsa onlarca defa görünür.
    Bu yazıların yazarları niçin öykülerini dosdoğru anlatmazlar? Başka ayrıntılar şeklinde, dirilen İsa’nın kaç kez görünmüş olduğu, kimlere görünmüş olduğu, görünme zamanı ve bölgeleri mevzusunda da değişik şeyler anlatırlar.
    Biroldukça kişiye gore, bu tutarsızlıklar yazıların tarihsel belge niteliğini tamamen yitirmeleri için kafi bir nedendi. Daha derin düşünülürse İsa’nın öteki olağanüstü nimetleri şeklinde diriliş öykülerinin tümü akılcı inanca meydan okur. Daha ikinci yüzyılda, felsefeci Celsus, dirilişin “bu başarısızlık karşısında İsa’nın öldükten sonrasında dirildiğini sanacak kadar kendilerini ağır yas havasına kaptıran” havarilerin bir fantezisi bulunduğunu söylemişti.
    On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, akılcılığın eğitim gören Batılıların çoğunda dinsel inancın yerine geçişiyle beraber, bilhassa Alman üniversitelerinin önde gelen tanrı bilim bölümlerini dolduran liberaller içinde, Celsus’un görüşleri değişik şekillerde egemendi. Mesela, 1782’de Kari Friedrich Bahrdt çarmıha gerilme için “iki çivi teorisi”ni ortaya attı: İsa çarmıha gerilirken, ayaklarından değil, ellerinden çivilendiği için, çarmıhtan indirildiğinde yürüyebildiği sonucuna varmıştı. Bahrdt, İsa’nın inananlarının ona ağrı kesici ilaçlar verdiklerini, ölmüş şeklinde görünmesinin de bayılmasına bağlı bulunduğunu, sonrasında İsa’yı sakladıklarını ve sağlığına tekrardan kavuşturduklarını varsaymıştı. 1835’de David Friedrich Strauss yalnız efsaneleşmiş oldukları nedeni öne sürülerek, tüm yazılardaki anlatılanları göz ardı etmişti. Strauss diriliş öyküsünü kitlesel histeri olarak açıklamıştı.
    Amerika’da da akılcılık egemen olmuştu. 1804’de, Thomas Jefferson yazılardan gerçek sanılan oldukça şeyi çıkarmaya karar verdi; “Jefferson İncilleri’nde geriye kalanlar, oldukça sayıda özdeyiş, kıssa ve emsalsiz anlatıların salt iskeletiydi. Hiçbir mucize, İsa’nın tanrısallığına ilişkin hiçbir izahat ve elbet hiçbir diriliş yoktu.
    Ne de olsa, tüm bunlar “Akıl Çağı” denilen bir çağda akla uygun görünüyordu. Artık yirminci yüzyılda, en dindar Hıristiyanlar bile İsa’nın öyküsünü akılcı tarihçilere bırakmaktan büyük seviyede hoşnuttu. Ortaya çıkan bir çeşit ateşkes gibiydi: Dindarlar için Hristos, tarihçiler için İsa vardı. İki taraf da birbirine pek aldırmıyordu.
    Ateşkes yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar sürdü.
    Bir dizi etken, tarihsel İsa arayışını yine canlandırdı. İlahiyatçılar tanrı bilim fakülteleri ve kilise okullarından, İsa’ya yeni bir gözle bakmakta özgür oldukları laik kurumlara geçtiler. Diğer disiplinlerden, bilhassa kültürel insanbilim ve toplumsal bilimlerden gelen bilimciler, din evveliyatına ilgi duymaya başladılar. Ama en önemlisi bir takım eski belgenin ortaya çıkarılması oldu. Bunlar tarihçilerin İsa’nın hayatına ve ölümüne bakışlarını adamakıllı değiştirdi.
    Aralık 1945’de, Yukarı Mısır’da Nag Hammadi adlı bir yerde, Muhammet Ali alSamman adlı bir Arap köylü fide hazırlamak için yumuşak toprak arıyordu. Ayağı kırmızı topraktan yapılmış bir çömleğe takıldı. Çömleği açınca, dağılmış bazı papirüs yapraklarla beraber deriye ciltlenmiş on üç papirüs kitap buldu. Bu kuru yapraklardan birkaçını ateş yakmak için kullandı fakat en sonunda ötekiler Kahire Kıpti Müzesi’nin yolunu tuttu.
    Muhammet Ali alSamman’ın bulmuş olduğu belgeler içinde, bir tanesinin başlığı “Thomas’a Nazaran Sevindirici Haber”di. İlk kilise belgeleri Thomas’ın sevindirici haberi’nden (bir çok kez küçümsemeyle) söz etmiş olsalar da tarihçiler bunun tamamen kaybolduğunu düşünüyordu. Oysa Mısır çölünün kuru havasında tümü ve neredeyse kusursuz bir şekilde gün ışığına çıkmıştı. Papirüs yaprakları radyokarbon yöntemi ile 350 ve 400 yılları arasına tarihlendirildi. Buna karşın, Thomas’ın neredeyse tamamen İsa’nın kendi sözlerinden oluştuğuna dikkat eden bazı bilimciler, metnin İsa’nın kendisinin yaşamış olduğu yıllara yakın bir zamanda, bir ihtimal daha 50’lerde yazılmış olduğundan kuşkulandılar. Bu, Thomas’ın Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dan daha eski olması demekti.
    Peki ya Thomas diriliş mevzusunda ne söylüyordu?
    Kesinlikle hiçbir şey.
    Ne de olsa, bir ölünün dirilişi o şekilde kolay kolay küçümsenebilecek bir yaşamöyküsü ayrıntısı değildir. Thomas’ın bunu duymamış ya da söz etmeyi unutmuş olabileceği düşünülemez. Bu nedenle, birçok tarihçi, dirilişin İsa ya da havarilerinin değil, sonraki Hıristiyanların, bir ihtimal Markos’un uydurması olduğu sonucuna ulaştılar.
    Thomas, çağıl bilimcileri İsa’nın ölümünden sonraki iki yüzyıl süresince şiddetlendiği görülen bir münakaşaya çekti. Bir tarafta (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna ile beraber) İsa’nın dirildiğinde ısrar eden Ortodoks Hıristiyanlar vardı. Üstelik yalnız görünmesinden söz edilmiyordu; meşru kabul edilen sevindirici haberler, dirilen İsa’nın yalnız inananlarına görünmekle kalmadığını üzerine basa basa vurguluyorlardı. İsa onlarla konuşuyor; beraber yiyecek yiyor; açık açık onlara (Lukka’da) “hayalet olmadığını” söylüyordu.
    Bu Ortodoks görüşün karşısında, Thomas’ın yalnız değişik bir kesimini temsil etmiş olduğu “Gnostikler” vardı. Onlar da İsa’nın kelimenin gerçek anlamı ile değil yaşamaya devam ettiğine inanıyorlardı. Gnostikler için, İsa vecde gelme esnasında, hayallerde ve düşlerde görünüyordu. Daha oldukça, bin yıldan fazla bir süre sonrasında Martin Luther ya da bugünkü çeşitli bağımsız kiliseler şeklinde, Gnostikler İsa’nın herhangi bir zamanda herhangi bir bireye görünebileceğine inanıyorlardı.
    Ortodoks Hıristiyanlar niçin kelimenin gerçek anlamında bir dirilişte ısrar etmişlerdi? Neden Gnostisizmi bir sapkınlık olarak şiddetle reddetmişlerdi?
    Önde gelen Gnostiklerden biri, Elaine Pagels, yanıtın dinden oldukça politikayla ilgili bulunduğunu öne sürdü. Dirilişin, dirilen İsa’yı görmüş olan öğrencilerden kilisenin liderliğini miras alan insanların iktidarını meşrulaştırmaya yaradığını söylemişti. Eğer bir insan İsa ile kendi başına ilişki kurabilseydi, bu onların iktidarını tamamen ortadan kaldırırdı. Dolayısıyla, Pagels’e gore, kilise liderleri için (Luka şeklinde) dirilen İsa’nın yeryüzünde kırk gün kalıp, sonrasında göklere yükselmesi oldukça önemliydi. Bu kırk günden sonrasında İsa’nın tekrar görünüp görünmediğine erişince… Bunu sayan mı oldu ki?
    Eskiden egemen olan İsa anlayışının yerini 1980’ler ve 1990’larda, yeni ve oldukça daha liberal bir uzlaşı aldı. Dirilişin, heybetli da olsa, politik bir kurnazlığa indirgenmesiyle, ilahiyatçılar özgürce İsa’nın ölümünden oldukça özdeyişleri üstünde yoğunlaşabileceklerini hissettiler. “Mesih” imgesinden kurtulan İsa çeşitli kılıklara büründürüldü: Köylü, haham, Buda, devrimci, hatta ince espriler icra eden bir talkshowcu.
    Bu tabloları çizen birçok şahıs 1985’te “İsa Seminer”inde bir araya geldi. Burada katılımcılar yalnız yazıların tarihselliğini ele alıp tartışmakla kalmadılar, bu tarz şeyleri oyladılar da! İsa’nın sözlerini kırmızı mürekkeple basma geleneğini alaya alan akademisyenler, sırayla bir sandığa boncuklar attılar. Kırmızı boncuk yazının hususi bir bölümünün “emsalsiz” olduğu anlamına geliyordu. Pembe “bir ihtimal” demekti. Siyah “kesinlikle olmadığı” anlamındaydı.
    Oylama hem oldukça gülünçtü hem de açıkta yapılması sağlanmıştı. Katılanlar cidden ilgiliydiler, birçoğu için İsa’nın tarihselliği bilimsel nitelikli bir ilginin ötesindeydi. Kurucu Robert Funk, İsa Semineri’ni Hıristiyan sağa direkt ve bilgili bir meydan okuma, dinsel söylemin kontrolünü Pat Robertson ve Jery Falweller gibilerinden alma çabası olarak görüyordu.
    Gene de Robertson ve Falwell’in tersine, Funk ve seyircileri ciddi akademisyenlerdi ve bu, onlara entelektüel bir sorun sunuyordu. Onlara gore, yazılar kırsal bölgelerde gezinen bir bilgeye, bir tür Yahudi Sokrates’e ilişik yığınla kanıt içeriyordu. Bununla beraber, yalnız İsa’nın özdeyiş ve kıssalarını aktarıp, arkasından kendi ölümü ve dirilişi mevzusunda İsa’nın kendi sözleri dahil, yazılardaki her şeyi bir yana atamazlardı.
    Böylece oldukça çeşitli yollar izlediler. Bazısı, California’daki Antik Çağ ve Hıristiyanlık Enstitüsü’nden Burton Mack şeklinde, çilenin daha sonraki Ortodoksluğun uydurmasından başka bir şey olmadığını öne sürdü: Tapınak vakası olmamıştı, son yiyecek yoktu, hatta bir ihtimal İsa çarmıhta da ölmemişti. Chigaco’daki DePaul Üniversitesi’nde profesör olan eski bir papaz, John Dominic Crossan, son yiyecek olduğu sonucuna vardı fakat “her insanın bir son yemeği vardır, marifet, onu evvel bilmektir” diye komiklik yapmaktan da geri durmadı. Crossan, çarmıha gerilen İsa’nın cesedinin öteki çarmıha gerilenlerin yazgısından kurtulmasının olanaksız olduğu kısaca, yırtıcı köpekler tarafınca yendiği sonucuna vardı.
    Muhafazakar akademisyenler, yazıların ya da tarihsel çözümlemelerin gerçek İsa’yı açığa çıkarabileceği mevzusunda yanlış yönlendirmekle semineri suçlayınca, İsa Semineri’nin bir karşı tepki yaratması şaşırtıcı değildi. Biroldukça tutucu akademisyen, yazıların çarmıha gerilme ve diriliş kehanetleriyle ne seviyede dolu bulunduğunu vurgularken, liberaller için bunlar yalnız “Sevindirici Haber” yazarlarının uydurmalarına yeni örneklerdi.
    Genelde, feminist hatta gay bir İsa’nın bile düşünüldüğü bilimsel nitelikli çevrelerde, liberal uzlaşınm değişik türleri geçerliliğini koruyordu. Martin Luther şeklinde, İsa Semineri’nden Robert Funk da tezlerini kilisenin kapısına çivilemiş ya da bir ihtimal saydam bantla yapıştırmıştı.
    Bunların kilise kapısında kalıp kalmayacaklarını ise süre gösterecek… (Tarihin Büyük Sırları)

YORUMLAR

YORUM YAZ!

Yorum Ekle



[

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Oto Aksesuar toptan çakmak
Pusulabet Betoffice Giriş ataşehir escort pendik escort sitene canlı tv ekle bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler madridbet meritking kingroyal madridbet yeni giriş kingroyal giriş